text
stringlengths 0
17.6k
|
|---|
BAŞI AYNI SONU AYNI
1
Hayatın içindeki koşuşturmacaların arasında bir şey fark ettim. Aslında uzun zamandır
farkındayım bu durumun ama hayatın neredeyse her anında tanık olmak beni şaşırttı. Belki siz de fark
etmişsinizdir; her şeyin başı ve sonu aynı. Dikkatli bakıldığında anlaşılacaktır eminim ki. Peki,
aynılıktan kastım ne? Gelin bir göz atalım bu envai çeşit benzerliklere.
“Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk.”(Toptaş, 2014, s. 17) derken bile aslında
sadece ortadaki sürecin farklılığını anlatmış okura Hasan Ali Toptaş. Yazıyı yazmadan evvel de
bitirdikten sonra da hep yalnızız. Tek başımızayız; fikir bizim, el bizim, kalem bizim. Yarattığımız
karakterler belki bir nebze kalabalıklaştırabiliyor dünyamızı, ama onlar da paylaşılınca başka başka
insanlarla, bizi bir başımıza bırakıyorlar en sonunda. Karakterler sizin çocuğunuz, evladınız gibidir. Size
özeldir, sadece siz bilirsiniz ve sizi yalnızlığın derin karanlığından tutup çıkaracak olanlar da onlardır.
Konuştururken yazıdakileri, siz de sohbete dahil olursunuz farkında olmadan. Çok eğlenceli bir iştir o
yüzden yazı yazmak. Çocukluklarıyla çocuk oluverirsiniz o karakterlerin yetişkin biri olsanız bile. Başka
dünyalara yolculuk edersiniz fark etmeden. Ne güzeldir o maceraya atılmak; yazarlar iyi bilir.
1 https://tr.pinterest.com/izabellarx13/root-cause-tree-logo/Bu maceralardan çıkıp gerçek hayata tekrar döndüğümüzde de, yazının en başında da
dediğim gibi bazı benzerlikler göze çarpıyor. Bizler doğduğumuzda bir kadının kucağında aciz,
zararsız, buruşuk yüzlü bebekler olarak dünyaya geliyoruz. Yürüyemeyen, konuşamayan,
dişsiz bir varlık… Gençlik elden gittiğinde de öyle olmuyor mu? Yaşlanınca da buruşuk, dişleri
dökülmüş, yine acziyet ile hayatımıza bir yerde son veriyoruz. Sanki tekrar en başa dönüyoruz
bu hayat ağacında. Başımız aynı sonumuz aynı. Yoktan var oluyoruz yine yokluğa dönmek
için. Bir ağaç gibiyiz, kökleri ve dalları nasıl benzer birbirine hiç düşündünüz mü; köklerinden
doğar kollarıyla toprağı sarar tıpkı bebekliğimiz gibi. Ardından büyür, gövdesiyle gökyüzüne
uzanır gençliğimiz gibi. En sonunda tekrar kökleri gibi dallanır, açılır ama incelerek;
yaşlılığımız gibi. Bu bir düzendir esasında. Hani Tanrı’nın varlığına inanmayanlar da vardır
içimizde belki. Böylesine muazzam bir düzen nasıl kendiliğinden olabilir ki? Bakın somut
örneklerden bahsetmiyorum bile; doğa, dağ, taş, toprak değil sadece bu mükemmellik; ömür.
İnsanlar bu harikulade nizamı ya görmüyor ya da görmezden geliyor. İçinde
yaşadığımız dünyayı yaratan birinin olduğunu kabullenmek istemiyor. Kaldı ki bu onların göz
ardı ettiğinde doğruluğunu yitirecek bir mesele de değil çünkü gerçek ve kanıtlı. Birilerinin
çıkıp da “böyle bir şey yok” demesi bizim bakış açımızı daraltmamalı. Perspektifimizi,
ufkumuzu geniş tutalım ki etrafımızdaki aldatıcı varsayımlara hemen kapılmayalım. Bunlar
herkesin fark edemeyeceği küçük detaylar, hayatın yoğun akışına kendini kaptıranların
anlayamayacağı nitelikteler. Bir an durup kafanızı kaldırıp bakarsanız etrafınızdakilere, bu
kusursuz ahenk sizleri de içine alacaktır. Yeter ki üzerine düşünmeyi, anlamaya çalışmayı
bilin. Ayrıca bana kalırsa hayatın bu ince güzelliklerinin farkına varır iken, kendimizin de
farkına varıyoruz ve ne kadar kutsal varlıklar olduğumuzu hatırlıyoruz bu nizamı hatırladıkça.
İnsanoğlu düşünen bir hayvan değildir; insanoğlu düşünen, konuşan ve duygulara sahip olan
çok kıymetli varlıklardır. Bize sarf edilen ve atfedilen bu nahoş sıfatlar, ancak kendilerini öyle
görenler için geçerli. Bilirsiniz; insan kendi nasılsa etrafındaki insanları da öyle sanırmış.
Sonuç olarak, benim naçizane görüşüm ortada; her şey bir düzen içinde ahenk ile
hareket eder iken, bunları görmezden gelerek yaşayanlar kendilerini kandırırlar sadece.
Ve kendilerini düzensizliğe mahkûm ederler istemsizce.
Senanur Akça
|
MELANKOLİ
Aralık olan kapıdan içeri girdiniz. Şöyle bir göz attınız etrafınıza, tanıdık birini görür
müyüm umudu ile değil de, dikkatinizi çekecek ve sizde merak uyandıracak bir şey bulma
umudu ile. Çok geçmeden fark ettiniz, hatta belki uzun bile sürdü farkına varmanız. Orada tek
başına oturuyordu işte. Tek başına olmak bile sıradanlaşmıştı onun için, bu duruma ne
üzülüyor ne de bu durumdan hoşnut görünüyordu. Zaten merak duymanızın en büyük nedeni
bu değil miydi? El kol hareketleri ya da ağız şekli hiç yardımcı olmuyordu anlamanıza. Orada
duran ve anlamanızı bekleyen, algılamanızı sağlayacak tek bir şey vardı: Bakışları. Aynı
zamanda hem bu kadar boş hem de bu kadar çok anlam barındıran o soğuk bakışların içinizi
parçalaması hiç beklemediğiniz bir şeydi. Bu bakışlarla karşılaşan insanlar ya direkt gözlerini
kaçırıp oradan uzaklaşırlardı ya da meraklarına yenik düşüp daha da derine inmek isterlerdi.
Size gelince; evet, doğru tahminde bulundunuz. Gözlerinizi kaçıramadınız ve kendinizi bir
uçurumdan aşağı düşercesine o bakışların derinliğine bıraktınız. Aklınızdan geçen ilk şey bunun
ne olduğu idi ve o sırada tek bir kelime belirdi kafanızda: Melankoli.
Mutluluk, üzüntü, heyecan ya da endişe… Bunlar gibi keskin bir duygu değildir bana
göre melankoli. Anlayamaz, isteseniz de kolay kolay anlatamazsınız. Kendinizi bir karmaşıklık
ortasında tamamen savunmasız şekilde bırakırsınız, ne kadar kötü duygu varsa teker teker
baskı kurar üzerinizde. Durduramazsınız da, öyle anlık yaşadığımız sevinçler ya da korkular gibi
değildir bu. Yakalandınız mı vay halinize… Sizi sizden başkası kurtaramaz. Kurtarabilecek varsa
da farkında olmadan engel olursunuz buna. Öyle de illet bir şeydir melankoli.
Siz mi seçmişsinizdir bu halde olmayı, yoksa bir şeyler sizi melankolik olmaya mı
itmiştir? Bilemezsiniz. Bir anda çelişkiler insanı oluverirsiniz. Dünyanın en kararsız ve ne
istediğini bilmeyen bireyine dönüşürsünüz. Gerçekten nedir bizleri bu rahatsız edici duyguya
ve ruh haline sokan? Tamamen içimizden gelenlerden mi kaynaklanıyordur yoksa dış
etkenlerin rolü daha mı büyüktür? Belki de ikisi birden bir anda yüklenince zayıf hissedip
kendimizi bu duygunun kollarına bırakıyoruzdur istemsizce. En kötüsü ise bir kere onunla
tanıştıktan sonra hayatımızın bu yönde devam etmesinin olasılığıdır. Farkında olmadan
“melankolik” bir insana dönüşüp hayatımızı daha da bilinmeze sürükleme olasılığı…
Emin olduğum bir şey varsa, o da bunun içimizde bir yerlerde barındığı. Yaşadığımız
olaylar, düşünce yapımız, duygusallık seviyemiz ve tecrübelerimiz ya onun dışarı çıkmasına
öncülük ederler ya da onu bastırırlar. Ama hiçbir zaman tamamen yok edemezler. Onu en
hissetmediğimiz zamanlarda bile o, oralarda bir yerlerde durur, beklemeye devam eder. Ne
zaman kötü birkaç olay ya da olgu oluşsun hemen çıkıverir yuvasından, bizleri moralimiz bozuk
ve karışık düşüncelerimizle boğuşur halde bırakır.
Mevsimi yoktur melankolinin. O istediği zaman gelir, istediği zaman gider. Hiç
gitmeyip yaşantımızı mahvettiği de olur, bunu bir tek kendi bilir. Ve bildiği bir şey daha vardır
ki, kötü görünmesine veya genelde kötü olmasına rağmen bizlere yardım ettiği. Bazen düşünceve duygularımızda o kadar kaybolmuş halde buluruz ki kendimizi, yalnızlığa sürüklendiğimizin
bilincinde bile olmayız. Burada melankoli girer devreye ve belki de bir şeylerden sıyrılıp
gerçekleri görmemize yardımcı olur. O karamsarlık halini, can sıkıntısını ve hüznü yaşamadan
üstesinden gelemeyeceğimiz şeylerde bize yaslanabileceğimiz sağlam bir duvar olur.
En güzel günümüzde bile yakalar bizi bazen, sebepsiz bir keder koyar mutluluğumuzun
yerine. İçerden çökmeye başladığınızı hissedersiniz, yaşam isteğiniz bile azalır belki. Ama bu
hüznün en uç noktasını yaşamadan hayatın gerçek anlamını anlamanız mümkün değil gibidir.
Aslında kendi yalnızlığını kendi taşır melankoli. Sizinkini çıkaran kendiniz olursunuz. Hüznün
içindeki küçük mutluluklardır o. Bu küçük mutlulukları yakalamaksa sizin işinizdir. O zaman
şimdi sorun kendinize, onları yakalamak istiyor musunuz yoksa istemiyor musunuz? Cevabınız
evet ise bu hüzün ve huzur ikilisinin kollarında kendinizi daha da yakından tanımaya hazırsınız
demektir.
|
DENİZ OLUNMALI EGE'DE
Saat sabah sekizi vurduğunda dağların yeşilliğine bir süre ara verip kendimi denizin büyüleyici
maviliğine bırakmıştım. Denizin berraklığına dalmışken bir sürü güzel hayaller canlandı kafamda. Bir
süre sonra Ayvalık'a daha varmadan küçük sakin bir köyde kahvaltı için durduk. Zeytinleriyle ünlü olan
bu köyde yaşlı, tatlı bir çiftin kafesine giriyoruz. Hem otantik hem zevkle döşenmiş sadece 3-4
masadan oluşan bu kafede bizi çok sıcak kanlı karşılıyorlar. Ardından yolculuğumuza devam etmek
için arabamıza yerleşiyoruz. Radyoda hepimizin sevdiği Vaya Con Dios'un Pauvre Diable şarkısı
çalmaya başlıyor ve ardından tatlı bir sohbet. Sımsıcak bir
hava esiyor arabada belki de ailecek ne zamandır bir araya
gelemediğimizden.Sohbetin koyuluğuna kendimizi
kaptırmıştık ta ki Ayvalık tabelasını görene dek. Büyük bir
beklentiyle gitmediysem de birden o küçük ilçenin büyüsüne
kapılmıştım. Ayvalık merkezi gezmeden en çok merak
ettiğimiz Cunda Adası'na doğru yol alıyoruz.Adanın herhangi
bir yerinden kafanızı kaldırdığınızda adanın en tepesinde yer
alan eski taş değirmeni görüyorsunuz. İlk durağımız tabi ki bu
değirmen oluyor. Yalnız burası artık kent kitaplığı olarak
kullanılıyormuş. Taştan yapıya küçük bir kapıyla giriyoruz ve
kitapların o eski kiliseden kalma resimleriyle bütünlüğü
içeride farklı bir hava estiriyor. Eski kiliseden sahile doğru dar sokaklardan inmeye başlıyorum. 1820'li
yıllarda bu küçük ve sevimli ilçeyi terk etmek zorunda kalan Rumlardan sonradan ilçeye göç eden
Müslüman halk, evlerin mimarisini bozmamıştır ve evler hala eski havasını kaybetmeden çok güzel
sokaklar oluşturmuştu. Birden köşe başındaki pembe duvarlı tarihi fırından gelen damlasakızı kokusu
her tarafı sarmıştı. Dar sokağın sonunda huzur veren o berrak deniz gözüküyordu. Etrafta el ele
dolaşan çiftler, bu küçük huzur dolu yerde romantik bir tatil geçiriyor gibilerdi. Bir yandan
dondurmasını güçlükle yemeye çalışan küçük çocuk diğer yandan elinde gitarı sahilde sanatını
gerçekleştiren genç adam. Adada tarif edilemeyecek bir canlılık vardı ama hiç rahatsız etmiyordu
insanı, herkes adanın büyüsüne kapılmıştı. Dar sokaklara yine kendimi attığımda karşıma birden
Taksiyarhis Kilisesi çıktı. Kilisenin taş duvarları biraz ürküttü beni. Sebebini bilmediğim bir huzursuzluk
kapladı içimi. Sanki geçmişte yaşayan insanlarla yan yanaymışım gibi hissettim.Kilisenin ilk yapıldığı
halini canlandırmaya çalıştım kafamda sonra da yılların ne kadar çabuk geçtiğini fark ettim. Senelerin
bıraktığı izleri gördüm duvarlarında. Duvarlarında bulunan
Hz. İsa ve Meryem Ana figürleri herkes gibi benim ilgimi de
üzerlerine çekti.Sokaklardan dolaşırken dikkatimi çeken bir
diğer tarihi şey ise zamanında kilise olan ancak Rumların
göçünden sonra camiye çevrilen yapılar oldu. Kiliseye
eklenen bir minare, caminin içinde hala zarar görmemiş
kiliseden kalan resimler, hem kültürün hem de iki dinin
harmanını öyle güzel yansıtıyorlardı ki. Güneşin batışını
kaçırmadan rotamızı önceden araştırdığım Şeytan Sofrası olarak adlandırılan tepeye çeviriyoruz.
Mitolojik hikayeler hep ilgimi çekmiştir hep belki de biraz da o havayı yaşamak için merak ediyordum
orayı. Kıvrımlı bir yoldan tepeye ulaşıyoruz ve harika bir gün batımıyla karşılaşıyorum. Güneşin denizeve küçük adacıklara yaydığı o sıcak his, denizin güneş ışıklarını üstüne örttüğü eğer güneş batarsa
üşüyecekmiş gibi derin bir maviliği... Güneş batınca sanki beni terk etti gibi hissettim. Deniz de
benimle aynı duyguları hissediyor olacak ki o dalgalı halini birden bir sakinlik kaplıyor. Akşam tek
başıma sahilde yürümeye çıkıyorum. Denizden gelen o hafif esinti yaz akşamında olmamıza rağmen
biraz üşütüyor beni. Aslında hep bir sahil kasabasında yaşamak istemişimdir çünkü denizin beni
rahatlattığına inanırım. Oturup denizi izlemeye başladığımda sanki denizle dertleştiğimi hissederim.
Tabi ki bazen de güzel hayallere dalarım. Olmayacak şeyleri bile hayal ettirebilir bana deniz. Yok hayır,
sonradan üzülmem hayallerim gerçekleşmedi diye. Aksine o hayaller mutlu bile eder beni. Sahilden
ayrılmak istemesem de küçük butik otelimize geri dönüyorum. Güler yüzlü sahibiyle ve
dekorasyonuyla hem sıcak hem de o tarihi dokuyu hissedebileceğim bir yerde kaldığımız için dönmek
çok zor da olmuyor.
Sabah güneşin tenimi ısıttığını hissederken hep meraklısı olduğum antik kenti gezmek için
yola koyuluyoruz. Böyle önemli tarihi eserler barındıran ve eski olan bu antik kentin niye az ziyaretçisi
olduğunu düşünerek içeriye giriyorum. Zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bir patikadan Antandros Antik
Kenti'ne doğru adımlarımızı atıyoruz. Antik kente adımımı atar atmaz o dönemlerde yaşamış 10-11
yaşlarında bir çocuk gibi kendimi hayal ediyorum. Sahilden koşarak evime geldiğimi o anda o harika
renkleri olan muhteşem mozaikleri yerleştiren sanatçıları izlediğimi hayal ediyorum. Harabelerin
içinde ilerlerken bu sefer de genç bir kız olduğumu, sevdiğim çocukla zeytin ağaçları arasından tepeye
çıkıp denizi izlediğimizi düşlüyorum. Biraz daha ilerleyince kalan surları görüyorum ama bu sefer o
gülümseyerek hayal ettiğim şeyler gelmiyor aklıma. Bu kenti korumak için kanlar döküldüğünü biraz
önce düşlediğim küçük kızın belki babasının öldüğünü düşünüyorum ve yüzümden bütün gülümseme
birden kayboluyor. O bütün güzel veya kötü yaşanmışlıklar surlara da yansımış olmalı ki hepsi kalıntı
halindeydi. Çıktığımız patika yolu inerek rotamızı son durağımız olan kaz dağlarına
çeviriyoruz.Etrafıma bakınca sadece varılacak menzilin değil yolun da değerli olduğunu anlıyorum. Kaz
dağlarında her bir yamaçtaki güzellik, her ağaçtaki yaşam enerjisi dikkatimi çekiyor. Yeşilin yüzlerce
tonu huzurun kaynağı denizle buluşuyor. Her yerin güzelliğine kaptırıyorum kendimi ama biran için
zihnimde bir cümle canlanıyor. Evet diyorum:" Ayvalık güzel ama her mekan insanla güzel.".
Kaynakça
Resim: http://www.rmk-museum.org.tr/cunda/
http://yesimlehertelden.blogspot.com.tr/2015/07/gezi-rotasseytan-sofras.html
Beyza Nur ERCOŞKUN
12 Eylül 2015
Ankara
|
Büşra Koç
Bizim Farkındalığımız: Hayallerimiz
Hayallerimiz olmasaydı, bize başka keyif veren ne olabilirdi ki bu hayatta? Her gece,
başımızı yastığa koyduğumuzda düşüncelerimizi ne süsleyebilirdi kurduğumuz hayallerimizden
başka? Ya da yeni güne başlamak için sebebimiz ne olabilirdi düşlerini kurduğumuz
hedeflerimizden başka? Bana sorarsanız hayatı tatlandıran en güzel şeydir bir hedef uğruna yol
almak. Bu yolda karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmeyi bilmek ve merdivenin son
basamağına ulaşmak için ilk basamaklardan geçmeyi kabul etmek gerekiyor her şeyden önce.
Sonrası zaten su gibi akıp geçiyor hayatımızda.
Hadi biraz konuyu derinleştirelim ve hayatın bize sunduğu fırsatların bize ne gibi artıları
ve eksileri olabilir onu inceleyelim. Hayatın bize bir garezi yok önce bunu kabul edelim. Her
daim bize yeni bir yol açma uğruna karşımıza fırsatlar sunuyor. Bizim yapmamız gereken ise o
fırsatları görüp, değerlendirmek. Ama aslında bu kadar basit görünen bu yol her zaman
düzlüklerden oluşmuyor ne yazık ki. Karşımıza fırsatlar sunan hayat, gideceğimiz bu yolda bize
bazı dönemeçler de ekliyor. Bu duruma geçtiğimiz hafta sonu, arkadaşımla izlediğim Devil
Wears Prada filmindeki başrolün hayatını örnek vermek istiyorum. Film New York’ta yaşayan ve
henüz gazetecilikten yeni mezun olan genç başrolümüz Andrea’nın başarılı bir yazar olmak
uğruna hiç hayallerinde olmayan bir işe girmesiyle başlıyor. Aslında başarılı bir yazar olmak
isteyen Andrea, yoluna tesadüfen gördüğü ilan vesilesi ile bir dergide stajyer olarak çalışmakla
başlıyor. Bu yolda onun virajı, yani sınavı ise çalışma ortamı ve patronu oluyor ki Andrea gitgide
kişiliğinden ödün vermeye başladığının farkına varıyor. Kendinden ne denli feragat ettiğini
anlaması onun için bir bitiş noktası yaratıyor bir bakıma. Ve yazar olma hayalinden
vazgeçmeden sadece ona giden yolunu değiştiriyor Andrea. Peki ya hiç farkında olmasaydı?
Kendinden ödün vermeye devam edip bambaşka bir kişiliğe dönüşseydi? Acaba o büründüğü
karakter de aynı hayali isteyecek miydi ileride?
Ama gelgelelim bu kadar zorluğun bize olan artısı da farkındalığımız ve ondan
çıkardığımız derslerle kişiliğimizi geliştirmemiz oluyor. Mesela çok yakın bir örnek olarak kendi
hayatımdan bahsedeyim size. Bilkent Üniversitesi’nde iç mimarlık okuyabilmek uğruna
üniversite sınavlarına 2. yıl tekrar hazırlandım. Çünkü bu okulda okuyabilmemin tek şartı burs
kazanmamdı. Ve 1 sene sonra hayaline giden yolda birinci basamağı atlamıştı Büşra. Peki ya
sonra okulun İngilizce hazırlık programında 3 yıl okumasına ne dersiniz? Benim için gerçekten
zorlu bir yolculuk olmuştu çünkü hazırlık atlama sınavından 3 kez ardı ardına kalmam psikolojik
açıdan beni bir hayli yıpratırken bir yandan da en ufak bir zorlukta darmadağın olan, insanların
aksi sözlerini, davranışlarını kendini yıpratırcasına dert edinen beni bambaşka bir bakış açısına
sürüklemişti. Çünkü 3. hazırlık yılımda hayat, yoluma terapistim Tuba ablayı çıkarmıştı. Yani bu
durumu şöyle özetlemek gerekirse, hayatın bana sunduğu fırsat üniversite sınavlarına bir kez
daha hazırlanabiliyor olmam, virajım hazırlık sınavında kalmam ve beni bu virajdan sağ salim
çıkaran da Tuba ablam olmuştu. Bana ilk sorduğu soru “Diyelim ki sınavı geçemedin, hayatında
ne değişir?” oldu. O soruyu kendime hiç sormadığımı fark etmiştim. Ve inanın aylar sonunda bu
soruya verdiğim cevap Tuba abla ile çalışmalarımızın ardından tamamen değişti. Bu hayattakiBüşra Koç
önceliklerim içerisinde ilk sıraya kendimi koymayı öğretti. Ve ardından Ve hayalimin ikinci
basamağını da, tüm zorluklarına rağmen, o sınavı vererek atlamış oldum. Ne ilginç ki o
zamanlarda şikâyet ettiğim birçok duruma şimdilerde iyi ki yaşamışım gözüyle bakıyorum.
Bu hayatta yaşadığımız ve karşılaştığımız hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanıyorum
ben. Hepsinin bir sebebi var. Ve asıl önemlisi de bunları yaşarken ya da yaşadıktan sonra bize
olan artılarının ve eksilerinin farkına varabiliyor olabilmek. Hayallerimize giden yol tek bir
çıkmazdan geçmiyor. Bir ağacı tersten düşünelim. Burada hayalimiz ağacın kökü, hayallere
giden yollarımız da ağacın dalları olsun. Biliyoruz ki birbirinden bağımsız birçok dal tek bir kökte
birleşiyor. Ve ağacın kökü ne kadar sağlamsa o dallar da o kadar uzun süre ayakta kalıyor. Sen
sen ol hayaline sıkı sıkı sarıl, bil ki her ne dalda olursan ol birleşeceğin nokta hep aynı kalacak.
KAYNAKÇA
Weisberger, L. (2003). The devil wears Prada. Random House Digital, Inc..
|
KÜBRA EROĞLU
“Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni
yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle
karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider.
Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz…
Ortadoğu’nun âdeti budur, tarih boyunca birbirini
öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz.
Kendi kanının tadından sarhoş olur.” (Livaneli 13)
ARTIK HÜMANİST DEĞİLİM
Dünyanın bütün şehirlerini görmeye yetecek kadar ne param var, ne de zamanım.
Kültür aşığı bir insanım ben. Dünyada farklı farklı insanların koruyup geliştirdikleri farklı
farklı bütün kültürleri yakından tanımak, hepsini yakından görmek istiyorum. İçinde
bulunmak istiyorum. Bu yüzden kitaplara başvururum. İyi yazılmış bir kitap, beni Afrika’da
zebra avına da çıkarabilir, Pasifik Okyanus’unda büyük bir dalga sonucu gemimizin alabora
olmaması için bütün gemi tayfasıyla beraber var gücümle bir halatı çekerken de bulabilirim
kendimi. Ama Türkiye’de yaşıyor ve kendinizi vatana hizmet etmeye adamış bir üniversite
öğrencisi olarak görüyorsanız – ki bu gençlerden birisinin de ben olduğumu burada
vurgulayabilirim – bu merak uyandırıcı yolculukları yapmazdan evvel kendinizi
Ortadoğu’nun gerçeklerine atmanız gerekiyor. Bunun için bir kitap arıyordum. Evet,
böylesine hassas ve kavgalar arasında kalmış bir kültürü ayna misali abartmadan, olduğu gibi
gösterebilecek bir roman bulabilir miydim? Bütün bu arayışlar beni Zülfü Livaneli’nin
Huzursuzluk kitabına götürdü.
Ortadoğu’da hiç bulunmadığımdan olsa gerek bir tane cümleyi fosforlu kalemle çizip
o cümleye muhalefet etmek için hazırlamıştım kendimi. “Ben bir insandım.” (Livaneli 19)
Evet, bana göre ne kadar zorluk içinde olursak olalım, “ben bir insandım” demeye hakkımız
yok hiçbirimizin. Ben bir insandım ve ben bir insanım. Bundan sonra da yaşadığım mğddetçe
bir insan olarak kalacağım. Bu, benim Ortadoğu’yu hiç bilmeyen bir “aydın adayı” olarak
insanlara olan yaklaşımımdı. Ancak Livaneli’nin olaylar arasına sıkıştırdığı bir cümle bir
tokat, hatta eski deyimle ağır bir şamar oldu, bütün gerçekliğiyle çınladı yanağımda.
“…biz, bu ülkenin okuryazarları, boşluğa düşen bir trapezci gibiydik. Doğu askısını
bırakmış, Batı askısını da yakalayamadan aşağı düşmüştük.” (Livaneli 69)
Ortadoğu’da patlayan bombaları susturmak için bozuk plağın tekrar etmesi gibi “eğitim,
eğitim, eğitim!” diye bağırmak kolaydı benim için. Ancak, bu eğitimin içine neyi
sokuşturacağımdan bihaberdim. Son yıllarda pek bir moda olan “homoseksüeller için eşitlik”
gibi hümanist bir yaklaşımı Ortadoğu’da ne derece okutturabilirdim? Ya da etrafında sürekli
bombalar patlayan bir çocuğu “devlet, içerisinde yaşayan insanları kanunlar vasıtası ile
müdafaa eder.” cümlesini orada bir çocuğu nasıl olacak da bir kere daha tekrar
ettirebilecektim? Kafam bir türlü almıyordu. Kendi vatandaşıma olan yabancılığım, hatta bu
yaşıma kadar Ortadoğu hakkında siyasetçilerin yalanlarına kandığım için kendimi asla iflaholmaz bir cahil gibi hissediyordum. Kendimi biraz teselli edecek derin bir nefes aldıktan sonra
kitabı okumaya devam ettim.
Sayfalar ilerledikçe kendini ülkemde kendini aydın sananların kahvesini yudumlarken
ellerinde bulunan Sözcü, Sabah, Hürriyet ya da Yeni Akit – artık mezhebinize göre! –
gazetelerini okurken aslında halkı kandırmaktan başka bir şey yapmadıklarını fark ettim.
Gerçekten gazetelerden ziyade insan kitaplar okumalıydı. Zira sayfalar ilerledikçe Yezidi
kızlarını birer et parçası gibi alıp satan, “günah” kavramı adı altında bebekli kadınları
acımasızca sokağa atan vicdansızlıkları görünce içimdeki hümanist duygular bir anda son
buldu. Bu yüzyılda bunlar oluyor muydu yahu? O kültürde yaşayan insanların neden
kendilerine nefret söylemleri yapan insanlara kandıklarını anlamak zor olmasa gerek. Çünkü
orada “ben insanım” cümlesini ağzına alamayacak ancak ve ancak “ben insandım” cümlesini
söylemeye hakkı olan insan olmayanlar var. Bu kitapta bir kültürün içinde bulunan alt-
kültürlerin birbirlerinden nefret ederken aslında birbirlerini öldürdüklerini görmek, içimde
derin bir yara bıraktı. Sanırım, artık bir hümanist sayılmam.
KAYNAKÇA
Livaneli, Ömer Zülfü. Huzursuzluk. İstanbul: Doğan Kitap. Ocak 2017. Baskı.
|
Demir 1
Said Sakıp Demir
21401900
TURK101-14
27.11.2014
5. Ödev, serbest (Interstellar, Yıldızlararası Yolculuk, 2014)
Dünyevi Terimler Üzerine
Christopher Nolan'ın yönettiği, 2014 yılında vizyona giren Interstellar filmi, insan
doğasına dair konulara değiniyor. Zaman, insanlık, ölümlü olan Dünya ve sevgi gibi konulara
değinen film, diğer Nolan filmleri gibi senaryo yönünden çok etkileyici fakat felsefi ve
bilimsel konuları iyi işlenmiş olsa da sanatsal açıdan çok derin değil.
Yukarıda da bahsettiğim gibi, Yıldızlararası filminin temalarından biri gezegenimiz
Dünya ve Dünya'nın ömrü. Filmde bahsedilen kısım daha çok toprağın ömrü ile ilgili fakat
başka açılardan da düşündürtüyor; örneğin madeni açıdan. Geçtiğimiz asırda, madenlerin
kullanımı kat kat arttı ki bu artış, tarih öncesi dönemler ile karşılaştırma yapılamayacak kadar
çok. Örnek vermek gerekir ise, 500 metre uzunluğunda gemiler var. Bu gemilerin
genişliğinden ve yüksekliğinden bahsetmiyorum bile, orasını siz hayal edin. Bu gemilerin
yapılması için topraktan çıkartılan, arındırılan, işlenen ve sertleştirilen metali düşünmek çok
korkunç. Bildiğiniz gibi, madenler toprağın altından taş ile beraber çıkartılıyor, taş eritilerek
metal ayrıştırılıyor ve metal işlendikten sonra kullanılıyor. 500 metre uzunluğunda bir gemi
için kazılması gereken madenler korkutucu geliyor, değil mi? On binlerce devasa gemi,
kilometrelerce uzunluğa sahip milyonlarca tren, uçaklar, arabalar, tırlar, apartmanlar... Bütün
bunları düşününce Dünya'nın içinin boş olması gerekiyor! Toprak bilimi konusunda uzman
değilim, fakat Dünya'nın içerisinde oluşan bu boşluk bazı levha hareketlerini ve depremleri
etkiliyor olabilir. Belki de en büyük depremlerin sorumlusu bizdik. Belki de bu faaliyetlerinDemir 2
sonucu onlarca yıl sonra ortaya çıkacak ve geleceğin insanlarına kötülüğü dokunacak.
Sonuçlarını şimdi göremediğimiz, büyük felaketlere yol açacak olan eylemlerde bulunuyor
olabiliriz. Şu anda çok bariz de olsa, birkaç asır önce insanlara "Eğer çocuğunun önünde biri
ile kavga edersen onun psikolojisi kötü etkilenir ve büyüdüğünde şiddete meyilli bir yetişkin
olur." denilseydi gülerlerdi. Şu anda göremesek de, belki de gelecekte bu yapılan
davranışların yanlışlığı çok bariz olacak ve gelecekteki insanlar bizim bu yanlışları körü
körüne nasıl yaptığımıza şaşıracaklar. Bütün dünya tarafından uygulanan bu madencilik
faaliyetleri düşüncesiz ve yanlış bir şekilde yapılmış demiyorum, tabii ki işinin ehli
uzmanların izni olmadan madencilik faaliyetlerinde bulunulmuyor, fakat bahsettiğim teorinin
yine de düşündürücü.
Film, sevgiye çok farklı bir şekilde yaklaşıyor ve sevginin tanımını bizlere
sorgulatıyor. Sevgi, bilimsel olarak "Toplum içerisinde düzeni ve barışı sağlayan bir insan
hissi." şeklinde tanımlanıyor. Ne yazık ki bu tanım, yıllar hatta asırlar önce ölmüş insanları
niçin sevdiğimizi açıklamada yetersiz kalıyor. Bir insana, Vincent Van Gogh'u sevmenin
sosyal yaşamda bir faydası dokunmaz. Belki de "O insanı seven diğer kişilerle kurulan sosyal
bağlar" gibi bir argüman bu tezi yaralayabilir, fakat kimseye söylemeden Anne Frank'e
duyulan yüce bir kardeş sevgisini kesinlikle açıklayamaz. 'Sosyal fayda' tanımı sadece sevgi
için değil, diğer insani duygular için de yetersiz kalıyor. Uzaklık ve zaman kavramları
tarafından etkilenmeyen, her an var olan insan hislerinin varlık sebebi sadece 'Sosyal fayda'
olamaz. Sadece 'endorfinle' veya 'göz yaşlarıyla' açıklanamayacak olan bu hisler insanın
sadece üç boyuttan ibaret olmadığına işaret ediyor. Vücutsal hormonların ve salgıların hislerle
alakası olmadığını savunmuyorum, fakat bunların insan duygularının sebebinden ziyade
sonucu olduğunu düşünüyorum. İnsanı kısıtlayan uzay ve zaman gibi engelleri kolaylıkla
aşan insan duyguları belki ruhuyla, belki ölü uzaylı hayaletleriyle1, belki başka bir şey ile
açıklanabilir fakat üçüncü boyut ile kısıtlanan sebepler tatmin edici gelmiyor.
1)Bakınız, ScientologyDemir 3
Kaynakça
● Nolan, Christopher. Interstellar (Yıldızlararası). Warner Bros. Pictures. 5 Kasım 2014
● http://en.wikipedia.org/wiki/Scientology - 23 Kasim 2014
|
Son Perde Deneme
Okuyan insan bilir okuduklarıyla kendi gerçekleri arasında bağ kurmanın,
okuduklarına yakın hissetmenin tadına doyulmaz güzelliğini. Bu güzelliğin en çok
hissedildiği türdür sanırım deneme. Sebebini merak etmemek imkansız sanırım. Yani neden
denemelerde o kadar muazzam bir yakınlık var ki deneme okurları her yazıda bu yakınlığın ve
onun güzelliğinin arayışında? Bağımlısı olmuşçasına bir arayıştan bahsediyoruz. Belki de
insan hayatına benzerliğinden bize öyle görünüyor belki de hayatımızdaki
başaramamışlıklarımızın getirdiği hüsranı defettiği için bize bu derece yakın ve güzel
hissettiriyor. Sanırım bunu anlayabilmenin mümkün görünen tek yolu bir tür olarak denemeyi
incelemek.
Denemenin okurlarında diğer türlerden daha farklı bir şekilde oluşturduğu bir itibarı
vardır. Kendine has olan bu itibarı gerçeklerle açıkça alaka kurma arzusundan alır. Yani
denemede her türlü fikir ve olgu gerçeklerle ilişkilendirilerek aktarılır; gerçekler denemedeki
fikirlerin dayandığı en sağlam duvardır. Ama okuyucudaki lezzeti, tüm bu gerçeklik
dayanaklarını hayali kutuların içine paketleyip okuyucusuna armağan etme tutkusuyla
oluşturur. Kısacası, gerçeklerle hayalleri harmanlayarak okuruna müthiş ötesi bir yemek
sunar. Bizler de gün içerisinde böyle değil miyiz? Zevkten yoksun gerçeklerimizi yaşıyoruz
belki ama hiçbir zaman sahip olduğumuz bu gerçekleri hayallerimize benzetme çabasından
mahrum kalmıyoruz, sanki başarabilsek tatmin olacakmışız gibi. Belki biz tatmin olamayız
ama denemelerde bunun başarılmışlığı bize ayrı bir tat veriyor yazarın, özene bezene yaptığı
yemekten bir kaşık alırmışçasına. Diğer bir taraftan denemeler fikirleri ifadede sanatsallığa
öncelik verir, tıpkı bir insanın neyi yaptığından çok nasıl yaptığının önemli olması gibi.
Gerçekleri üzerinde kafa yoran bir insan gibi kendine özgü derin bir düşündürme işlenmiştir
her satırına. Ama yine de bir insanın yaşamı gibi kısa, derin ve vurucudur. Daima konusunun
peşindedir; kimi zaman bir hikâyeyle kimi zaman bir hikâye olmaksızın varır zirve noktasına.
Tek bir görüntünün ya da fikrin peşinde gezinebilir, ama açıklayıcı iki üç kelimeyle tatmin
olmaz. Hep bir anlam ifade etme arzusundadır. Konusundaki gerçeklerle çıktığı yolculukta
hayalimsi bir anlama bürünür zirve noktasında. İnsan da hayatında bir alışkanlık hâline
getirmiş gerçekleri anlamlaştırmaya çalışmayı. Sanırım denemenin okuyucularına yakın ve
güzel hissettirmesinin asıl sebebi bu insan yaşamıyla arasındaki benzerlik. Ama onun daötesindeki asıl etmen kendi yaşanmamışlıklarımızı ve kendi başarılmamışlıklarımızı
denemelerde bulup kendi gerçeklerimize tercih edişimizdir.
Tür olarak deneme insan hayatına benziyorsa neden onun üzerinden çıkarımlar
yapmıyor ya da sorular sormuyoruz? Mesala denemelerde fikrin oluşma ve öne
çıkması birkaç adımdan ibarettir; duygular gelişip analiz haline bürünür; toplum hayatı
kişisel analizlere vurulur; duygular tartışma havasında dile getirilir ve tartışmalar
duygu gibi aktarılır; düşünceler somutlaşarak fikirleri oluşturur ve denemelerde fikirler
başkahramanlardır. Peki ya insan yaşamında başkahraman kim? Deneme bu açıdan
beynin tiyatrosuysa; yalnızca bir isim olmayıp aynı zamanda bir fiili de ifade ediyorsa
ve hatta denemek bir süreçse insan yaşamı neyin tiyatrosudur ya da insanlar neyi
deneme sürecindedir? Şüphesiz insan yaşamı bir tiyatroysa insanın gerçekleri de bu
tiyatronun oyuncularıdır. Ama başkahramanı eksik bir tiyatro işte bu, insanı tatmin
etmiyor. Bu tiyatro gerçeklerin hayallere dönüşme sürecidir ve her ne zaman bu süreç
tamamlansa, her ne zaman bir hayal gerçek olsa, tiyatro başkahramanını bulsa
tiyatronun perdeleri kapanıyor, tatmin olacak bir tiyatro kalmıyor. İnsan son perdenin
peşinde ama kapanmış perdelerin ardında öyle bir sahne yok. Tüm oyuncular
eşyalarını toplayıp dağılmış ve ortada tiyatro denebilecek bir olgu kalmamış oluyor.
Âciz insan yine yalnızlığıyla ve başka gerçekleriyle yoluna devam ediyor.
Denemenin bizi kendine çekmesi gibi hayallerimizin de bizi kendine
çekmesinin altında aynı neden yatıyor sanırım; dünyaya ön kapıdan, salt
gerçeklerimizle nesnellik algısından yaklaşma ihtimalinin daha düşük ve yapmaya
değmez görünmesi. Diğer bir taraftan da hayallerimizin cezbedici güzelliği var. Yani
hayallerimiz, kelimenin tanımı gereği konu aldığı nesneyi saptıracaktır; gerçeklerin
sınırını aşıp onlarda cezbedici bozukluklara yol açacaktır. Deneme var oluşu gereği
gerçeklere aç bir tür ancak gerçeklerle beraber malzemesini verebiliyor. Peki
insanlarda da öyle mi? Yani insanlarda gerçeklere aç mı? Eğer hayallerimize
ihtiyacımız var olduğunu düşünürsek bu hayallerimizin için de bazı gerçeklere
ihtiyacımız olacak maalesef. Mesala sürekli uyuyan kişiler olsak gerçeklerimiz
olmazdı peki rüyalarımızda ne görürdük? Ya hiçbir şey ya da uyumadan önce var olan
gerçeklerimizle kurduğumuz hayallerimizi. Kısacası insan da var oluşu gereği
gerçeklere aç bir fıtrata sahip.Sanırım deneme ve insan yaşamının ortak olmayan bir noktası yok. İnsanlar
hayallerinden ve onları yakalayabilmelerinden ibaret. Gerçeklerse sadece bu sürecin bir
parçası. Kimi bu hayallere ulaşamadan hüsrana uğruyor kimi ulaştıktan sonra tatmin etmeyen
hayallerinin ardında bıraktığı yalnızlıkla. Denemenin tek farkı ise o mükemmel insan
yaşamını temsil etmesi; son perdeye sahip bir tiyatro olması. Belki de bu yüzden yani kendi
yaşanmamışlıklarımızı hatta yaşayamayacaklarımızı denemelerde tattığımız için güzel
hissediyoruz. Belki de bu yüzden deneme insanın kendine en yakın hissettiği tür.
Kaynakça:
Shields, D. (2016). Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto. İstanbul: Everest Yayınları
Burak Mutlu
21502500
|
Doğukan Kaya
21201608
Turk 102-8 2.12.2014
KİTAP(2)
GERÇEK GURBET
Gezi yazısı yazmak, gezilen yerleri anlatan bir kitap oluşturmak, kuşkusuz yazısal alandaki en zor
işlerden birisidir. Okuyucunun kitaptan kopmaması elbette önemli ama gezi yazıları için asıl başarı
okuyucunun kitabın sonunda anlatılan yeri görmeyi gerçekten istemesidir. Kitabın yazarının da sürekli
bahsettiği, okuyucuda görmek istediği etki okuyucunun anlatılan yeri görme isteğidir. Avustralya’ ya,
oradaki Türk işçilerin daveti üzerine gittikten sonra anılarını bize aktaran Fakir Baykurt, okuyucuda
gerçekten de orayı görme isteği uyandırmayı başarmıştır.
Dünyanın öteki ucu denilince benim aklıma gelen birkaç ülke ismi var. Amerika, Japonya ve son
olarak da Avustralya. Bize mesafe en uzak olan hangisi bilmiyorum ama, nedense Avustralya bana
içlerinden en uzak olanı gibi geliyor. Avustralya’ nın Güney yarım kürede yani bizden farklı yarım
kürede bulunması, mevsiminin bizden tamamen farklı olması, orada farklı türden hayvanların
yaşaması bana en uzağının o ülke olması izlenimini uyandırıyor olabilir elbette. Dediğim gibi bize en
uzak olan ülke o mu bilmiyorum ama, en uzaklardan birisi olduğu bariz.
Dünyanın her köşesinde olduğu gibi Avustralya’ da da birçok gurbetçimiz var. Elbette onların da
gidiş sebebi daha iyi yaşam standartlarına sahip olmaktır. O kadar uzak bir mesafeye gitmelerinin
sebebinin iyi bir işte çalışıp daha iyi standartlarda yaşamayı istemek olduğundan eminim. Yoksa kim
dayanabilir memleketinden o kadar uzakta yaşamaya? Avrupa’da özellikle de Almanya’ da yaşayan
binlerce gurbetçi olduğunu biliyoruz ve onların ülkemizi ne kadar özlediklerini de duyuyoruz, hatta
yaz aylarında canlı canlı tanık da oluyoruz bu özleme. Özellikle yaz aylarında artan Avrupa plakalı araç
sayıları bize gurbetçilerin yurt özlemini en iyi şekilde aktaran göstergelerden biri. Avrupa’ da yaşayan
gurbetçiler şanslılar aslında. Ben bu kitabı okumadan önce Avrupa’ da yaşayıp yurt özlemi çekenlere
çok üzülüyordum. Ama kitabı okuduktan sonra Avrupa’ da yaşayanlara artık “gurbetçi” demek
içimden gelmiyor. İstedikleri zaman ülkemize gelebilme şansları var çünkü. Uçak biletleri çok pahalı
değil, otobüslerle hatta kendi arabalarıyla bile istedikleri zaman gelebilme şansları var. Avustralya gibiuzak ülkelerde yaşayan gerçek gurbetçilerimiz için ise durum gerçekten zor. Araba ile gelebilme gibi
bir ihtimal zaten yok. Ya uçakla gelebilirler ya da haftalarca süren gemi yolculuğu yapabilirler.
Gelebiliyorlar ya sonuçta denilebilir ama işin bir de ekonomik boyutu var. Memleketlerini ziyaret
edebilmek için belki de birkaç aylık maaşlarını harcamak zorunda kalıyorlar ve yine bir ikileme
düşüyorlar. Memleketi mi görmek, yoksa biriktirdikleri parayla başka yatırımlar mı yapmak.
Zamanında daha iyi yaşamak için ülkelerinden ayrılan çoğu gurbetçi, bu sefer parayı değil memlekete
gitmeyi seçiyor…
Avustralya’ da yaşayan gurbetçilerimiz için memleket özlemi gibi bir zorluğun dışında elbette güzel
şeyler de vardır. Örneğin çok farklı bir kültürü, farklı bir dili öğreniyorlar. Sadece Avustralya’ lı değil,
birçok farklı ülkeden insanlarla tanışma şansına da erişiyorlar. Avustralya birçok farklı ülkeden göç
alan bir yer olarak biliniyor. Yani Avustralya’ da farklı tür insanlarla tanışma ihtimaliniz çok yüksek.
Bunun dışında , gurbetçilerimizin şanslı oldukları konulardan biri de yüzlerce farklı hayvan türlerinin
orada yaşaması, yani bir nevi doğal hayvanat bahçelerine sahip olmaları.
Eskiden sadece Aborjinlerin memleketi olan Avustralya , şimdi birçok farklı ırka ev sahipliği yapan
bir ülke. Bu yargıdan da anlaşılabileceği gibi, Avustralya herkese karşı açık bir ülkedir. Gezmek için
ideal ülkelerden birisidir yani. Fakir Baykurt’ un yazısından önce sadece kangurularını bildiğim bu uzak
memleket, artık benim için görmem gereken yerler listesinde başlara yerleşmiş durumda. Tabii ki bir
ülkeye yerleşmek için de, bir ülkeyi gezmek için de öncelikle o ülke hakkında bilgi edinmek gerek.
Fakir Baykurt’ un bu eseri, Avustralya’ yı gezmek isteyenler için çok açık bilgiler vermese de, orada
yaşamak isteyenlere özellikle karar aşamasında yardımcı olabilecek bir eserdir.
|
Burak Akbıyık
GÜZEL ÖRDEK YAVRUSU
İlkokulda hepimizin zorunlu olarak aldığı bir dersti biyoloji ve bu derste bize öğretilen ve
herkes tarafından bilinen bir gerçek şudur ki her insanın farklı bir DNA yapısı vardır. Bu sebeple
insanlar fiziksel ya da zihinsel olarak birbirinden ayrılırlar. Bazı insanlarda bu farklılıklar
diğerlerine göre daha fazladır ve dolayısıyla daha çok fark edilirler.
Beklentileri karşılamayı misyon hâline getirdiğimiz şu günlerde farklılıklarından dolayı
kendini toplumdan soyutlayan veya özgüvenini yitiren insan sayısı her geçen gün artıyor. Aynı
durum en son okuduğum kitap olan Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları’nda da işleniyor. Uçmak,
olağanüstü kuvvete sahip olmak ya da bakışlarıyla karşısındakini taşa çevirebilmek gibi tuhaf
özelliklere sahip bu çocuklar toplum ve hatta aileleri tarafından kabul görmedikleri için Bayan
Peregrine’in yetimhanesine bırakılıyorlar. Bu romandaki olaylar fantastik olsa da günümüz
karşılıklarını farklı şekillerde bulabileceğimiz konusunda şüphe yok ki bu da kendimizi
sorgulamamız gerektiği anlamına geliyor. Bir insan kilolu ya da boyu kısa diye neden alay konusu
oluyor ve toplum tarafından dışlanıyor? Ya da tam tersi neden tüm insanlara sanki aynıymışçasına
bir eğitim sistemi veya beklenti zinciri uygulanıyor? Sizce de bu durumun değişme zamanı gelmedi
mi? Son soruma cevabınız benimkiyle aynıysa eğer yeni sorumuz şu oluyor: Peki nasıl? Değişime
ilk olarak kendimizden başlamamız konusunda hepimiz hemfikirizdir sanırım. İnsanların kilolarıyla
alay etmektense onları spora ya da diyete yönlendirmeye çalışmak ya da boyu kısa diye cüce,
yerden bitme gibi alaycı lakaplar takmaktansa onların kendilerine olan güvenini tazelemek, güzel
göründüklerini söylemek gibi küçük değişimler güzel bir başlangıç olabilir. Çevremizde çeşitli
özellikleriyle bizden farklı olan ve dikkat çeken insanlara meraklı ya da aşağılayıcı gözlerle
bakmaktan vazgeçmeliyiz. En basitinden bir kadın kendini güzel hissettiği gibi giyindiğinde ona dik
dik bakıp hatta hakaret eden kötü niyetli insanları sert bir dille uyarmalıyız. Bunları herkes yapıyor
demiyorum ama çoğumuzun bunlara benzer olaylara tanık olduğundan eminim. Bakış açımıza ya da
kendi doğrularımıza ne kadar ters olursa olsun insanları farklılıklarıyla kabul etmeliyiz. Ne yazık ki
bunu hayatımızın her alanına uygulamak buraya yazmak kadar kolay değil ama değişime bir yerden
başlamak gerekiyor. Bu değişime erken
yaşlardaki çocuklara herkesin farklılıklarıyla
kabul edilmesi gerektiğini aşılayarak
başlayabiliriz belki de. Tabii ki bunun için
önce eğitim sistemimizin kendisini
değiştirmeliyiz. Şu anki eğitim sistemimizi
ele alırsak ülkemizde de her insan sankiBurak Akbıyık
aynıymışçasına bir eğitim sistemi uygulanıyor. Herkesin yetenekli olduğu konular farklı
olabilecekken hepimizden aynı konuda başarılı olmamız bekleniyor. Derslerimizde başarısız olursak
bunun bizi aptal ya da yetersiz gösterdiğini düşünüp kendimize olan güvenimizi kaybetmemize
sebep oluyor. Sırf bunun yüzünden kendisinin aptal olduğuna inanıp bunu kabullenen insanlar var
ve toplum, yani biz, belki de başka bir konuda çok yetenekli olan bir bireyi kaybetmiş oluyoruz.
Hatta bu bireyler ömrünün geri kalanını aptal olduğunu düşünerek ve buna inanarak geçiriyor.
Böyle insanları topluma geri kazandırmak için harekete geçme vaktinin geldiğini düşünüyorum.
Okullarda başarısız olanları ya da dış görünüşündeki farklılıklarıyla toplum tarafından dışlananları
geri kazanmak kadar önemli olan bir diğer konunun da engelli bireylerin topluma kazandırılması
olduğunu düşünüyorum. Tekerlekli sandalye kullanan bireylerin rahatça binip inebildiği toplu
taşıma aracı sayısının artırılması ya da kaldırımlara park eden araçlara uygulanan cezaların
ağırlaştırılması gibi değişimlerin yararlı olabileceği görüşündeyim. Egolarımızdan sıyrılıp o
insanların konumunda bizlerin de olabileceği gerçeğini hatırlayıp üzerimize düşeni yapmalıyız.
Engellilere yönelik eğitim veren kurum ya da ilgi duydukları sporu yapabilecekleri tesis sayılarının
arttırılması gibi hedefler bizi başarıya götürecektir ve onların yüzündeki tebessüm en büyük
kazancımız olacaktır.
|
Furkan ÖZÇAM
Küreselleşmenin Etkileri
Küreselleşme 1990'ların başından beri uluslararası ilişkilerden ekonomiye, ticarete kadar her alanı
ilgilendiren ve en çok konuşulan kavramlardan bir tanesi. Küreselleşme basit olarak; dünyada var olan
ülkelerin birbirleri ile bütünleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu kadar yaygın olarak tartışılması Sovyetler
Birliği'nin çöküşünden sonra başlamıştır. Çünkü Sovyetler Birliği dağılmadan önce dünyanın iki kutuplu
siyaseti, tanımdaki gibi ülkelerin bütünleşmesine engel oluyordu. Günümüzde, yani küreselleşmenin
yükselişinin başlamasından yaklaşık 25 yıl sonra ülkelerin, insanların yani bizlerin üzerindeki etkisi hâlâ
yoğun bir şekilde devam ediyor.
Kitabın yazarı Thomas Friedman, kitabı 1990'ların sonlarında yazdığı için tabii ki küreselleşmenin
etkileri konusunda günümüz ile belli farklar mevcut çünkü o zamanlar insanlar küreselleşmeden daha
farklı şekilde etkileniyordu ancak sonuçta arkasındaki mantık hemen hemen aynı. Küreselleşmenin
benim yaşamım üzerindeki etkilerinden biri, satın aldığım, tükettiğim ürünler ve satın aldığım
hizmetler. Bana göre küreselleşmenin en çok etkilediği yer ticaret diyebilirim. Örneğin şu anda, evimin
karşısındaki bir AVM'de yediğim hamburgerin, pizzanın, sandviçin tıpatıp aynısını Amerika, Asya ya da
Afrika kıtasında bulunan ve bu küreselleşme akımından etkilenmiş herhangi bir ülkede yiyebilirim.
Mesela bu yemek kültürümüzde yaşanan çok önemli bir değişim. Bundan belki 30-40 yıl önce de
Türkiye'de yabancı mallar ve hizmetler satılıyordu ancak hayatımıza bu kadar girip, alışkanlıklarımız
arasında yer almıyordu burası kesin. Hazır gıdalar da buna çok uygun bir örnek. Bugün "Coca-Cola" gibi
içtiğimiz meşrubatların, "Snickers" gibi yediğimiz çikolataların vs. çoğu Amerika'dan Asya'ya her kıtada,
her ülkede bizimle aynı oranda tüketiliyor. Dediğim gibi belki küreselleşmeden önce de yabancı mallar
ülkemizde satılıyordu ancak küreselleşme bunları satın almayı ve tüketmeyi birer alışkanlık ve kültür
haline getirdi. Mesela "Starbucks" örneği bu kültürü çok iyi şekilde yansıtıyor. Ben de dahil olmak üzere
insanlar Starbucks kafeye kahve içmek istedikleri için değil Starbucks'tan kahve içmek istedikleri için
gidiyor. Çünkü küreselleşen dünya bize bu kültürü teşvik ediyor. Diğer bir örnek ise elektronik ve dijital
sektör. Küreselleşmenin ticaretteki etkisinin en yüksek olduğu sektör elektronik ve dijital. Şu anda
etrafımda tanıdığım istisnasız herkes akıllı telefon kullanıyor. Bize etkisi inanılmaz, düşünsenize
istisnasız herkes diyorum. Küreselleşmenin sayesinde ülkece akıllı telefon üretecek teknolojiye sahip
olmamamıza rağmen akıllı telefonların nimetlerinden faydalanabiliyoruz. Aynı şekilde küreselleşme
sayesinde farklı ülkelerde ortaya çıkan farklı firmalar arasında rekabet de doğuyor ve bu da biz
tüketicilerin işine yarıyor. Mesela Android ve iOS telefonlar arasındaki rekabet çok fazla ve ben Android
kullanmayı sevdiğimden Android kullanıyorum ancak aralarındaki rekabet ikisinin de daha ucuza daha
verimli olmasını sağlıyor. Eğer küreselleşme olmasa idi böye bir rekabetten söz edemezdik çünkü birisi
Amerikan, diğeri Güney Kore şirketi. Bu birbirinden uzak iki pazardaki iki firmayı birbirleri ile rekabet
edebilecek seviyede bütünleştiren şey de işte bahsettiğim küreselleşme.
Küreselleşmenin etkileri tabii ki ticaret ile sınırlı değil, bize daha dolaylı yoldan etkileri olan politika,
uluslararası ilişkiler, eğitim gibi alanlarda da etkileri var küreselleşmenin. Ancak bizi daha doğrudan
etkileyen alan ticaret ve bu ticaretin yarattığı kültür diyebilirim. Bu kültür şu anda bizim her türlü
alışkanlığımızı değiştirmiş durumda. Yemekten giyime, sanat ve kültürden eğlenceye kadar. Bu değişimin
olumlu yönleri olduğu kadar olumsuz yönleri de yok değil. Ancak bana göre olumlu yönleri daha ağır
basıyor bu nedenle ben "küresel" bir dünyada yaşamaktan gayet memnunum.
|
Irmak Sergi
ŞİMDİKİ KOMŞULAR BİR HARİKA!
Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika kitabı mizahi olarak komşuları hatırlatıyor bana
bugünlerde. Günümüz apartmanlarının güncel ve bir o kadar “harika” sorununa değinmek
isterim bu vesileyle. Sevgili üst kat komşuları acaba evinizde tadilat süsü verilmiş yıkma ve
baştan inşa etme hayalleriniz ne zaman son bulacaktır? Muhtemelen yıkılmaması gereken bir
duvarı yıkıyor, ya da kaldırılmaması gereken bir kolonu kaldırtıyorsunuz ancak daire
kafanıza göçmeden önce olaya el atmanız yararınıza olabilir diye düşünüyorum. Marcel
Proust da “Üst Kat Komşusuna Mektuplar” adlı eserinde üst kat komşusuna beklenmedik bir
derecede kibar bir dille gürültüden rahatsız olduğunu belirten mektuplar yazıyor ve eskiden
beri problem olmaktan çıkamayan bu sorunu dile getiriyor.
Tahminen evin dekorundan sıkılmış yeni emekli bir çifttir üst katınızdaki gümbürtülerin
sebebi ya da daha yolun başında olan gelecekte bebeklerinin ağlama sesine
dayanamayacağınız yeni evli bir çift. İşte o daire tam da bahsettiğimiz daire: Burası sürekli
kıvranan, deri değiştiren bir organizma gibi! (Birsel, 2005)
Güneşin yüzünü nazlı nazlı göstermeye tenezzül ettiği bir ekim sabahı saat dokuzu on
geçiyor, uyuyacağınız elli dakikanın daha hesabını yaparak geçiriyorsunuz, evde pijamayla
terliklerle film izlemeyi, blog yazmayı hedeflediğiniz güzel bir cumartesi sabahı. Sonra ne mi
oluyor? Tahammülü son derece zor bir matkap sesiyle uyanıyorsunuz. Cumartesi sabah erken
uyanmanın iki çeşidi vardır: Ya hafta içine kurduğunuz erken alarmları kapamayı
unutmuşsunuzdur ya da mütemadiyen hafta sonunu felakete çevirmeye odaklı bir üst kat
komşusuna sahipsinizdir. Birinci çeşidine uyum sağlama süreci kısmen daha kısadır.Yalpalayarak telefona uzanır, alarmı kapatır ve bir iki dakika içerisinde tekrar uykuya
dalarsınız. İş ikinciye geldi mi durum sandığınızdan da vahimdir. Eğer şanslıysanız –ki bunu
şanstan sayar mısınız bilemem- söylene söylene tekrar dalarsınız. Ama bu hikaye burada
sonsuza kadar mutlu mesut uyudular olarak son bulmaz. Bırakın uyumayı, gün içinde evin
içinde kaşlarınız çatık gezmemeniz imkansız hale gelir. Bu sefer de alt katın çekiç sesine
uyanırsınız akrebin onu, yelkovanın on ikiyi gösterdiğini umarak. Apartman kurallarına göre
sabah on ila akşam sekiz arası tadilat yapılır kuralını bir tek siz hatırlarsınız. Ama tabi ki saat
daha on bile olmamışsa sinir kat sayınızın yükselmesi muhtemel bir olasılıktır. Sabrınızın son
kullanma tarihi de 7 Ekim 2016 Saat 9:47 ise artık komşuları elinizden alabileceklere helal
olsun demek kalır. Ne yapsam polis mi çağırsam yoksa gidip bir güzel kavga mı etsem diye
düşünürken fon müziği sizi hiç yalnız bırakmaz. –Komşular diye söylemiyorum bir o kadar da
düşüncelidirler.- Ne yazık ki çekiç sesleri, bu defa iki ayrı merkezden stereo olarak başlar!
Bir başka üst kat komşu çeşidi de tek başına üç kişilik gürültü yapan komşu çocuğudur. Hele
ki bir de pazar sabahları erken uyanan bir türdense durum içler acısı bir hal alır. Bütün Aslan
Krallar, Bugs Bunnyler, Şirinler sizin evi amfi tiyatroya çevirir. Her hafta başka bir müzik
aleti hediye edilen şımarık ama bir o kadar da çalmaya isteksiz çocuklar vardır. O kahvaltı
sonrası “Hadi kızım/oğlum bize biraz keman çal.” cümlesi bundan sonra hiçbir şeyin eskisi
gibi olmayacağının bir ipucudur. Alt komşularınızın önerisini merak edecek olursanız eğer
açık bir şekilde söylemek isterim: “ Çalsın çalmasın diyen yok ama öğrenip çalsın, bizimki de
kulak.” Ama gösterdiği özen ve harcadığı emekten dolayı takdir etmemek mümkün değil tabi
ki (!)
Gelgelim son gürültücü çeşidine, evde topukluyla yürüyenler, yürüyenlerimiz. Sizleri de
anlamak lazım tabi onca Amerikan, Türk dizilerinde ayakkabı çıkarmaya çıkarmaya
kendilerini ileri düzey kültürlü ilan eden komşularsınız. Hadi diyelim giydiniz lütfen topukluterliklerle, ayakkabılarla koşma hünerlerinizi evin içinde sabah sabah göstermeyiniz.
Olimpiyatlar dört yılda bir oluyor, her gün atletizm yarışlarına hazırlanmak niye?
Önünüzde gürültüsüz, tadilatsız üst komşularınızın olacağı günler olsun efendim.
KAYNAK
Birsel, G. (2005, 23 Temmuz). Şeytan diyor ki, al o matkabı. Sabah
http://www.sabah.com.tr adresinden elde edildi.
Proust, M. (2016). Üst Kat Komşusuna Mektuplar. İstanbul: YKY.
|
AŞKTAN ÖTE
Kırılan bir kemiğin doğru kaynamadığı takdirde varlığını sık sık hatırlattığını hepimiz biliriz.
Tekrar kırılmaması için gereğinden fazla özen gösterilir. Kalp de bir kemik misali
herkesten sakınılır. Kalp bir kez gerçekten kırılmışsa yeni tanıştığım insanlara karşı gardımı
indirmem, akıl süzgecinden defalarca geçirir fakat işin en önemli kısmını unuturum. Bir
insanı ilk defa gördüğümde bende uyandırdığı önceden tanışmışlık hissi ile hızla çarpan
kalbim, mantığımı bir kenara bırakmam için yalvarabilir. İşte o zaman, ne kendime ördüğüm
kalın duvarlar ne de edilen bir daha kimseye güvenmem yeminleri beni bu aşktan alıkoyabilir.
Genelde hikayelerin başı belli. İnsan ansızın masalsı bir oyunun içinde bulur kendini. Anılar
çoğalır, bir zamanlar tanımadığı o insanla karakterinin yap boz parçaları misali birbirini
tamamladığı düşüncesi mutluluk verir. Akıntıya kapılıp giderim, karşıma ne çıkacağını,
suların beni hangi kıyıya vuracağını bilmeden. Her şeyin mükemmel devam ettiğini
düşündüğüm nokta, aslında yolun sonu olabilir. Bu eşsiz büyü bozulduğunda önceden onu
gördüğümde karnımda uçuşan kelebeklerin cansız bedenlerinin altında ezildiğimi an be an
hissederim. Tarifsiz bir duygu tufanı başlar. Kapkara gecelerde yıldızlar ve ay ışıldamaz,
parkta oynayan neşeli çocuk sesleri yerini sağır edici bir sessizliğe bırakır. İşte o zaman
gidene yapılan baş kaldırış, ezici bir kabullenişle son bulur.
Aşk, Türkçe’mizdeki en kısa kelimelerden biri. Yalnızca üç harften oluşmasına rağmen
anlamı fazlasıyla derin. Kimileri için birine karşı duyulan hayranlık olurken kimileri içinse
birine olan bağlılık ve hatta bağımlılık olabilir. İnsanoğlunun doğumla ölüm arasındaki o kısaçizgiyi sevgi, aşk olmadan tamamlaması çok zordur. O çizgide bu duygulara yer vermediğiniz
takdirde anlamsız bir yaşam sürmeye mahkum olmuşsunuz demektir. Bazen Tanrı’ya, bazen
doğaya ya da bir annenin evladına duyduğu aşk, mutluluk ve huzuru beraberinde getirir. Bir
kişiye hissedilen bu duygu en kaçınılmaz olanıdır. Kişiye olan aşk gözle görülüp, elle tutulup,
ten ile hissedilmese de ruha verdiği sıcaklık bakımından emsalsizdir. Kişiyi rahatlatır,
kötülükten arındırır. Bu insan olmanın en temel, en özel duygusudur.
Sevgiyi, aşkı tanımlamaya kelimeler yetmez. Kişiye göre değişen, yorumlanan bu duygu pek
çok filme konu olmuş, hikaye olmuştur. Bazen de okunan bir kitapta, bir şiirde dile gelir aşk.
Hikmet Anıl Öztekin’in ‘’Elif Gibi Sevmek’’ adlı kitabı da böyle bir kitap. Kitapta yalın bir
dil ile tasavvuf ve şiir birleştirilmiş. Din sevgisi ve aşk bir arada harmanlanmış. Şairimizin
Tanrı’ya duyduğu aşk, sevgili aşkından hep bir adım önde tutulmuş. Aşk duygusunun
doğuştan gelen bir duygu olduğu ve yapaylıktan uzak olduğu defalarca belirtilmiş. Şair Elif
adına yüklendiği anlamlarla Elif adını yüceltmiştir. Zaman zaman Elif’in Arap alfabesinin ilk
harfi olması sebebiyle her şeyin başlangıcı ve yeniden doğuşun sembolü olarak göstermiş,
bazen de Elif adının masumiyet, saflığını vurgulamıştır. Elif harfinin yazılış biçiminden her
zaman dik ve istikrar sahibi olduğunu dile getirmiştir.
Elif adına sahip bir insan olarak bu kitaptan etkilenmemem mümkün değildi. Şiire,
edebiyata ilgisi olan tüm insanların bu kitabı okumasını şiddetle tavsiye ederim. ‘’Elif Gibi
Sevmek’’ yer yer gülümseten yer yer de fazlasıyla duygulandıran bir kitap. Eskiden yazılanşiirlerin daha gerçekçi ve saf duygularla yazılmış olduğunu her zaman sonuna kadar
savunmuş olsam da okuduğunuz her satırda şairimizin içindeki duyguların gerçekliğini
hissetmek mümkün. Kitabı severek okuyacağınız ve kitabı bitirdiğinizde üzerinizde bıraktığı
o buruk duygudan memnun kalacağınızın garantisini de şimdiden veriyorum.
ELİF ÇELENK
21602922
|
Mehmet Emin Sevinç
İmgelem Üzerine
Geçenlerde ünlü Rus yönetmen Andrey Tarkovsi'nin sinema anlayışını anlatan
Tarkovski'den Sinema Dersleri adlı bir kitap okudum. Tarkovski'nin hemen tüm
filmlerini izlemiş biri olarak onun eserlerini anlamak için kavramsal düşünme ile
haşır neşir olmak gerektiği kanısındayım. Yani Tarkovski, bir oturuşta izlenecek
filmlerin yönetmeni değildir. Tarkovski izleyen insan, artık başka bir insan olmuştur.
O denli insan ruhunu ele alan filmler üreten Tarkovski'nin genç yönetmen adaylarına
pek çok tavsiyesi bulunan bu eser, son dönem yönetmenlerinin filmlerindeki bir tür
kofluğun nedenine de ışık tutuyor. Benim de kendime dert edindiğim bir mesele olan
kavramsal düşüncenin önemini ısrarla vurgulayan büyük duayen, sanatla ve bilhassa
sinema ile uğraşacak kişilerin belli bir zihin berraklığına sahip olması gerektiğini ileri
sürüyor. Bu berraklık ve duruluk konuları oldukça ilgimi çeker, üzerine düşünmeye
çalışırım. O yüzden kavramsal düşünmek ve beynimizdeki arterleri bir nebzeye kadar
açmanın önemi üzerinde durmak istiyorum.
İnsan şüphesiz zaafları olan bir canlı. Hatta denebilir ki insanı insan yapan şey büyük
ölçüde zaaflarıdır. Zaafların duygusal kökenli zayıflıklar olduğunu ve duygusal
düzeyde dalgalanmaların kaçınılmaz olduğunu hesaba katınca durum daha net ortaya
çıkar. Fakat insanın zaaflarından çok daha güçlü yanları da vardır. Yani insan
düşünen, üreten, hayal kuran, kavram üretebilen, kavramsal düşünebilen bir canlıdır.
Son söylediğim kavramsal düşünmenin kaliteli ve dolu bir hayat yaşamak için elzem
olduğu kanısındayım. Yani sadece somut ve gündelik olaylara değil; soyut meselelere
de önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Somut ve gündelik olayları hayvanlar ve
bitkiler de tecrübe edebiliyor çünkü. Yağmur yağdığında buğday filizlenir, köpeğin
canını acıtırsanız saldırır. Bunlar somut olaylardır. Ancak en azından şimdiye dek bir
baykuşun, şiir yazabildiğini görmedik. Bir ağacın şarkı söylediğini duymadık.
Düşünce düzeyindeki hadiseler, insanlara özgüdür. Fakat soyut düşünce, pek çok kişi
tarafından bilinçli ya da değil, reddediliyor diye düşünmekteyim ben. Kapsamı biraz
daraltıp sinema sanatını ele alalım. Herkesin kendine has bir sinema anlayışı vardır,buna itirazım olamaz. Ancak ben sinemanın en entelektüel ve kalbe en çok dokunan
sanat dalı olduğunu kanısındayım. Bu açıdan sinemacıların, duygu ve düşüncelerini
belli bir soyutlama üzerinden anlatmaları gerektiğini düşünüyorum. Sözgelimi, üzgün
bir insanı ağlatmak, olaya somut ve bodoslama bakmak demektir. Buna karşın üzgün
birinin ruh halini anlatmak için kamerayı ıslak bir köpeğe çevirmek, üzüntüyü daha
berrak ve zeki bir biçimde aktarmak demektir. Sembolizm ve kavramsal anlatı
bakımından son dönem sinemacılarını ve hatta edebiyatçılarını vasat buluyorum ben
doğrusu. Tabii ki herkesten Tarkovski sinemasına birebir riayet etmesini
bekleyemeyiz, bir de eğlenceye odaklı endüstriyel sinema vardır. Fakat ben burada
sinemanın kurucularının filmlerinden, Bresson'dan, Kiarostami'den, Godard'dan
öğrendiğim sinemayı temel alarak imgesel anlatımın yeni sinemacılarda kıt olduğunu
gözlemliyorum.
İmgelemin zayıf olmasının nedenlerini herhalde ciltlerce kitap yazsak yine de
anlatamayız. Ancak içindeki yaşadığımız dijital çağda, imaj bombardımanı altında
olmamız, sanıldığı gibi imgelemi geliştirmiyor. Tam tersine, bu kadar çok görsele, sese,
uyarana mağruz kalmak bir anlamda imgelemimizin bağışıklık sistemini çökertiyor
bence. Fazla olan, üzerine düşünülmemiş olan, hamburger gibi sipariş verir vermez
hazır olan imgelerden bir şey çıkmaz. Üzerine düşünülmemiş, uğruna geceler boyu
uykusuz kalınmamış fikirlerin değeri olmaz. Öyle ucuz imgelerden sanat eseri
devşirilemez. Yani bir başka deyişle, sanatçının görevi hayatında gördüğü olayları
zihninde kavramsal bir çerçeveye oturtmak ve bu olayları imgelere, sahnelere,
melodilere, fırça darbelerine dönüştürmektir. İçsel bir dönüşüm olmadan, sindirim ve
içselleştirme olmadan sanattan bahsedemeyiz. Tarkovski'nin de naçizane benim de
derdim, tasam, meramım budur işte.
Semir Arslanyürek. Tarkovski'den Sinema Dersleri. Agora Kitaplığı. 2012.
|
Hüseyin Caner Oflaz
Bilgisayar Oyunlarının Yanlış Değerlendirilmesi
Küçüklüğümden beri hep bilgisayar oyunlarıyla aram iyi oldu belki de olması gerektiğinden
iyi olmuştur ancak bu son zamanlarda çıkan haberler ” yok bilgisayar oyunları zararlıdır,
psikolojik zararlar verir” gibi durumlar sinirimi bozmaya başladı. İşin daha kötü tarafı ise bu
konu hakkında bilgisi olmayan insanların bu sözleri sorgulamadan kabul etmesi. Aslında
özünde bir zararı olmayan bilgisayar oyunlarının basmakalıp sözlerle ifade edilmesi
tamamen bir haksızlıktır.
Bilgisayar oyunları hakkındaki tartışma aslında uzun zamandır devam ediyor. Ancak
genelde zararlıdır diye sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu tartışmaların oyunların hepsini hedef
alması çok büyük bir hatadır. Bence her oyun türü farklı olarak değerlendirilmelidir. En
basitinden oynayan kişi bile değiştiğinde bir oyun zararlı olmaktan tam tersine yararlı bir
duruma bile geçebilir. Örneğin bir savaş oyunu sadece şiddet olarak düşünülerek oynanırsa
şiddete meyilli olan bir kişinin duygularını daha fazla ortaya koyup zararlı bir durum
oluşturabilir. Ancak bunu bir strateji ve eğlence olarak düşünerek oynanır ise kişinin stratejik
düşünmesini ve geneli görme yeteneğini geliştirerek gerçek hayatta ona belki de işinde çok
büyük yardımları dokunabilir. Ayrıca bu oyunlarda refleksler önemli olduğu için kişinin
reflekslerini de geliştirebilir. Fakat bu her oyun için geçerli değildir; özellikle yaş sınırı olan
oyunların küçük yaşta oynanması durumunda psikolojik olarak zarara yol açabilir. Takım
oyunlarında ise bir takım olarak çalışma yetisi geliştirilebilir ve bu oyunlar iletişime de katkı
sağlayabilir ; çünkü internet üzerinden oyun oynarken insanlar birbirileriyle ortak bir yönü
olan kişilerle karşılaşıyorlar ki gerçek hayatta bence önemli arkadaşlık nedenlerinden biri de
ortak ilgi alanıdır. Tabii önemli olan bence burda doğru psikolojiyle yaklaşmak ve ne yaptığını
bilmektir. Peki ne yaptığını bilmek nedir? Öncelikle, insan oynadığının bir oyun olduğunu
bilmelidir çünkü insan oyun oynadığı gerçeğini unutursa hayatını mahvedebilir. Bu yüzden bu
oyunların doğru psikoloji ile oynanması gerekir. Ancak her zaman kötü etkisi olan oyunların
nedeni oynayan kişi değildir. Bazı oyunlar özellikle bu amaç için yapılmıştır. Ancak bu
oyunların yüzdesi oldukça azdır ve bu tür oyunların oynanmaması gerektiği belirtilir ama pek
bilgisi olmayan yaşı küçük olan oyuncular bu tuzaklara düşebilir. Bu durum da genç yaştaki
insanların hayatlarına zarar verici olabilir. Bir başka zararlı denilebilecek durum ise bilgisayar
başında çok uzun süre oturulması ve bu durumun sağlık açısından zararlı olması durumudur
ancak bu durum da oynayan kişinin psikolojisine ve fiziksel fonksiyon kapasitesine bağlıdır.
Örneğin şahsen yerinde duramayan bir kişi olarak bu durumu hiç hissetmediğimi
söyleyebilirim. Ayrıca mesela bilgisayar oyunlarının çoğunun dili İngilizcedir. Eğer cidden
meraklısı iseniz bu dili öğrenmede çok büyük katkıları olur. Kendi hayatımda benim çok işime
yaradı bu durum çünkü bir şeyi öğrenmenin en iyi yollarından biri o şeyi hayatınızda
kullanmaktır, oyunlarda da bu durum geçerlidir. Eğer internet ile oynanan oyunları
oynuyorsanız İngilizce konuşmak size diğer oyuncularla konuşabilmek için gereklidir. Bu
durum sizin İngilizce öğrenmenizi kolaylaştırıyor. Kendi hayatımda İngilizce öğrenimimde
eğer bilgisayar oyunları olmasaydı hayatımda türlü türlü sorun yaşardım.
Bilgisayar oyunlarının gerçekte de zararlı olduğu kanaati benimsenmiş olsa bile bence
eğer kişi kendini biliyor ve bunu hayatında kullanabiliyorsa bilgisayar oyunlarının zararından
çok yararı olabilir. Genel kanının aksine benim değerlendirmem bilgisayar oyunlarına olan ön
yargının kırılabilmesi için daha kapsamlı değerlendirmelerin yapılması toplum açısından
daha aydınlatıcı sonuçlar ortaya koyar.
|
AKSU 1
İREM NAZ AKSU
KAHVESİNİ SICAK SEVENLER İÇİN
İçinizi ısıtacak sımsıcak kısa anılardan oluşan Soğuk Kahve'yi ben de çok büyük
umutlarla almıştım. Sosyal medyada paylaşılan alıntılarından ve sayfalarından görerek,bir
heves gidip aldığım bu kitabın aslında sadece zaman kaybından ibaret olduğunu okudukça
anladım. Yazarın ilk eseri olan Soğuk Kahve, en başta yazdığım gibi içinizi ısıtacağına ismi
gibi yazarın bahsettiği güzel duygulardan ve hatta kendi anılarından da soğutan bir tat
bırakıyor kitabın sonunda okuyucuda. Kitabın türüne bile tam olarak karar verebilmiş değilim
aslında. Öykü desen değil, roman hiç değil ancak denemenin yandan yemişi olarak ifade
edebiliyorum. Genel olarak bakıldığında bu kitap, yazarın kendi hayatından kesitlerle bizlere
sunduğu kısa kısa anılardan ibarettir.
Öncelikle kitabın okuyucuyla sürekli bir konuşma havasında geçmesi ilgimi çekmişti
ama sonradan fark ettim ki söyleşi havası kitaplar için uygun bir dil değilmiş. Karşımda kim
olursa olsun sürekli bana hayatı hakkında öğütler verse ya da sürekli yaptığı hatalardan
bahsetse elbet bir yere kadar dayanabilirim. Soğuk Kahve'de tam olarak hissettiğim de bu idi,
'ben yaptım, siz yapmayın' havası çoğunlukta. Aslında yazarın da kendisiyle çeliştiği çok fazla
yer olmuş. Eski aşklar unutulmalı mı, peşinden mi gidilmeli? Sevdiklerimize çok fazla mı
değer veriyoruz yoksa biz hiç mi değer görmüyoruz? Sürekli bir soru seli fakat cevaplar her
sayfada farklı bir yanıt ile dile getirilmiş. Yani ben bu kitabı okuduğumda bana ne kattı diye
sormayı cesaret bile edemedim çünkü zaten kitabın yazarı dahi kendisinin ne istediğini veya
ne anlamak istediğini güzelce anlayıp, dile getirememiş. Bir sayfada sevgili yüceltilip, mecbur
hissedilirken sayfayı çevirdiğinde aslında bizi hak etmediğini anlatıyor Batman satırlarında.
Yazdıklarından anladığım kadarıyla; kendi çocukluğunu, gençliğini ve aşk hayatını tamamen
farklı geçirdiği için bunların hepsini harmanlayıp okuyucusuna nasıl ifade edeceğini
bilememiş olucak ki, ben de kendime bu kitaptan çıkaracak hiçbir satır bulamadım. Baştan
sona kötü yorumlanmış bir eser de demek istemiyorum fakat okurken altını çizdiğim yerler
olmadı değil; söylemek istediğim o alıntılardan sonra gelen cümleler. Bu alıntıda çok
güzelmiş deyip altını çizdiğim neresi varsa ardından gelen cümle onun tam tersini
savunuyordu. Yazarın, yazılarındaki anlam bütünlüğü sıkıntısı fazlaca olduğundan kitap
benim için sadece altını çizdiğim alıntılardan ya da sosyal medyada paylaşılan birkaç satırdan
öteye geçemedi maalesef.
Kitabın içinde geçen 'Nasılsın Sabah Uykum?' adlı yazıda sevgilisini sabah uykusuna
benzetmiş hatta birini sabah uykusu kadar sevebilmekten sözetmiştir. Bence birini sabah
uykuna benzetmek sevgiliye hakaret etmekten farksız. Benim için sabah uykusu hep o yarım
kalandır, istemediğim halde bölünendir. Yazar ise bunu birine söylediğinde karşısındakinin
'Bu adam beni çok seviyor' diye düşünmesini bekliyor. Sonra ise farklı bakış açısı olmayan
biriyle hayatın geçmeyeceğinden bahsediyor. Genel olarak ne olup bittiğinden habersiz
tavırları, fazla ciddiyetsiz diliyle beni bu kitaptan soğutmayı başardı. İçten olmaya çalışmış
fakat kullandığı 'lan', 'oha' gibi sözcüklerle sokak ağzının ve alaturkalaşmanın dışına
çıkamadığını düşünüyorum. Soğuk Kahve'yi okurken size sabır diliyorum. Ben çok büyük
hayallerle aldığım bu kitaptan ufak alıntılar dışında çok bir şey kazanamadım. YazarınAKSU 1
yaşamından bahsettiği kesitlerden olsun ya da üslubunun verdiği ciddiyetsizlik olsun bu
kitaba kütüphanem arasında yer bulamadım. Umarım yazarın diğer eserleri de bunun gibi bir
hayal kırıklığıyla sonuçlanmaz benim için. Yine de size iyi okumalar...
Kaynakça:
Kitabın Adı:Soğuk Kahve
Kitabın Yazarı: Ahmet Batman
Sayfa: 224 sayfa
Yayınevi: Destek Yayınları
|
Çağrı Durgut 20/07/2020
21801983
Dalı Bırakmamak İçin Bir Sebep
Bir kitap okudum ve sanki o kitabı ben yazmıştım… Bana kalırsa bir insanın
yaşayabileceği zevkler arasından en entelektüeli bu. Senden yıllar önce yaşamış bir devin
zihninde senin de aklından geçmiş düşüncelerin olduğunu görebilmek. Çoğu vakit kendi
düşüncelerimi romanların içinde, özellikle de Dosto’nun karakterlerinin zihninde görürdüm
ancak zihnimin bir köşesini her daim rahatsız eden bir soru vardı ki onun hiçbir yerde açık açık
sorulduğunu duyamazdım. İnsanların cevabı çoktan verilmiş, üstü kapatılmış gibi davrandıkları
için kendime dahi sormaya cesaret edemediğim bir soru…
Anna Karenina romanının 1997 yılında çekilen
sinema uyarlaması esasen kitapta bulunmayan ancak
Tolstoy’un İtiraflarım kitabının temelini oluşturan şu
sahne ile başlar. Kendisini kovalayan bir kurt
sürüsünden kaçan bir seyyah, can havliyle önünde
bulduğu susuz bir kuyunun içine atlar. Düşme
esnasında can havliyle elleriyle kuyunun içinde
bulduğu bir ağacın köklerini yakalar ve ona sımsıkı
tutunur, aşağı baktığında ise kuyunun dibinde
düşmesini bekleyen bir canavar olduğunu görür. Bu
sırada tutunduğu ağacın yaprakları arasından bal
damlaları sızdığı fark eden adamın diline bu damlalar
düştükçe onu mutlu etmektedir. İşte böylece kuyunun
içinde dallara tutunup beklerken kuyunun taşları
arasından çıkan biri siyah biri beyaz iki fare tutunduğu
dalları kemirmeye başlar. Artık adam için kaçış yoktur.
Ne aşağı inebilir ne de yukarı çıkabilir. Üstelik ona
teselli vermekte olan bal damlaları artık tat vermez
olmuş; fareler dalları kemirdikçe zamanı da azalmakta,
gözleriyle gördüğü mutlak sona doğru yaklaşmaktadır.
Resim 1
1İşte benim sorum tam olarak buydu. Bu analoji, adeta aklımdan ışık hızıyla geçtiği için
bir türlü kelimelere dökemediğim fikirleri somutlaştırıp gözlerimin önüme sermişti. Herkesin
bir şekilde görmezden gelmek istediği bu sorunun önüme basit bir örnekle koyuverilmesi beni
afallatmıştı. Hakikat şuydu: Hayatın anlamsızlığı karşısında insan, kuyuda asılı bekleyen
seyyah kadar çaresizdi. Başka bir deyişle insan hayatı, o seyyahın bir süre sonra düşeceğini bile
bile dalda asılı kalmaya devam etmesi, ağzına düşen damlalar ile mutlu olması kadar
anlamsızdı. Kuyunun iki ucunda bekleyen canavarlar ölüm ve sonrasındaki mutlak hiçlik, dala
tutunup kaderini bekleyen âdemoğlu, dalları kemiren fareler ise akıp geçen zamanımızdı…
Hayatın anlamsızlığının idraki ve insanın içindeki yaşama isteği birbiriyle çarpıştığında
ortaya ancak benimki veya Tolstoy’unki gibi kararsız ve karamsar zihinler ortaya çıkıyordu.
Üstelik bu düşüncelerimizde yalnız da değildik. Tolstoy bu analojinin bir şark meselinden alıntı
olduğunu söyler, sonraları ufak bir araştırma ile bu masalın birkaç varyasyonu ile Suhuf-u
İbrahim’den Buda’nın öğretilerine kadar envaiçeşit kaynakta yer aldığının rivayet edildiğini
öğrendim.1 Sonuçta anladım ki insanlık bu sorunu görmezden geliyor değildi, yalnızca hayatta
olanlarımızın büyük bir çoğunluğu dalların arasından sızan balı yalamakla o kadar meşguldü ki
ne kuyunun başındaki ne de dibindeki kaçınılmaz canavarların şiddetini görebiliyorlardı. Bu
canavarların varlığı ancak tutundukları dal çatırdamaya başlayınca dikkatlerini celbedebiliyor,
hayatı yaşamalarının tek sebebinin içlerinde buldukları nedensiz bir hayatta kalma güdüsü
olduğunu ancak o zaman fark edebiliyorlardı.
Düşüncelerimde yalnız olmadığımı fark etmek beni ne kadar tatmin etse de ağzıma
çalınmış bir parmak baldan başka bir şey değildi. Bu analoji veya Tolstoy’un onun üzerine
yorumu içimdeki anlamsızlığı beslemekten başka bir şey yapmıyordu. Üstelik akıl sağlığım için
hayatta bir anlamın olduğunu yanılsamak dahi hayatın anlamsızlığını kabul etmekten yeğdi.
İşte o zaman fark ettim gerçek arayışımın tam da bu noktada başladığını. Hayatın bir anlamı
varsa onu gerçekten arayabilmek için önce daha önce sahip olduğum anlam yanılsamalarını bir
kenara bırakmam gerektiğini...
Eğer çıkışı olmayan bir ormanda yaşadığımı kabullenmiş olsaydım bununla yaşamaya
devam edebilirdim ancak ben daha ziyade ormanda kaybolmuş ve bu gerçek nedeniyle dehşete
düşmüş, yolunu bulmak için koşuşturan birisine benziyorum diyor Tolstoy. Attığı her adımda
kafası karışan ve yine de koşuşturmaya devam eden birisi… İnsan olmak işte tam olarak burada
başlıyor diyorum ben de. Buda’nın, Tolstoy’un, Suhuf-u İbrahim’in yazarının veya Sartre’ın
1 Resim 1: Hikâyenin Buda’nın öğretilerinde yer aldığı şekliyle resmedilişi.
2benzer şekillerde fark ettiği hakikat buydu: Hayat, anlamını aydın zihinli kişiye diğerlerine
sunduğu gibi kolayca sunmaz. Bir anlamın olmadığını fark etmek sadece sınavın ilk aşamasıdır.
Bundan sonra anlamsızlığa katlanabilmek gelir, ardından ise sanki varmışçasına bir anlam
aramak. Aramakla bulunmayacağını ancak bulmak için aramak gerektiğini bilerek
usanmazcasına aramak...
Kaynakça
1) Buddha, Shakyamuni. The Reality of Mankind.
http://www.lifespurpose.info/buddha/realityofmankind/realityofmankind01.html
adresinden elde edildi.
2) Tolstoy, Leo Nikolayevich. İtiraflarım. İstanbul: Lacivert Yayınları: 2017.
3) Rose, Bernard. Anna Karenina. 1997. Icon Productions. Film.
3
|
İsim:Berkay Can Baydar
No:21302217
Ders:Tur101-53
SİSTEM YANILGISI
İnsanoğlu yaratılışından yani doğasından ötürü kötüdür ve bencildir. Bütün insanlar birbiriyle
bencillik konusunda yarışabilir. Hepsi kendi iyilikleri ve refahları için diğerlerini çok kolay bir biçimde
oyun dışı bırakabilir. Bütün bunlara rağmen hepimizin bir tarafı ki maalesef çok küçük bir tarafı iyilik
yapma eğilimindedir ve diğer insanları düşünür. Her insanın sürekli içinde bulunduğu veya bulunmak
zorunda olduğu bu çelişki aslında günümüze kadar gelen bütün yaşayış biçimlerinin veya daha bilinen
adıyla siyasi akımların çıkış noktasını oluşturmaktadır. Biz, bu koca egolu varlıklar gerçekten her
şeyimizi herkesle paylaşabilir miyiz ya da herkesle eşit mevkiye, eşit maaşa ve eşit haklara sahip
olmayı kabullenebilir miyiz? Daha net bir şekilde söylemek gerekirse komünal yaşam tarzı bizim için
uygulanabilir midir?
Kuşkusuz ki bütün insanlar hayatlarının bir döneminde herkesle eşit ve herkesin herkesi koşulsuz
sevdiği bir dünyada yaşayabilmeyi hayal etmiştir. Aslında daha hayatın gerçeklerinin görülmemiş
olduğu, sadece aile bireyleriyle iletişimde olunan ve en büyük günahı yemeği yere dökmek olarak
bildiğimiz dönemde hayalini kurduğumuz bir dünyaydı, belki de herkesin bir tuğlasını koyduğu
kocaman bir ütopyaydı hepimiz için. Hani küçükken söylediğimiz ‘Hayat bayram olsa’ şarkısındaki gibi,
herkes inansa ve hayat herkese bayram olsa derdik ya... Hatırlıyorum 23 Nisanlarda arkadaşlarımla el
ele tutuşup sesimizin son haddine kadar bağırırdık o şarkıyı ve bu o zamanlar için hepimizin inanarak
dilediği bir istekti doğadan ve Tanrıdan.
Çocukların hayal ettiği o temiz ve saf dünyaya ulaşabilmemiz maalesef bizler için imkan çerçevesi
dahilinde değil. George Orwell Hayvan Çiftliği’nde bu durumu o kadar güzel anlatmış ki yıllar
öncesinde yazılan bu kitabı okurken kendi yaşadığımız olayların gözümüzün önüne geldiğini ve bugün
içinde bulunduğumuz yaşam biçiminin bizler için ne kadar yaralayıcı olduğunu görebiliyoruz. Önce
bütün hayvanların beraber kurduğu temiz ve saf bir yaşam alanı görüyoruz ve bu alan tam olarak
bizim küçükken hayalini kurduğumuz herkesin eşit haklara sahip olduğu ve herkesin herkesi sevdiği
tarzda bir dünyayı temsil ediyor. Daha sonra ise daha akıllı olarak betimlediği domuzlar ki onlar da
benim bahsettiğim yaşça büyük insanları temsil ediyor, bencilliğin getirdiği içgüdüyle öne çıkma
hırsına kapılıp yavaş yavaş o güzel dünyayı kirletip yaşam alanının sonunu getiriyorlar ve bu da
maalesef bizim bugün içinde bulunduğumuz tarzda bir dünyanın oluşumuna yol açıyor.
Kitabın genel anlamda sosyalist düzene bir eleştiride bulunduğuna inananlardan ziyade ben kitabın
eleştirmek istediği tarafın insan ve onun bencilliği olduğunu düşünüyorum. Çünkü belirtilen ya da
hayal edilen düzenlerde bir yanlışlık ya da hata olmadığı aşikar,asıl hata ve yanlışlık insanın kendisinde
ve egosunda. İnsanın kendi egosuyla ve iç dünyasıyla yaşadığı problemler yüzyıllar boyunca yine
insanın kendisine zarar vermemiş midir? Yaşanılan savaşlar, katliamlar veya kıyımlar… O kadar büyükçaplı düşünmeye de gerek yok aslında, günlük yaşamımızda arkadaşlarımızla ya da ailemizle
yaşadığımız sıkıntılara bakalım. Dikkatli düşünecek olursak hepsinin kaynağında karşılıklı bencilliklere
rastlamanız çok zor olmayacaktır.
İnsanların bencilliğinden daha çok üzüldüğüm tarafları tepkisizlikleri ya da yaşama devam edebilme
içgüdüsüyle sisteme ayak uydurmaları, başkaldıramamaları. Tıpkı Hayvan Çiftliği’nde olduğu gibi
düzenin başındakilerinin yaptığı yanlışlara ve haksızlıklara sessiz kalmaları ve bunları sırf onlar yaptı
diye kalıbına uydurup haklı görmeleri. Aslında bahsettiğim ‘koyun içgüdüsü’ insanların bugün mutsuz
olmaları ve zorunluymuş gibi bu mutsuz yaşamı sürdürmelerinin en büyük nedeni olsa gerek.
Günümüz yaşamında da kitapta olduğu gibi başkaldıranların ezildiğini düşünürsek bu mutsuz yaşamı
sürmek zorundaymışız gibi duruyor.
İnsanların egolarını tatmin etmeden önce kalplerini tatmin ettikleri, içlerindeki o küçük paya sahip
olan iyi tarafı ön plana çıkardıkları zaman herkesin daha mutlu bir yaşam süreceğini görmek çok zor
olmasa gerek. Çözümü sistem değiştirmekten öte kendimizi değiştirmek noktasında ararsak o hayalini
kurduğumuz sistemlere ya da yaşam biçimlerine daha kolay ulaşabileceğimiz kanaatindeyim. Sorunun
odak noktası olarak başkalarını belirlemek yerine kendimizi odağa koyduğumuz zaman bahsettiğim
çözümleri fazla aramak zorunda kalmayacağımızı düşünüyorum. Nitekim hayat bencil olmak için çok
kısa ve kısa vadedeki ego tatminimizi uzun süreçli yaşayabileceğimiz mutluluklarımıza değişmeyelim,
çünkü hayat mutsuz geçirecek günler için de çok kısa.
|
Mehmet Behnan Türkeri
BİR YAZAR OLMAK
Evet, yazar olmak. Birçok hayalimden yalnızca bir tanesi. Kısa süreli hayallerimden
birisi desem daha doğru olur. Yani her şeyi bir ara yapmak istiyorum ama birkaç gün sonra
yapma isteğim geçiveriyor. Yine de yazar olmak, aklıma en çok gelen hayallerden. Bir şeyler
hatta bazen azıcık şeyler yazarak, pek çok insana ulaşabilmek… Kulağa hoş gelmiyor mu?
Okunuyorsunuz ve beğeniliyorsunuz. Hayranlarınız oluyor ve hitap ettiğiniz kitle gün
geçtikçe genişliyor. Tabii olumsuz sonuçlar gören yazarlar da olabiliyor ancak bu noktada
pozitif düşünmemiz gerekiyor. Şimdi, neden ara sıra yazar olma arzusuna kapıldığımdan ve
yazma hakkındaki bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.
Öncelikle şiir okumayı çok severim. Türü fark etmez. Epik, lirik, didaktik, pastoral
hepsi olur. Anlamdan çok görünüşe bakarım. Eğer kafiye bolsa ve üstüne anlam bütünlüğü
sağlanmışsa, o şiir benim için mükemmeldir. Böyle mükemmel şiirler okuya okuya şiir yazma
arzusu oluştu kafamda. Ben de yazmaya başladığım zaman öncelikle kafiyeye dikkat ettim.
Yazma işlemine dokuzuncu sınıftayken okulda sıkıldığım ya da işimin olmadığı boş
vakitlerde başlamıştım. Okulda yazdığımdan dolayı okul konulu şiirler oldu ilk şiirlerim.
Önemli bir detay söyleyeyim, bu şiirleri İngilizce yazdım. Devamı da İngilizce geldi. Neden
Türkçe yazmadım bilmiyorum. Herhalde ilkini İngilizce dersinde yazdığım için olabilir.
Neyse işte sonra yazdığım ilk şiiri sınıf arkadaşlarıma ve öğretmenime gösterdim ve
hepsi beğendi. İsmi “Corridors of Pain” yani “Eziyet Koridorları” idi. Okulun sevilmeyen
yönlerini, bazen öğrencilerin nasıl acı çektiğini ve öğrencilerin kafasından geçen pesimist
düşüncelerin kağıda dökülmüş hâli gibi bir yazı oldu desem yalan olmaz sanıyorum.
Öğretmenim de içeriği okulla ilgili olumsuz fikirlerden oluşmasına rağmen beni takdir etmişve başka şiirler de yazmam gerektiği konusunda bir öneride bulunmuştu. Okulun son aylarına
gelmiştik o zamanlarda. Bir veya iki ay sonra okul bitecekti. Sadece son sınavlarımız kalmıştı.
Ben de sınavların baskısından bir nebze olsun kurtulabilmek için şiir yazmaya devam ettim.
Yine okul hakkında oldu içerikleri fakat bu defa işin içerisine bir tanesinde akrostiş, diğerinde
de İngilizce söz sanatlarını kattım. Güzel bir iş çıkardığımı söylediler. Toplamda üç tane
şiirim olmuştu.
Üç tane şiirim olmuştu da hepsi genel konuları içerdiğinden dördüncü çalışmamda
farklı bir konuya yönelmek istedim. Oyumu da ilkokuldan beri başıma dert olan ve şu an
üniversitede hâlâ bana sorun çıkartan Matematik dersinden yana kullandım. O da akrostiş ve
matematiksel terimlerden oluşuyordu. Matematik konulu şiirimi de Matematik hocama
gösterdim ve ondan da beğenimi aldım. Sonrasında da şiirim, okulumuzun Matematik
dergisinde yayımlandı. Çevremdekilerin istekleri üzerine üç tane daha şiir yazdım ve onlar da
okulumuzun İngilizce dergisinde yayımlandı.
Evet, yeterince şiir yazmıştım. Yazar olmaktan bahsedeceğim dedim de kendimi şair
ettim neredeyse. Bundan sonra şiir yazmaya hobi olarak tabii ki devam edeceğim ancak bir de
roman gibi daha uzun soluklu çalışmalar var kafamda. Hayalet Yazar romanındaki gibi
kendimi hayatımı bir romanın içinde ve başka bir yazar figür üzerinden anlatsam çok hoş
olurdu açıkçası. Böyle romanlar okumayı seviyorum. Yazarlar hayatlarını, kendi yarattıkları
karakterlerin ağzından anlatma işlemini sık sık gerçekleştirirler. Eğer şiir dışında roman falan
yazarsam, aynı yöntemi ben de kullanmak istiyorum. Yöntemden sonra biraz içerikten
bahsedeyim. Yazacağım kitap ya da roman her ne olacaksa; psikolojik tahliller ve iç
monologlarla beraber gelen betimlemeler ile dolu olacaktır. Okuru fikir karmaşası içinde
düşündürmek güzel olsa gerek.
İşte, benim bu şekilde ufak bir edebiyat girişimim mevcut. Umarım gelecekte
profesyonel bir pozisyonda olmasa da bir şeyler yazmaya vakit bulabilirim. Yazmayı veokutmayı hayatımdan çıkarmamalıyım. Hem insanların hoşuna gidiyor hem de yazdıkça
kafam dağılıyor, sıkıntılarımı unutuveriyorum. Ey insanlık! Sizleri, kafanızdakiler saçma da
olsa yazmaya davet ediyorum. Eğer kendinizde herhangi bir yetenek keşfedemediyseniz, belki
de içinizde bir yazarlık cevheri vardır. Bunu en kısa zamanda fark etmelisiniz. Sonuçta
dünyanın gidişatını değiştiren veya büyük bir olayın başlangıcına sebep olan yazılara imza
atabilirsiniz. Kimileri sizi eleştirir fakat siz yazdıklarınızla öne çıkar ve tanınırsınız.
Ben şahsen popülerlik için yazmadım yazdığım şeyleri. Yani yazdıklarım henüz üç beş
parça şeyler ama olsun. İnsanlara belki bir kıvılcım gösteririm diye düşündüm. Bir amaç için
yazmak her zaman daha iyidir görüntüden. Ben de zaten ilk olarak görünüşe, sonra anlama
önem vermeye başlamıştım. Kendimi edebî dönemler arası geçiş yapmış gibi hissettim anlık
olarak. Neyse, demem o ki her yaptığımızı bir amaç için yapmalıyız. Zaman kıymetlidir değil
mi? Hem yazmak da güzel bir uğraş. Zamanı iyi değerlendirerek faydalı şeyler yazmak bir
insanın ömründe yapabileceği en güzel işlerden biri olabilir.
|
KURALLAR ÇĠĞNENMEK ĠÇĠN (MĠDĠR?)
Akla sadelik geldiği zaman –ele alacağım konuda “özlük” kavramını kullanmak daha
doğru olur sanırım- ne kadar baĢarılıyız günlük hayatta? Örneğin; bir Ģirketin yöneticisi, hatta
sahibi olduğumuzu düĢünelim. ġirketin çarklarının yağlı kalabilmesini ve böylece uzun süre
boyunca tıkır tıkır dönebilmesini sağlamak için hangi kuralları koymalıyız ki baĢarılı olalım?
“Öz” kurallar koyarak yöneteceğimiz bir Ģirket baĢarılı olabilir mi mesela? Hatta belki
neredeyse kural bile koymayarak, çalıĢanların kendi maaĢlarını ve tatillerini belirlemesini
sağlayarak çarkları döndürebilir miyiz?
BoĢ zamanlarımdan birinde “TED Talks” izlerken, alanlarında oldukça baĢarılı iki
konuĢmacının kendi iĢ hayatlarından ilham verici örnekler vererek ve bu konuĢmacıların
birbirlerinden tamamiyle farklı konulara değinerek anlattıkları bir nevi hayat hikayelerinin ne
kadar farklı, ama aynı zamanda da ne kadar da aynı olduğunu fark etmem beni oldukça
derinden etkiledi ki, bunu bloguma yazmaya karar verdim.
Yazı dilinde direktlik ünlem iĢaretine, gizem ise soru iĢaretine benzetilebilir. Bu
kavramlar, pratikte ünlem ve soru iĢaretleri gibi birbirlerinin zıtlarıdır, en azından zıtlarıydı
demek daha doğru olur benim için bugüne kadar. Ünlü tasarımcı Chip Kidd’in konuĢmasını
dinlemek, sadelikte direktlik ve gizemlilik gibi zıt görünen iki kavramın uyumunun önemini
kavramamı sağladı. Her direktlik sadelik gibi görünebilir, her
gizem ise karmaĢıklılığı temsil edebilir bize fakat bazen öyle
direkt olursunuz ki, sadelikten tamamıyla uzaklaĢırsınız; bazen
ise öyle gizemli olursunuz ki, sadeliğin tanımı olarak parmakla
gösterilirsiniz. Örneğin, bir restorantta hesabı istemenin dünyaca
ünlü sembolü olan el iĢareti –evet, iĢareti bile anlatmama gerek
yok çünkü gözünüzde canlanıverdi- direktlik ile sadeliğin
mükemmel bir uyumudur; lakin hesabı istemeye
yeltendiğimizde servis elemanının gelmesini bekleyip,
geldiğinde bu hareketi yapmak bizi hem sadelikten hem de
direktlikten uzaklaĢtıracaktır kuĢkusuz. Chip Kidd’in
Görsel 1
herhangi bir kitap tasarımı da bu eĢsiz uyumun bir örneği
olabilir. (bkz. Görsel1) Romanın kapağındaki gizem, okuyucuyu heyecanlandırmaklakalmayıp, aynı zamanda okuduğunda ĢaĢırtıyor; sürprizini bozmamak için, sadece bütün
romanı ve Tokyo metro renklerini bilenlerin anlayabileceği bir hikaye olduğunu belirtmek
isterim. En nihayetinde, her Ģeyin azı karar fazlası zarar deyiĢinin bu durumda çok güzel
iĢlediğini görmek mümkün bizim için. Bir kitap kapağı tasarlarken direktliğin ve gizemin
varlığından elbette söz edebiliriz, hatta söz etmezsek yazdığımız herhangi bir yazıyı sonuçtan
giriĢe doğru yazmıĢa döneriz; farz edelim ki Ģirkette kuralları koymaktan sorumlu yöneticiyiz,
hala söz edebilir miyiz yapacağımız iĢte baĢarılı olmak için ve Ģirketi ileriye taĢıyabilmek için
iĢ hayatımızdaki gereksinimlerimizin baĢlarında yer alan özelliklerin içinde direktlik ve
gizemliliğin eĢsiz uyumu olduğundan?
Bu noktada, on dokuz yıllık yaĢam, on dört yıllık eğitim hayatımın düne kadar olan
kısmında cevabım ne evet ne de hayırdı, pek bir fikrim yok der geçerdim muhtemelen. Fakat,
ne zaman ki Ricardo Semler’ın inanılmaz baĢarısının ilham verici konuĢmasını dinledim, o
zaman cevabın aslında saf bir evet olduğunu anladım. Kuralları koyarken sadece öz ve gerekli
kuralları koymak yeterliymiĢ aslında Ģirketi daha ileriye taĢımak için. ÇalıĢanları birer koyun,
kendinizi ise bir çoban gibi görürseniz standart yüzde bir ve veya ikilik –Ģanslıysanız yüzde
beĢlik- büyüme ile tamamlarmıĢsınız çeyrekleri. Halbuki, çalıĢanları biraz rahat bırakarak,
onlara da takdir yetkisini tanıyarak; hatta ve hatta onların yapacağı iĢe bir kota koyarak,
kotadan fazla iĢ yapılması yerine tatile çıkılmasını isteyerek yönetilseymiĢ baĢarılı olurmuĢ
Ģirket, bunu anladım. Bu sistemle, dört milyon dolarlık Ģirket kısa sürede iki yüz milyon dolar
gibi astronomik değerlere ulaĢabilirmiĢ. Biz insanlar, kuralları koyarken empatiden uzak
yollara baĢvurduğumuz için bu kadar vasadız geliĢmekte bence.
Sonuç olarak, Ricardo Semler gibi öz kurallar koymanın iĢ hayatında ne kadar baĢarılı
olduğunu gören güzel yöneticilere sesleniyorum: Çok teĢekkürlerimi sunuyorum kavradığınız
için. Görmeyenleri ise Semler’ın konuĢmasını dinlemeye davet ediyorum.
ENGĠN EGE SARAÇÇI
21502978
|
AÇ GÖZLÜ PEMBELER / Deniz Akkaya
Özgürlüğüne yeni kavuşmuş bir toplum, sorgulamaktan yoksun bir halk, aç gözlü
yöneticiler ve daha fazlası... Türlü entrikalar ve bireyleri oyalama çabaları aslında her
zaman tek bir amaç içindir; halkın refah düzeyini arttırmak(!)...
Bir ülkenin düşmanlardan kurtuluşu ve
sonrasında yapılan yenilikler, liderler arasında
fikir ayrılıkları, yapılan haksız suçlamalar bu
kitabın temel hatlarını oluşturmakta. Bir bakıma
günümüzde yaşanan ya da yakın geçmişte
yaşanmış olayların çok miktarda benzetme ve
metaforlarla okuyucuya aktarıldığı bir kitap
Hayvan Çiftliği. Aynı zamanda bir liderin koltuk
sahibi olduğu zaman, nereden geldiğini ve ne
olduğunu nasıl unutabileceğinden de güzelce
bahsediyor.
İhanete uğramış bir devrim tablosu
çizmeye çalışan George Orwell, bu tabloyu
hayvanlar ve çiftlik işleri üzerinden çok başarılı bir
şekilde oluşturmuştur. Aynı zamanda
karakterleri, hayvanları tanıdığımız çok belirgin
(1) Hayvan Çiftliği
özellikleri ile insanlara benzetmiştir:
"Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakar at Boxer,
akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek
pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok
canlı kişiliklerdir." (2)
İnsanlar kovulduktan sonra, bir kargaşanın hüküm sürmemesi için domuzlar
hemen kendilerini çiftliğin beyni ilan edip, diğer hayvanları bu ayaklanmanın güzel
olduğuna inandırmak için marşlar yazıp, bayraklar çekerler. Aynı gerçek hayattaki gibi;
koltuğa yeni oturan kişi, emelleri iyi ya da kötü olsun, öncelikle kendine bolca sempatizan
toplamaya çalışır. Çoğunluk elde edildiği zaman, yöneticilerin sırtı yere gelmez.
Tüm hayvanların eşitliğiyle başlayan bu tablo bir süre sonra domuzların lehine alınan
kararlarla bozulmaya başlar. Domuzların bu eşitsizlik için çok yerli bir gerekçesi vardır; sürekli
çiftlik hayvanlarının refahı için gece gündüz düşündüklerinden dolayı daha çok yemeğe ve
dinlenmeye ihtiyaçları vardır. Hizmetkar(!) insanların, nasıl zengin ve keyif içinde
yaşadıklarını anlatan güzel bir örnek!
Her zaman gireceğimiz işlere baştan kuralları koyarak adım atmak gerekir. Bu ileriki
zamanlarda kimsenin canının sıkılmamasını ve haksızlığa uğramamasını sağlar. Ancak bazıakıllılar, kendi işlerini kolay yürütmek için bu
kurallarda çok küçük değişikliklere giderek; her şeyi
normal gibi gösterirler. Devlet yöneticileri bunu,
yasalarla ufak ufak oynayarak; halka
hissettirmeden yapar. Bir diğer ismi de "kılıfına
uydurmak"'tır aslında. Domuzlar da zamanla üç beş
yasayı kimse fark etmeden değiştirirler, bir süre
sonra tamamen kaldırırlar.
Böyle yöneticilerin gözünde, en sadık
emektarının bile değeri yoktur. At Boxer, hayatını
domuzların sözlerine harfiyen uyarak ve var (3) Tüm hayvanlar eşittir, ama bazı
gücüyle çalışarak geçirir. Ancak ölüm döşeğine
hayvanlar daha eşittir.
geldiğinde emekli olacağı yaşa gelmek üzeredir ve
bu hiç çalışmadan devletin kaynaklarından
faydalanacak anlamına gelir. Bu yüzden domuzlar onu baytar yerine kasaba götürür ve
manevi değer yerine, kasabın verdiği üç beş lirayı tercih ederler.
Bir süre sonra bu aç gözlü pembeler, başlangıçta kurtulmaya çalıştıkları; içki içen,
kıyafet giyen, yatakta yatan, evde yaşayan insanlara benzemeye başlarlar. Halkın kalanı bu
durumu garipser ama artık onları hiçbir olay şaşırtmamaktadır.
İktidar sevgisi, domuzları içten içe sarmıştır artık. Bir başkasının üzerinde olmanın
verdiği ahlaksız keyif gözlerini bürümüştür. Artık ne kedi kedidir, ne de tavuk tavuktur
domuzların gözünde. Kendileri dışındaki tüm diğer hayvanlar, çalışmak ve domuzları
doyurmak zorunda olan alt sınıf vatandaşlardır. Yazar, romanı mutlu sonla bitirmeyerek
bu tarz davranışların toplumlar üzerinde bıraktığı etkileri de okuyucunun aklına kazımıştır.
Mutlu sonun hatırlanması yerine, çiftlikte hayvanların son gece gördükleri manzaraya
karşı seslerini çıkartmaması daha keskin bir ders bırakıyor insanların hafızalarında.
En çok etkilendiğim bölüme gelmek gerekirse; ters giden her şeyin, azman köpekler
tarafından çiftlikten kovulan Snowball'a mal edilmesi adeta gerçek hayattan çekilmiş bir
kareydi. Liderler bir günah keçisi ilan etmiş ve başlarına gelen her kötü durumu ona atıp,
hakkında asılsız dedikodular yayarlar. Böylece tavuğun az yumurtlamasının sebebi bile
önceden belli olur.
Bu yazıyı okuyanlara, bu kitabı okumalarını kesinlikle tavsiye ederim. Öncelikle
yazarın dili o kadar akıcı ki, yüz küsür sayfanın bir saatte bitmesine oldukça şaşırdım okurken.
Bunun yanında, kitapta yazanlar belki bir gün bizim de başımıza gelebilecek olaylardan
ibaret. Yayın yapan gazetelerimize ve televizyonlarımıza bakarak kavrayamadığımız sonu, bu
kitapla bir şekilde aklımıza kazıyabiliriz.KAYNAKÇA
Orwell,George. Hayvan Çiftliği : Bir Peri Masalı. İstanbul : Can Yayınları, 2012.
(1) http://www.epubin.com/wp-content/uploads/2014/02/George-Orwell-Hayvan-
%C3%87iftli%C4%9Fi.jpg
(2) http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Orwell
(3) http://i.radikal.com.tr/GaleriHaber/2013/03/19/fft22_mf1377382.Jpeg
|
KOŞ FORREST KOŞ! / Deniz Akkaya
Winston Groom'un romanından esinlenerek çekilmiş Forrest Gump, başrolünde Tom
Hanks, Robin Wright ve Gary Sinise'in oynadığı 94 yapımı bir film. Zeka geriliği olan bir
adamın, hayatı boyunca ne gibi zorluklar yaşadığı ve bilinçsizce bile olsa ne gibi başarılar elde
ettiği anlatılıyor.
Forrest, saf ve iyi niyetli karakteri ile etkiliyor aslında insanı. Yaptığı davranışların hiç
birinin ardında kötü bir niyet ya da bir kar amacı olmaması, onun gibi insanların dünyada ne
kadar az olduğunu hatırlatıyor. Bu özelliğinin sebebi zeka geriliği olsa da, bir durup
düşünmemiz gerekmiyor mu? Herkes için geçerli olmasa da, engelli insanların eksiklerine
gülen veya dalga geçen insanlar için çok önemli dersler veriliyor film boyunca.
Forrest; bir bölümde aptal yerine konuyor, başka bir bölümde bir deha gibi
gösteriliyor. Bir insanın zeki olması sadece matematiksel zekasına ya da mantıksal
yeteneklerine bağlı değildir. Matematikten bir zerre anlamayan bir insan, edebiyat
dünyasını kasıp kavuran bir roman yazabilir; çok basit bir problemi bile çözemeyen bir
adam, müzelerde tablolarını sattıran bir ressam olabilir. Önemli olan; insanın kendi
zekasının ne yönde olduğunu bulması ve diğer becerilerini boşlamayacak şekilde,
yeteneklerinin üzerine yüklenmesidir. İnsan yeteneklerinin üstüne gittikçe övgüler alır,
övgüler aldıkça savaşmaya devam eder. Bu bir kısır döngü sayılabilir aslında. Forrest da;
"Lanet olsun Gump, sen resmen bir dahisin! Hayatımda duyduğum en olağanüstü cevap.
Senin zeka seviyen 160 falan olmalı. Çok yeteneklisin er Gump!"
sözlerini duydukça, daha çok çaba harcıyor; askerlik zamanlarında.
Başı derde girdiği anda ne yapacağını çoğu zaman kestiremeyen Forrest, etrafındaki
insanların kendisine vereceği komutları harfiyen yerine getirerek kurtuluyor. Yabancıların
kullandığı bir terim vardır, Türkçe'ye çevrilince "Basit Tut" gibi bir cümleye denk geliyor.
Hayatta bazı şeyler; çokça kurcalayıp, kafamızda kurguladıkça çok zor ve içinden çıkılmaz
sorunlar haline gelir. Başımıza gelen olayları en basit halde tutup, buna göre davranırsak
çoğu sorunu kolaylıkla çözeriz.Seneler sonra Forrest, hayatının aşkından bir çocuğu olduğunu öğreniyor. Sorduğu ilk
soru ise:
"O,o benim gibi mi yani aptal mı ?"
Hayatımızda bir zorluğu ya da bir eksikliği yaşayınca, bu durumların sevdiğimiz
insanların başına gelme olasılığı bizi çok tedirgin eder. Forrest için de aynı durum geçerli
aslında; hayatı boyunca üzerinde taşıdığı bu damga, ona direk bu soruyu sordurtuyor.
Filmde geçen sözlerin benim üzerindeki etkisini bir süre kenara bırakarak, filmde en
çok ilgimi çeken bölüme değinmek istiyorum. Forrest, askerde kendisine hayatındaki en yakın
ikinci kişiyi buluyor. Arkadaşına bir söz veriyor ve onu bir gün bile aldatmıyor. Bir arkadaşlık
hikayesi, bir sadakat hikayesi ancak bu kadar güzel olabilir. İnsanların, dostu bildiği insanlara
karşı her zaman saf bir dürüstlükte olmaları gerekir. Bütün yatırımların sonunda Forrest, her
arkadaşın yapması gerektiği gibi Bubba'nın payını ailesine gönderiyor. Aptal olsa bile, büyük
bir insanlık dersi veriyor farkına varmadan.
Annesi bir bölümde Forrest'a; "İlerlemeden önce geçmişini arkaya al." diyor. İnsanlar
hayatları boyunca koşarlar ve elbette koştuğumuz yolun çukurlarına takılırız. Önemli olan bir
sonraki çukura takılmamaktır aslında. Ama
insanlar kafasını arkaya çevirip bir önceki
çukura neden takıldıklarını düşünerek
koşmaya devam ederler. Bu yüzden
koşmaya devam etmeden önce, arkadaki
her şeyi bırakıp önümüze bakmalıyız.
Toparlamak gerekirse film, hayatın
bir sürü konusunda birbirinden değerli
dersler veriyor. Bu dersler mizahi bir şekilde
sunulduğu için, keyif alarak sıkılmadan
dinleyebiliyorsunuz. Forrest'ın yaşamı bir
açıdan da onun durumunda olan insanlara
umut verici bir nitelik taşıyor. Filmi herkes
en az bir kez izlemeli; bir kez gülmek için, diğer seferlerde ise dersler çıkartmak için.
Kaynakça
Forrest Gump.Yönetmen. Robert Zemeckis.Oyuncular. Tom Hanks, Robin Wright, Gary Sinise.
Wendy Finerman, 1994. Film.
(1) http://www.arewenotentertained.com/wp-content/uploads/2014/11/forrest-gump-
imax-geeks-and-cleats.jpg
(2) http://www.imdb.com/chart/top
|
Benliğimiz Üzerine Sorular
Küçükken ne kadar basit acılarımız varmış. Bisikletten düşünce incittiğimiz dizimiz, es
kaza başımıza gelen top, oradan oraya koştururken çarptığımız serçe parmağımız… Evet,
bunların hepsi fiziksel acılar. Sıkıntısını en fazla birkaç gün çektiğimiz, iz bile bırakmayan
yaralar fakat bir de büyüyünce tecrübe edeceğimiz, acısı ömür boyu peşimizden gelen yaralar
varmış. En sevdiğimiz insandan işittiğimiz o birkaç sözcük, boşa giden fedakârlıklarımız,
karşılığını alamadığımız değerler... Hangisi daha çok yakar canımızı? Vücudumuza aldığımız
fiziksel darbeler mi yoksa ruhumuza dokunan belki de dokunamayan insanlar mı? Bu sorulara,
bana yine bu soruları sormamı sağlayan bir romandan alıntı yaparak cevap vermek istiyorum.
Hasan Ali Toptaş’ın yalın ama felsefik bir dille kaleme aldığı son romanı bahsettiğim, Kuşlar
Yasına Gider. Bir baba ile oğul arasındaki ince, saydam duvarın ve bu duvardan önce yıkılan bir
babanın hikayesi. Romanın kapağını süsleyen “Yağmurdan Sonra Üç Kaz” isimli Nuri Bilge
Ceylan karesi romanda okuru bekleyen hüzne dair güzel bir ipucu. Sorularıma cevap olmanın
dışında kapaktan hissettiklerim hakkında da beni yanıltmayan cümleyi ise şuraya bırakıyorum.
“Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor.” (Toptaş, 2016, s. 167)
Sadece yukarıda kendime yönelttiğim soruların değil tüm hayatın cevabı bence bu cümle.
Beğenilme, desteklenme veya daha farklı bir tabirle muhatap sahibi olma adına olağanüstü
beklentilerle düzenliyoruz hayatımızı. Basit bir örnek vermek gerekirse mağazada bir kıyafet
denediğimizde bile kendi beğeni ve tercihlerimizden çok onu giydiğimizde muhatap alınmak
istediğimiz kitleden göreceğimiz tepkiyi dikkate alıyoruz. Bunu giydiğimde hakkımda ne
düşünürler, gerekli saygıyı görebilir miyim gibi dilemmalar beliriyor kafamızda. Kabul edelim ki
çoğu zaman bu sorulara teslim oluyoruz ve toplum tarafından onaylanmamaktansa kendi
kişiliğimizden ödün vermeyi tercih ediyoruz. Benzer senaryolar daha ciddi konularda mesela
gelecek planlarımızda da gerçekleşiyor. Kendimize yüksek bir hedef belirleyip varımızı
yoğumuzu buna adıyoruz. Şanslıysak işler planladığımız gibi gidiyor, hedeflerimize ulaşıyoruz
ve hak ettiğimiz saygı da bununla birlikte geliyor. Her zaman bu kadar emin ilerleyemediğimiz
zamanlar da oluyor tabii. Bir anda her şey sarpa sarıyor, mutlu zaferler yerine hayal kırıklıkları
karşılıyor bizi. Muhatap bulamıyoruz, kırıyoruz ve kırılıyoruz. Bu kırma ve kırılma süreci ise
yenilgilerimizi kabullenemediğimiz için oluyor. Güzel bir başarı elde ettiğimizde bunu bütün
dünyaya duyurmak isterken en ufak hatamızı bile insanlardan, özellikle ailemizden saklamayı
tercih ediyoruz. Onların gözünde güçsüz görünmek istemediğimiz için yapıyoruz belki bunu ya
da dertlerimizle onları meşgul etmemek için. Aslında bu noktada sürekli içe atma alışkanlığının
nedenlerinden çok sonuçları etkiliyor bizi. Sevdiklerimizle paylaştığımız değerler azalıyor,
samimiyetimiz sarsılıyor ve gittikçe uzaklaşıyoruz birbirimizden. Romanda yazarın bize tanıttığı
Aziz karakteri de çok güzel temsil ediyor bu durumu. O da pek çoğumuz gibi farklı işlerin
peşinden gidiyor ama umduğunu bulamıyor ve her seferinde köşesine çekilmeyi tercih ediyor.
Ailesininse bu başarısızlık zincirinden hiçbir zaman haberi olmuyor. Hatta durum öyle bir hâl
alıyor ki Aziz’in nerede olduğunu, başına ne geldiğini toplumda dolaşan söylentilere göre
öğreniyorlar. Aziz’in bu âciz karakteri pek çok kişi gibi oğluyla da arasına ister istemez birmesafe koymasına neden oluyor, oğlu ise bu durumu şu sözlerle ifade ediyor: "Babalar,
alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır." (Toptaş, 2016, s. 194)
Okurken arka fonda Neşet Ertaş veya Erkan Oğur çalıyormuş gibi hissettiren bu roman,
bana sadece muhatap alınma ihtiyacımızı değil insan ilişkilerinde büründüğümüz karakterleri de
sorgulattı. Ailesine, özellikle oğluna olan bu kapalı tutumunun aksine diğer insanlara karşı
oldukça ince bir düşünceyle yaklaşıyor Aziz Bey. Sakat ayağına rağmen arabası karda kalan bir
yabancıya arabayı itmeyi teklif edebiliyor ama ailesine hiçbir açıklama yapmadan günlerce
ortadan kaybolmada bir sorun görmüyor. Yazar bu örnekte de bence pek çoğumuza ayna tutuyor.
En yakınlarımıza bir türlü kendimizi açamazken, konu bir yabancı olunca neden kendimizi
paralıyoruz ya da neden yakınlarımızın yanında takındığımız tavrı toplumda da devam
ettiremiyoruz? Bizi kendimizden bu kadar kaçmaya iten, maskelere sokan güç ne? Daha da
önemlisi bu maskelerden hangisi gerçek kimliğimizi oluşturuyor? Siz bu soruları nasıl
yanıtlarsınız bilemiyorum ama ben yine beğenilme isteğimize sığınmayı ve iş biraz daha
karmaşıklaşmadan konuyu kapatmayı tercih ediyorum.
İmge ŞAHİNKaynakça
Toptaş, H. A. (2016). Kuşlar Yasına Gider. İstanbul: Everest Yayınları.
|
SaltukBuğrahanÇELİK
ÇİZGİ FİLMLER
Hafta sonu sinemaya Çılgın Hırsız 3’ü izlemek için gittim. Biraz huyum gereği, biraz da film
serinin diğerlerine kıyasla daha bir tatsız olduğundan; filmden çok seyirciler ilgimi çekti. Bir
yanda heyecandan gözleri ışıldayan, rengarenk, ufacık, çocuklar; diğer yanda sadece
çocuklarınınelinitutmakiçingelmişekranabakmaktançokkafasındafaturahesabıyapmaya
odaklanmış, anneler, babalar... Öyle mi? Hayır. Belki de salona girerken öyleler ama film
sırasında küçükleretaş çıkarıyorlar,eminolun. Oküçük sarı yaratıklarsadece çocuklarıdeğil
hepimizi eğlendiriyor.Yeri gelince salonlarda küçüklere yerbırakmıyoruz. Bugünlerde bu tür
sevgisini daha çok insan açığa çıkarıyor. Zamanında yetişkinlerin izlemesi çocuksu bulunup
ayıplanan çizgi filmler şimdi birçok kişinin en sevdiği hobileri arasında. Yapımcılar da çizgi
filmlerde aralara büyükler için espriler sıkıştırıyor. Nedir yani yaşlanacağımıza küçülüyor
muyuz?
Lisede arkadaşlarla öğle arasını doldurmak için oynadığımız bir oyun vardı. “Özne, nesne,
yüklem”diyelim.İsimvermekasılönceliğimizdeğildi.Üçkişidenherbiriaklındanbirkelime
tutardı.Herkesgörevineyseonu;özneyseözne,yüklemseyüklem.Sonrabukelimelericümle
oluşturacak şekilde sıralardık. Tahmin edeceğiniz gibi saçma sapan cümleler oluşurdu. Hatta
neredeysehiçbirzamanmantıklıbirşeyçıkmazdıortaya.Martıgazetelerisulardı,AhmetAğrı
Dağı’nı tutuklardı fakat Ali’nin okula gittiği görülmezdi. Bu da dilimizle söyleyebildiğimiz ve
daha da önemlisi hayallerimizde canlandırabildiğimiz cümlelerin %99’unun gerçek hayatta
yeri olmadığını gösteriyordu. Hayat sayısız olanaklarla dolu olsa da başka bir bakış açısıyla
bir o kadar da sınırlı aslında. Yani siz bilgisayarın başından kalkıp uzaklaşmak,
sorumluluklarınızdandan sıyrılmak istediğinizde; işi gücü bırakıp sahil kenarına yerleşmeyi
düşlediğinizde aslında oldukça alçak gönüllü hayaller kuruyorsunuz. Tüm insanlık
imkanlarını seferber etse sizi belki güzel bir yere yollarız, belki her gün dünyanın en güzel
yemeklerini yediririz ama kafanızda kurabileceğiniz evrenin karşısında olanaklarımız çok
yetersiz. Çoğunlukla insanlar özel uçağın hayalini kursalar da gerçekten uçamayacağımızı
bilmekcansıkıcı.Hayatoldukçaköşelivesınırlıaslında.Çizgi filmler bizim söylemeyi bile anlamsız bulduğumuz hayallerin soluğu. Orada yemek
yemek zorunlu değil, kimse boyunuzun üç katı zıpladığınız için size kızmaz. Mesai saatini
kötü adamların peşinde harcamanız problem oluşturmaz. Yaralanmaz, yaşlanmazsınız. Her
hafta farklı bir maceraya hazırsınızdır. Yorulmak yoktur. Bu anlatttıklarım parayla alınacak
şeyler değil. Sadece onları ekrana resmedebiliriz, seslendirebiliriz ancak. Ortaya hepimizden
daha canlı karakterler çıkar, insanların aksine seneler geçtikçe değişmeyecek. Bu yüzden
insanların çizgi filmleri gerçeklikten kaçış olarak görmesi çok normal. Bütün problemlerine
bir ara verip kim kendini çizgi filmlerin kafa yormayan hikayelerine bırakmak istemez. Hem
deöylehikayelerkiadaletsizlikolmaz.Herkeshakkıneyseonualır,iyilerdekazanmasınıbilir.
Paranın,gücünherşeyigötürdüğüdünyamızlakıyaslanamazbile.
Çizgi filmlerbiraz da geçmişi anımsatıyoraslında. Nasıl eskilerden kalma küçükayakkabısını
bulmak insanı duygulandırıyorsa çizgi filmler de insanı tatlı anılara sürükleyebiliyor. Konu
çocukluk zamanındaki çizgi filmlere gelince hemen heyecanlanıp dili açılan yetişkinleri
görmüşsünüzdür. O bahaneyle çocukluk zamanındaki hisler de canlanıveriyor bazen. En
küçük bir endişemizin olmadığı tuhaf ve uzak zamanlar... Bu anlamda çizgi filmlere
büyüklerin daha çok ihtiyacı var sanki. Çünkü her gün biraz daha batıyoruz dünyanın
çamuruna. Kuralarını kabulleniyoruz hayatın, farklı hayaller kurmuyoruz artık. Oyuncakların
canlanıpkonuşmasıihtimalihepbirazdahauzakgeliyor.Öyleyseizleyinseviyorsanız,ayarını
kaçırırımdiyedekorkmayın.Gerekirseannenizgelipkulağınızıçeker.
|
Yeşim Kaya
21400235
Sec : 38
İnsanlığın Küçük Bir Adaya Yansıması: Sineklerin Tanrısı
Nobel Ödüllü sanatçı William Golding, 1940 yılında orduya katılmış, dolayısıyla İkinci Dünya
Savaşında rol almış bir yazar. “Sineklerin Tanrısı” adlı başyapıtını da 1954 yılında, savaştan evine
döndüğünde kaleme almış. Bu kitabın yayınlanma tarihinden beş yıl kadar önce, yani Golding
askerdeyken, Amerika ilk kez nükleer silah kullanmış ve Rusya ile nükleer çalışmalar içine girmiş.
Bundan etkilenerek Golding de eve döndüğünde kaleme aldığı bu kitabın başkahramanları olan
çocukları nükleer savaşın olduğu bir dönemden seçmiş.
Biz okurlar bu çocuklarla ilk kez okyanusta yeşillikler
içindeki bir mercan adasında karşılaşıyoruz. Bizlere
eğlenirken, yeni bir şeyler keşfederken, neşeliyken
tasvir ediliyorlar. Bu neşeli hâlleri birkaç sayfa sürüyor;
tatlı maceranın nereden başlayacağını düşünüyoruz o
arada. Fakat sonra hatırlıyoruz bu çocukların savaşın ve
atomun çocukları yani zamanla cenneti cehenneme
çevireceklerini tıpkı biz büyüklerin dünyayı cehenneme
çevirdiğimiz gibi.
Öncelikle roman hakkında eleştirel bir yazı yazmak
istedim fakat kitap boyunca hissettiğim duygular bana
engel oldu, beni çoğu zaman ikilemde bıraktı. Henüz bu romanı okumamış olanlar için belirtmek
isterim: Golding’in yazıma konu olarak seçtiğim bu kitabı adaya düşmüş çocukların hayatta kalmak
için verdikleri mücadeleyi konu alıyor ve bizlere olanları ustaca kullanılmış bir alegori ile aktarıyor.
Tabii verilmek istenen konun göründüğü kadar basit bir ileti değil aksine ağır, insana kendini bilesorgulatacak cinsten; masum olarak algıladığımız çocukların bile açlıkla, hırsla karşılaştıklarında nasıl
çözüm bulamayıp vahşileşeceğini ve ne denli bir yıkıma neden olabileceğini ve insanlığın, vicdanın
önemini vurgulayan ağır bir mesaj. Ve diyebilirim ki kitabın 105. sayfasındaki “Bizden başka canavar
yok ki …” sözünü okuduğunuzda artık bu mesajı kaldıramaz hâle geliyorsunuz.
Bu cümle her okura yaşattığı ya da yaşatabileceği gibi bana da derin hesaplaşma yaşattı. Fakat itiraf
etmeliyim ki beni kitap hakkında en derinden etkileyen şey yazarın öğretmenlikten yani çocuklarla iç
içe olan bir meslekten gelip onları bu kadar vahşi anlatmasıydı. Çocukları hep masumiyetle
birleştirdiğimden ilk başta garip gelen bu bakış açısı daha sonra beni Golding’e hak vermeye itti,
çünkü uzun vadede kitap bana çocukların da insan olduğunu, yani onlara insana ait ne varsa hepsini
atfedebileceğimizi hatırlattı. Sonrasında çocukların tüm yaşadığı koşullarda daha doğrusu açlık,
susuzluk gibi koşulsuzlukları ben yaşamış olsam ve o yaştaki egom ve hislerimin etkisi hâlâ üzerimde
olsa ne yapardım diye düşündürttü.
Daha sonra kitabı okuduğum süre boyunca bu soruya cevap vermeye çalıştım, tabii bunu sıcak bir
odada keyifle kitap okurken yapınca pek adil olmuyor. Fakat yine de kitaptaki birçok karakterin yerine
kendimi koymaya çalıştım. Susuzluğun beni ne denli etkileyebileceğini düşünmeye çalıştım ve kitabın
başkarakterlerinden Ralph’ e karşı liderliği kaybeden Jack’in yerinde olsam ne yapardım diye
düşünerek hırsımın sınırlarını kestirmeye çalıştım. Çünkü insan için en önemli olan ve onu bir vahşilik
yapmaya zorlayabilecek olan iki önemli nokta bunlardır. Konunun üzerinde düşündükten sonra
çocuklara daha ılıman bakmaya başladım galiba ki bu sorgulamadan sonra kitaba, o amaçla başlamış
olmama rağmen, eleştirel gözle bakamaz oldum. Tabii ki bu düşüncelerin sonundaki vardığım yargılar
“Çocuktur ne yapsa affedilir…” diye başlayan cümleler kuracak kadar ileri boyutta değildi. Çünkü artık
bana, sırf çocuklar diye çocuklara masum olma misyonu yüklemek doğru gelmemeye başladı. Bu
düşüncelerin akabinde artık onları vahşi olarak görmek yerine, insanlığı da suçlama zorunluluğundan
kaçmak adına çaresiz olarak tanımlamaya başladım.Bana bu çelişkileri ve sorunsalı yaşatan kısmının yanında kitap hakkında şunları söyleyebilirim:
Golding, daha önce de belirttiğim gibi, kitapta simgesel bir anlatım kullanmış. Tabii Golding’in bu
simgeselliğin yanında sahip olduğu eleştirel bir tutumu da var. Bu eleştirilerin ne kadar doğru, yerinde
olduğu tartışılır ama şunu es geçmemem gerekiyor bence: Golding kitapta hem konu seçimi hem de
gerek kitabın sonuna kadar sürdürdüğü tutumuyla gerekse kullandığı simgeler bakımından oldukça
cesur bir anlatım kullanmış.
Medeniyetin, insanlığın kısaca dünyanın eleştirildiği, yazar haklı mı yoksa biraz abartmış mı
sorunsalını ilk sayfadan itibaren yaşatan bir kitap Sineklerin Tanrısı. Çocukların gözünden vahşet,
acımasızlık, kötülük, insanlığa ağır bir eleştiri ancak bu kadar ustaca aktarılabilirdi sanırım.
Kısacası bu kitap önce insanlığı sonrasında benliğinizi sorgulatacak kadar iyi yazılmış bir başyapıt.
Kitabın bazı sahnelerindeki anlatımlar içimizdeki şeytanın zaman zaman kontrolü eline almasını
önleyemeyecek olsak bile bir nebze de olsa onu yenebileceğimiz hakkında hâlâ umutlarım olduğu için
bana abartılı gelmiş olsa da, yapıt insana kendini ve evreni sorgulatabileceğinden insanın hayatında
okunması gerekenlerin başında gelebilecek kadar nadir eserlerden bence ve bu yüzden kesinlikle
okunmalı.
|
Alper Kağan Kayalı
Terk edemeyenler
Bir insan neden hayatını, neden memleketini terk eder? Neden gurbete,kimsesizler diyarına yol
alır? Korkular mıdır insanı pes ettiren, yoksa üzüntüler mi? Yoksa sadece “gitmek” mi zorundadır? Bu
sorular her insanın hayatında en az bir defa kendi kendine sorduğu sorulardır. Halbuki kimse bu soruları
sormanın artık bir anlam ifade etmeyeceğini bilmez. Olan olmuştur artık ve en kötüden dönmeye çalışır
insan, çırpınır. Tıpkı bir böceğin örümcek ağından kurtulmaya çalışması gibi. Olabildiğince çabalar ama bu
soruları ne kadar çok sorarsa kendini o kadar çok üzeceğini de bilir, kurtulamaz.
Kitabı okumaya başladığımda kitabın açıkçası beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim.
Kitapta Almanya’ya göçmüş ana karakterimiz İsmail’in kardeşi Yusuf’un dağa çıktığını öğrenip onu
aramaya başlıyor ve başından birbirinden farklı olaylar geçiyor. Bu olayları okurken de düşünmeye
başladım. Acaba böyle bir şey insanın başına geldiğinde insan nasıl bir tepki verir? Pek çok insan dağa
çıkanları vatan haini olarak görürken o kişinin ailesi ne yapar? Diğer insanlara oğlunun aslında yanlış bir
şey yapmadığını, sadece doğru bildiği şeyi yaptığını nasıl söyleyebilir? Sonra düşünmeye devam ettim.
Toplumun normları yüzünden o ailenin ne kadar çok dışlanacağını düşündüm. Markete gittiklerinde
sebze satmayacak manavı, berbere gittiğinde selam vermeyecek berberi, oğullarının beyninin yıkandığını
bilmelerine rağmen onları artık oldukları gibi kabul etmeyecek mahalleliyi düşündüm. İnsanlar gerçekten
tanıdıkları veya tanımadıkları herkesi sorgusuz infaz ediyorlardı. Fransız Devriminin sonucunda Fransız
halkının kralını infaz etmesini hatırladım. Onlar da yargısız infaz etmişlerdi krallarını, halbuki
bilmiyorlardı ki kralları onlar için her şeyi yapmış, onların iyiliğini istemişti. Hatta kralın infazından sonra
bir sürü kişi arkasından yas tutmuştu. Bunlar aklıma geldi ve bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu
anladım. Gerçekten de bazen insanlar gitmek zorunda kalıyorlardır.
Kitabın devamında ana karakterimiz kendi hayatını sorguluyor. O da sol ve sağ çatışmasından
dolayı ülkesini terk etmişti. Çünkü korkmuştu ve ailesi bunu hiç kabullenememişti. Belki de İsmail
Yusuf’un da ailesi tarafından nefret edilmesini önlemek amacıyla çıktı bu yola. Belki de sadece kardeşinin
güvenliğini istiyordu. Fakat aslında İsmail’in Batman’da başlayıp Kandil’de sona eren yolculuğu bana çok
şey anlatmaya başlamıştı. Ülkemizde bir sürü insan sağ ve sol görüşten dolayı birbirini öldürmüş,
ölmekten korkan insanlar ise ülkeden kaçmaya karar vermişti. Aslında hepsi ülkemizin iyiliğini istemişti
fakat birbirlerini sırf görüş farklılığından dolayı yargısız infaz etmişlerdi. Bir insanın canını almak bu kadar
kolay mıydı peki? Sırf seninle aynı görüşte değil diye bir canlıyı öldürmek doğru muydu ? Belki de
korkudan kaçmak da doğruydu. Belki de insanlar o kadar fazla arkadaşını, kardeşini kaybetmişti ki; artık
daha fazla üzülmemek için terk etmişlerdi ülkemizi. Belki de üzgünlük de kaçmak için geçerli bir sebepti.
Bunlar gerçekten geçerli sebepler miydi bilmiyorum ama bildiğim şey artık bu nedenleri
sorgulamayacağımdı.
Kitabı bitirdiğimde kafamdaki sorular da aslında açığa kavuşmuştu. İnsanlar gerçekten de
ülkelerini korktukları için, ülkede kaldıkça üzülmeye devam edecekleri için terk etmiş olabilirlerdi. Belki
daha güzel, daha özgür bir yaşam sürmek isteyebilirlerdi ve benim bunu sorgulamadan “sizin yaptığınız
yanlış” demem aynı diğer insanların yaptığı gibi yargısız bir infazdı. Bu kitaptan aldığım en önemli ders
ise, hiç kimseyi korktuklarından veya kaçmalarından dolayı yargılamamam gerektiğiydi. Çünkü insanlarınöyle nedenleri oluyordu ki, kaçmak onlar için en iyi çözüm olarak görünüyordu. Hem kim bilebilir,
belki de bir gün ben de kendi iyiliğim için veya korktuğum için kaçacağım. Ama kaçarken bileceğim ki
bazen, kaçmak bir erdemdir.
|
Pelin Çulha
Kadınsız İnsanlar
İnsan eğer şanslıysa hayatında bir kere de olsa bir kadın tarafından sevilir. Bu sadece aşk anlamında
bir sevgi değildir. Bazen annelik içgüdüsü, bazen kız kardeşlik duygusu, bazen samimi ve içten
dostluk. Ne biçimde, hangi formda olursa olsun bir kadının sevgisi dünyalara değişilmez. Çünkü
kadınlar güzel sever, şiirsel sever, ince sever. O yüzden kendini talihli hissetmelidir insan eğer bir
kadın tarafından seviliyorsa. Sürerken dünyanın en güzel şeyiymiş gibi gelir insana ve öyledir de.
Fakat bittiği zaman insanın bütün dengesini alt üst eder. İnsanın ayarlarını bozar. Üstelik bunu çok
ince bir şekilde yapar. Hayatınızda bir değişiklik olduğunu fark edersiniz. Bir şeylerin eksikliğini
hissedersiniz fakat göze hemen çarpmaz bu değişiklikler, üstüne parmağınızı koyamazsınız. İşte
Murakami’nin Kadınsız Erkekler’inde ele alınan konu bu. Yedi farklı erkekle tanışıyoruz, hayatlarından
7 farklı kadın çıkan. Bir kadını kaybetmenin haklı hüznünü yaşayan yedi farklı erkek.
Aslında hüzün teması değildi kitapta ağır basan fakat bana en çok hissettirdiği duygu bu oldu Haruki
Murakami’nin. İnce bir üzüntü hissettim bütün öykülerde. Belki de beni bütün karakterlerin bir kadını
kaybetmiş olması etkiledi. Çünkü biliyorum bir kadın tarafından sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu.
Hayatımın gizli kahramanı, hayatta en çok değer verdiğim insan, annem bana bu duyguyu hayatım
boyunca hissettirdi. Kendimi ne zaman boşlukta hissetsem ilk aklıma gelen insan o olmuştur hep. Ne
zaman sussam, ne zaman denizi seyre dalsam, ne zaman gözlerim dolsa… Onun sıcak, lezzetli
yemekleri, gözyaşlarımla ıslanan bir omuz, sırtımı sıvazlayan bir el, tanıdık bir koku, içimi ısıtan bir
gülüş, nereye gidersem gideyim sadece annemin yanında bulabildiğim bir huzur… Sadece sevgiden
ibaret değil üstelik annemin hayatımdaki yeri. Bu bütün kadınlar için geçerlidir. Görünmez bir el gibi
hayatımıza ruhumuz duymadan bazı şeyler sokarlar. Onlar olmasa bozulacak bir rutin oluşur
yaşamımızda. Bu her gün yaptıkları küçük şeylerdir çoğu zaman. Biz fark etmeden onlar bizi
düşünürler. Gözümüze çarpmaz, belli etmezler yaptıklarını ama evden çıkarken “Dikkatli kullan,” ya
da “Gidince haber ver,” demeleri bile aslında bizi düşündüklerinin bir kanıtıdır ve biz çoğu zaman
bunu fark etmeyiz. Belki de budur insanı alt üst eden, bir kadını kaybettiğinde. Annem ne zaman yeni
bir kıyafet alsam kaşındırmasın diye etiketlerini keser. Her hafta mutlaka en az bir kez aynı yemeği
yapar. Her sabah ben kahvaltımı yaparken odamın camlarını açar. Ben bunları anlamam. Çünkü
bunlar küçük şeylerdir, dikkate değer davranışlar değildir hiçbiri. Olmasalar hayatımda çok büyük bir
değişiklik yaratmazlar. Sadece yeni kıyafetler beni kaşındırmaya, canım her hafta tavuk çekmeye ve
odam bir anda havasız ve kasvetli gelmeye başlar. Bu küçük eylemler bir araya geldiğinde bir sabah
uyanırım ve derim ki, “Bir şeyler eksik sanki.” Çünkü öyledir, eksiktir bir şeyler, ne olduğunu tespit
edemem ve zamanla elime makas alıp o etiketleri kendim kesmeyi akıl edebilirim belki ama eski
rutinimi yerine oturtana kadar kendimi boşlukta hissederim. Sadece bunlarla da sınırlı değildir
annemin hayatımdaki yeri. Bütün gün bir şeylere sinirlenip kimseye anlatamasam, bilirim ki evde
beni dinleyip sakinleştirecek birisi var. Üzülsem içime atmak zorunda değilim, biliyorum, ona sarılıp
ağlasam saçlarımı okşayacak yumuşacık elleriyle. Tek işlevi hayatımı düzenlemek olan biri değil, bu
hayatta beni en çok destekleyen, koşulsuz seven, en çok seven insan o.
Bütün bunlar bir araya geldiğinde insanı çok etkiler kadının gidişi. Kadın varken her şey daha kolay.
Kadın varken bizim yerimize bizi düşünen biri var. Sadece bir eş, arkadaş, anne değil onlar bizim için.
Yağmur yağarken sığınabileceğimiz, dünya üstümüze geldiğinde ve çevremizden uzaklaşmak
istediğimizde dönebileceğimiz evimiz onlar aynı zamanda. Bir erkek giderse sadece kendi varlığını alır
ve gider. Oysa bir kadın yanında alışkanlıklarımızı ve koşulsuz sevgisini götürür.
|
YAPAMAYACAĞIM HİÇBİR ŞEY YOK!
Django Unchained izledikten sonra ben…
Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, bir resmi incelerken ve bir fotoğrafa
bakarken kendimi oradaki insanların yerine koymak, onların neler
hissettiğini anlamaya çalışmak ve bir şekilde hissetmeye çalışmak benim
için hobi gibi bir şey. Django Unchained izledikten sonra da tam olarak
bunu yaptım. Kendimi Django’nun yerine koydum ve ekranda kendimi
görmeye çalıştım. Bunu yaparken de aklımdaki tek soru “Ben olsam ne
yapardım?” oldu.
İntikamı, hırsı, özgürlüğe ulaşma isteğini ve bu amaçlarla üstesinden
gelinen her türlü zorluğu, adil bir yaşam ve aşkına kavuşmak için göze
alınabilecekleri ve bir insanı harekete geçirebilecek her türlü şeyi
hissettiğimi söylemekten hiç çekinmiyorum. Hayatım boyunca sevmediğim
kızgınlık-öfke-nefret üçlüsünü bile aynı anda bünyemde
barındırabileceğimi fark ettim ve aslında neden bu üçlüyü sevmediğimi de
tekrar görmüş oldum. Django, zenci bir köleydi ve başkaları için göze aldığı
şeyler gerçekten kanımı dondurdu. Ben de yıllarca hor görülmüş olsam,
dışlansam beni hor görenleri, ırkçılıkla dünyayı yönetebileceklerini
sananları, insafsızları gözüm kapalı öldürürdüm sanırım... Belki budavranışımla onlardan bir farkım kalmazdı ama yine de diktatörlüğün ve
kötülüğün devam etmesine göz yummaktan iyidir diye düşünüyorum.
Mutlak güç ve gücün yanından ayıramadığı tutkunun da tadını almadım
değil filmde. Gücü elinde tutmaya çalışırken insanları- yani zencileri ve
köleleri- ölüme sürüklemek neden diye çok düşündüm. İnsanlar nasıl bu
kadar acımasız olabiliyor aklım almıyor gerçekten. Güce sahip olmak,
sürekli söz geçiren olmak, liderlik vasfı olmadan liderlik yapmaya çabalayan
insanları anlamakta bir kez daha güçlük çektim. Ya bende bir sorun var,
bütün bu anlamsızlıkları anlayamadığım için, ya da diğer insanlarda bu
anlamsızlıkları anlamlı hâle getirmek istedikleri için.
Filmi izlerken gözüme 1800’lü yıllarda Amerika’nın (film Texas’ta
geçiyor) sosyal düzeni gözüme çarptı. Böyle tarihî şeyleri değerlendirirken
o çağda yaşıyormuş gibi değerlendirmek gerekir bunun farkındayım ama
ben hiçbir zaman bunu yapamadım ve yapma taraftarı olduğumu da
söyleyemem. Kölelik ve ırkçılık bana göre hiçbir çağda kabul görülmemesi
gereken iki şey. Sen güçlü ol diğerlerini ez, dışla ve hatta öldür ama onların
hiçbir hakkı olmasın, ses çıkaramasın ve ölmemek için sana itaat etsin. Oh
ne güzel dünya. O zamanlarda empati diye bir şey yok muydu sanki? Bence
yaşayan herkes empati kurabilme yeteneğine sahip, yeter ki istesin. Gerçi
bu güç sahibi sevgili(!) insanlar azıcık vicdanlı olsa öldürmezlerdi, dünya
barışı için yaşarlardı. Maalesef öyle olmadı ve bu saatten sonra olacağını da
hiç sanmam.
Güçlü olmak çok güzel ve karşı konulamaz bir his ve eminim ki herkes
bunun farkında ama güç illaki kötü amaçlarımızda kullanılmak için değildir
değil mi? En basitinden ülke yönetiminde rol alanlar düşünülebilir sonuçta
çoğu ülkede güç onların elinde. Barışçı bir cumhurbaşkanı olsa ve gücünü
barışı, adaleti, eşitliği sağlamak için kullansa fena mı olur? Tabii ki de hayır.Sahip olduğumuz her şeyi kötüye kullanmaya çalışsak vay hâlimize yani…
Şunu da itiraf etmeliyim ki, filmde beni cezbeden şey kesinlikle Django’nun
sessiz sakin ve çok zaman geçmesine rağmen aldığı intikamları ve bana
verdiği o eşsiz heyecandı. Zaten “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” diye
boşuna dememişler!
Adalet ve özgürlük taraftarı olayım ama adil ve özgürlükçü olmayanı
öldürüp bu işten kurtulayım düşüncesi çok yersiz bir düşünce. Amdem br
yola baş koydun, en azından sosyal düzene de birkaç rötuş yap da birkaç
değişime öncülük et. Her ne kadar özgürlüğü savunsa da tamamen bencillik
etmek bu olsa gerek. Anladım ki güç herkesin gözünü kör edebiliyormuş.
Ben olsam, halkı örgütler, bilinçlendirmeye çalışır ve ayaklanma
çıkartırdım. Aman ben paçayı kurtardım geri kalanını başkası düşünsün
tarzı düşüncelerle de kimsenin karşısına da çıkmazdım.
Her zaman olduğu gibi, aşk (koşulsuz bir şekilde yaşanan tabi ki)
gözlerimin önündeydi. Âşık olduğum, hayatımı birlikte geçirmek istediğim
biri için hemen hemen her şeyi göze alabilecek biriyim ben. Henüz öyle bir
şey yapmadım, yapamadım ama sevgilimin işkence çeke çeke öleceğini
bilsem herhâlde bir dakika bile düşünmeden onu kurtarmak için her şeyi
yapmaya ve her zorluğu aşmaya çalışırdım. Belki bu çok aşırı fedakârlık ve
gereksizlik olarak nitelendirilebilir ama seven anlar bence.
Anladım ki güç bazı insanlar için sahip olunabilecek en yüce şeymiş ve
hayatlarının odağına gücü koyan insanlar için başka şeyler hiç mi hiç önemli
değilmiş; bir insan başkalarının ne hissedeceğini, ne düşüneceğini hiç
umursamadan da hayatını devam ettirebiliyormuş ve aşk her zaman her
şekilde hiçbir koşul beklemeden yaşanabiliyormuş…
|
AKSU 1
İREM NAZ AKSU
21402002
TURK 101/034
23.11.2015
ASLI UÇAR
SİYAH GİYSİLİ ADAM
70'li yılların unutulmaz country ve rock müzik ustası, Tenessee üçlüsü grubunun solisti ve
benimse şarkıcı olan ilk idolüm; muhteşem Johnny Cash... Elbet her yüreğe dokunmuştur
yazdığı şarkılar, asice söylediği ibretlik parçalar... En güzeli ise biricik aşkı ve eşi June Carter
Cash'e olan bağlılığı. Bunca yaşanan anıyı, tecrübeyi bir kitapta birleştirmek istemiş Cash,
sonra da bunun beyaz perdeye taşınmasında rol oynamış. I Walk The Line (Sınırları Aşmak)
parçasını, kendi hayatını anlattığı bu filme isim olarak layık görmüştür. Joaquin Phoenix ve
Reese Witherspoon'u başrol olmaları üzere June Carter ve Johnny Cash birlikte seçmişlerdir
ancak 2005 yapımı bu filmi Johnny Cash'in izlemeye ömrü yetmemiştir maalesef kendisi
2003 yılında vefat etmiştir.
Şarkılarında kendi deneyimlerinden ilham alan ünlü söz yazarı ve şarkıcı Johnny Cash,
Amerika'da ünlü olmak uğruna Sun Stüdyolarına geldiğinde henüz çok genç idi, fakat ünlü
olup bestelerini herkese duyurma hayali ilham alınmaya değerdi. Zorlu ve yer yer sıkıntılı bir
hayat geçirmiş olan Cash'in müziğine olan tutkunluğu ve insanın yüreğine dokunan parçaları
idolüm olmasındaki en büyük etkenlerden bir tanesi. Kendisiyle ilgili çıkan yalan haberleri
açığa kavuşturmak için, kendi hayatını kaleme almıştır ve asıl kimliğini insanlara müziğiyle
göstermek istemiştir. Alkol ve uyuşturucu bağımlısı olan Cash hiçbir şeyini gizlemeden
yaşadı bütün hayatını, hayranlarına ne olursa olsun müziğini dinletip, çoğu genç yeteneklere
ilham kaynağı oldu. En büyük destekçisi ikinci eşi, June Carter sayesinde uyuşturucudan
arındı ve kendine daha farklı bir hayat çizdi ve müziği onun için hiç değişmedi, her zaman ön
plandaydı ve hayatının merkezi olmaya devam etti. Akıllara hapishanedeki mahkumlara
şarkılarını söylemesi ise kazınsa da, bu yaptığı uzun yıllar boyu dillerden düşmedi ve kendi
düştüğü bataktan kurtuluşunu hapishanedeki mahkumlara da göstermiş oldu, herkesin aslında
ikinci bir şansı hak ettiğini o dönemin insanları Johnny Cash sayesinde öğrenmiştir. Hayattan
edindiğimiz tecrübelerle geleceğimize yön veririz, Johnny Cash'de bana bilinmezliğin
ortasında kendin olmayı ya da kendini bulmayı müziğiyle öğretmiştir. Hayatımda yaptığım
hatalarla değil, hatalarımla baş edip yeniden başlamayı öğrendim, Johnny Cash'in aksiyonlu
ve zorlu hayat hikayesinden.
Konserlerine her zaman 'Merhaba, Ben Johnny Cash' diyerek mütevazı bir şekilde başlayan
ünlü besteci, bu mütevazılığını bütün hayatı boyunca sergilemiştir. June Carter'a olan aşkı
önce onu radyoda ilk dinleyişiyle sonra da canlı olarak aynı sahnede şarkı söylemeleri ile
başlamıştır. O zamanlar başka kişilerle evli oldukları için imkansız gibi görünen bu aşk, dahaAKSU 2
sonra alevlenmiş ve birbirlerine kavuşturmuştu ikisini. Zaman zaman asi ve hırçın olarak
izlediğimiz bu aşk zaman zaman ise dokunaklı ve tutku dolu olmuştur. Ne olursa olsun
Johnny'i hiçbir zaman terk edemeyen June karakterini canlandıran Witherspoon'u hayranlıkla
izledim ayrıca bu film için seçilen doğru bir tercih olmuştur. Witherspoon'un gerek Joaquin
Phoenix ile yaptığı düetleri, gerek kendine has tiz sesi ve o dönemin kıyafetlerini taşımasıyla
baştan aşağıya muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Filmde Johnny Cash'in kendini oynaması
için seçtiği aktör Joaquin Phoenix ise adeta Cash'in gençliğini andırıyor. Gitar tutuşu,
sahnedeki performansı ve kendine has tavırlarıyla, başarıyla beyaz perdeye sunulmuş bir
performans olduğunu düşünüyorum. Benim gün ışığımsın, benim tek gün ışığımsın sözleriyle
yazdığı şarkısıyla daha ne kadar June Carter'a olan aşkını dile getirebilirdi ki Johnny Cash,
daha ne kadar içten ve saf bir şekilde sevebilirdi ki hayatımın aşkı dediği kadını...
|
Mevsimler de Değişti Artık
Ahmet Durmuşoğlu 22003103
Dört mevsim arasında belki de en canlısı, değişimin en hızlı geldiği mevsim bahar mevsimi.
Antik Türkler adına ilkyaz demiş yaşın, yağmurun ve yaşamın bu mevsimle birlikte geri dönmesine
hitaben. Öyle bir mevsim bahar. Bir gün önce gördüğüm ve ölü olduğuna nerdeyse yemin edebileceğim
kupkuru, pürtüklü ağaç kabuklarının arkasından narin mi narin ve bir o kadar da güzel tomurcukları
getiren bir mevsim bahar. Ben ilk hissettiğim baharı hatırlıyorum. Küçük bir ilçe olan
memleketimdeydim. Aşağı mahallede bir otobüs durağının etrafında kardeşim ve diğer çocuklarla
oynuyorduk. Her şey çok ani gelişti. Önce güçlü bir rüzgâr, sonra bulutlar geldi. Derken gök gürültüsü
ve sağanak yağmur. Hemen otobüs durağının içine geçtik, eve gitmek istiyorduk ama sağanak izin
vermiyordu. Hatırlıyorum, telefon hattında asılı duran bir çift ayakkabıya, boğum boğum kara bulutlara
ve yere, asfaltın üzerinden bir doku gibi akan suya baktığımı hatırlıyorum. Tüm bu gördüklerim ve o an
çok tuhaf hissettirmişti. Sanki ilk kez bilinç kazanıyordum, bu bahar yağmurları benim zihnime de yaşam
getiriyordu. Yağmurun durmasını bekleyemedik, ıslansak da koşarak eve kaçtık.
Ama artık aynı değil çocukluğumda tanıdığım bahar, değiştiğini hissediyorum. Ayazlı kışlar daha
uzun ve daha karanlık, hatta diyebilirim ki baharın yarısı yenmiş. Yaşam getiren bahardan artık ancak
yarım pay düşüyor biz insanlara. Kıştan sonra ise yine ilk ısıtan gün ışığıyla birlikte bu canlandırıcı
mevsimi pencerenin önünde bekliyorum. Bahar geliyor tabii, kış hepsini bir karadelik gibi kendine
katmadı baharın ama bir farklılık var. Baharda mı yoksa ziyaret ettiği topraklarda mı? Bahar artık soğuk
bir mevsim, gündüzleri yüzümüze gülümsese de geceleri ben penceremin önünde hissediyorum.
Ağaçlara, evlerin duvarlarına, durmadan takırdayan elektrik panosu kapağına saldırıyor ve sanki bize
bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Gündüzleri yüzü pek sevecen görünse de geceleri yağız ve kızgın; sert ve
soğuk. Eskiden ilkyaz diye kutsadığımız mevsim bize yaş getirmiyor artık. Tam tersine geceleyin
gürleyen rüzgârlarda çöl tozu, kaktüs tohumları var. Sokaklara bakıyorum, kaldırımlar hiç bu kadar kirli
olmadı. Yağmurlar temizlemiyor artık. Göstermelik, üstünkörü, elinin ucuyla dokunup geçiyor. Gökteki
kuşlar gibi sevdiğimiz mevsim de anda yaşarmış, özünü unutmuş, tatlı ezgisi artık rahatsız bir gürültü
ve unutkanlık var baharın da şarkısında.
Peki neden böyle bir baharımız var şimdilerde? Biz bilmeden bir yanlış mı yaptık? Ben sadece
bir çocuktum otobüs durağında yağmurun dinmesini bekleyen, fırtınadan korkmuş ama aynı korkuyla
canlanıp uyandırılmış. Anlamadım bile ne zaman bir suç işledik biz. Ya da belki de o kadar kötü değildir
bu yeni soğuk mevsimimiz. Her şey eskisi gibi olacak değil ya. Belki de bu soğuk havalar sadece başka
tür bir bahara geçiştir, zor zamanlar güçlü insanlar yetişsin diyedir. Evet, evet. Öyle demeliyim. Biz bir
suç işlemedik sonuçta.
O zaman haydi atalarımın yolundan gideyim. Bir çeşit kutsama olarak yeni bir anlam, bir biçim
vereyim geleceğin yeni mevsime. Ah bir otobüs durağına doluşmuş fırtınadan korkan çocuklar,
korkmayın! Öyle kutsuyoruz ki biz bu toprağımızın yeni baharını serin rüzgârı temizlemeye esecek,
getirdiği yağmurlar en çok gözleri çukur olmuşlara iyi gelecek. Toprağımızdan öyle bir can fışkıracak ki
şaşıracağız çünkü neredeyse yemin edebilirdik her şeyin bittiğine, bu ulu ağacın tamamen ölü
olduğuna. Polenler ve çiy damlaları, gül tohumları ve çam kokusu olacak bu yeni mevsimin esintisinde
çünkü bizler değiliz ki gökteki kuşlar gibi umursuz ve anda yaşayan. Aidiyetsiz ve cennet krallığına talip
gökteki kuşlar bizim ise bir yurdumuz var! Bizi bir korku anında uyandıran bu mevsim gidişiyle bir kere
daha bilinç ve can katacak çok çekmiş canımıza. Boşuna beklemeyin korkak gibi gelecek otobüsleri bir
durakta, sıkı durun, geçecek. İlkbahar, çok yaşa!Kaynakça:
Knausgård, Karl Ove. Gökteki Kuşlar. Çev. Buket Tellioğlu. MonoKl Yayınları, 2021. Baskı.
|
Işıl Aybaş
ODALARDAKİ DUVARLAR VE UZUVLAR
Kendi ayaklarınıza kapandığınız oldu mu hiç? Akılsız başların acısını çeken ayaklarınıza minnet
duydunuz mu? Belki de bize uzatılan ellere uzanacak takatimiz kalmadığından ayaklarımıza kapandık,
bileklerimize dayandık. Bu “zemine” doğru yönelim, uzanan ellerin açılacak yeni kapılara bir davet
olduğunu bildiğimiz fakat içinde durduğumuz odanın kapısından da bir daha giremeyeceğimizi
düşündüğümüzdendi belki ya da değişmekten belimiz büküldüğünden. Kapıların gizemini odamda
olmasını hep istediğim aynamı iliştirecek bir boşluk ararken fark etmiştim. Odama girerken kendi
silüetimden çok dudaklarımdaki minik büklümlere odaklanmıştım. Demek ki, bir kapı aralamak
heyecana davetti benim için. Ardından yerinden ettim aynayı bir de madalyonun tersini göreyim
diye. Karşılaştığım ben kaşlarının arasında vadiler taşıyordu her bir çıkışında odasından. Öyle vadiler
ki artık giderek aşınmış ve tutamadığı suları taşırmışlardı. Sanki elden ayaktan düşmüştüm suların
debisinden. Yere yığılmıştı üzerimdeki vadi toprağı. Ben de boyumun ölçüsünü almıştım artık. En son
ayaklarıma kapadım aynamı.
Ayaklarımız vücudumuzun görünen dokularından görece daha fazla aşınmışlardır. Nasırlar, çatlaklar,
batmalar... Bu değişimle odamızda uyumaya hazırlanırken yahut sıcak suyun altında etimizi
haşlamadan hemen önce karşılaşırız. Daha uzun sürede ama hızına ters bir şiddette farkına varırız bu
gerçeğin. Dört duvarla çevrelenmeyince de kendimize bakmayız anlaşılan. Aşınmak da değişime karşı
direnmek gibi aşılması gereken duvarlardır aslında. Her direnişte alınan hasar doğal bir aşındırmaya
yol açsa da gerçekleşme aralığını değiştirmek bize kalmıştır duvarlarımızın varlığını kabul edersek.
Böylece aşınanı kaşıyıp deri değiştirmeye başlarız duvarların ardına varmadan, kapıdan adımı
atmadan. Bu duvarlar heyecanımızın temsili, çocukluğumuzun alın yazısıdır ve ayaklarımız yerden
kesildiğinden olacak ki havada asılıdır. Dönüşmek için tek yapılması gereken havadaki duvarın fiziki
aykırılığına odaklanmadan altındaki boşluktan ilerlemektir. Yani kapılara ihtiyacınızı düşünmeden
kapıya yönelmektir değişime direnmemek. Kapıya yönelim ise ayaklarınıza güvenmektir, şimdiye
kadar sayısız belaya kollarını açıp göğüslemiş ayaklarınıza. Adem Başpınar’ın Vurgun’u ve Yek’i ile
karşılaştığımda insan uzuvlarını odak noktası yapması beni bir düşünce seline boğmuştu. Devameden tabloların içerisinde kendime ait ve tepemdeki kara bulutlarıma benzer ayrıntılar gözüme ilişti:
bitap düşmüş bedenler, gerilmiş yüzler, küçük insanlar ama büyük hayvanlar,kırmızılar ve maviler...
En çarpıcı olan ise eserlerinin isimleriydi. Sanki her biri bozguna uğramış yapbozun parçalarından
biriydi. Ardından cevapsız soru tufanı kafamın içindeki et parçasını doldurmaya başladı. Ben
dediğimiz kendimizi nasıl tanımlardık? Bizim dediklerimize karşı tutumumuz kendimize karşı
tutumumuzla uyuşuyor muydu? Gerçekten içimize hoşgörülü ve nazik miydik talepkar olmadan?
Tufandan geri kalan kelimelerle hazinemi ortaya çıkardım.
“Çağ ” çelişkisiz tek bir güne dahi izin vermeyecek gibi görünüyor yaşadığımız müddetçe. Kendimize
günümüzün dile leblebi olmuş laflarından birkaçını sürekli hatırlatırız: İyi düşün iyi olsun, nasıl
başlarsan öyle gider. Bu sözler öylesine yalanlarla doludur ki söyleyen kişi kendini kandırdığının
farkına varamaz. Söylenen kişiye umut verir ama söyleyendeki farkındalık ondan umut çalar çünkü ne
iyi başlamak ne de iyi düşünmek artık mümkündür. Aynaya her bakışımda küçüklüğümden beri
adlandıramadığım duygular bedenimi sarmalıyordu içi huzursuzluk olan. Pandora gibi açmaya
korkuyor ama merakımı da kenara bırakamıyordum. Büyüdükçe kendime bakışlarım arttı. Bana ne
olduğunu anlamak için daha dikkatli bakmaya çalışıyordum. Bana kalan neydi? Geceleri saran
karabasanlar ya da bedenimi sarsan yakarışlar mıydı? Düşünmek için ayaklarıma kapandım işte tam o
sıralarda. Ruhumun ortasına çöreklenmiş sızıları sıvazladım gözlerimdeki yaşlarla. Akıttığım
yaşlarımla aynamı temizledim. Aynada kendimi daha temiz ve yek gördüm. Ben açıldıkça huzurum,
sevincim, heyecanım gitti. Yine de dünya denen kutunun içindeki muammada kalan bir umuttur ki
hâlâ duvarlarımın arasında.Kaynakça:
Başpınar, Adem. ”Vurgun.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr.
Başpınar, Adem. ”Yek.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr.
Başpınar, Adem. ”Çağ.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr.
Başpınar, Adem. ”Dirlik.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr.
|
Emre Sülün
BİLEREK GEZMEK
Gezmek küçüklüğümden beri benim için önemli bir tutku oldu. Kimi zaman
vakit geçirmek için, kimi zamansa sadece gezmek için gezdim. Gidemediğim
yerler hakkında ise kitaplar okudum, filmler izledim hatta müzik sayesinde bile bir
şehri tanıyabildiğim oldu. Bu yüzden “Çok gezen mi daha iyi bilir, yoksa çok
okuyan mı?” sorusunu cevaplamaya hakkım olduğunu düşünüyorum.
Bence çok gezen daha iyi bilir çünkü yazar ne kadar usta olsa da okuyucuya
tam bilgi aktarması mümkün değildir. Gezmek beş duyuya birden hitap eder,
kelimelerin gücünün bunların hepsini anlatmak için yeterli olacağını sanmıyorum.
Bu yüzden sadece gezen kişinin sadece okuyana göre daha bilgili olacağını
düşünüyorum. Öte yandan bu alışıldık sorunun bir de alışılmadık öznesi var:
okuyarak gezen insanlar.
Ayak bastığı, sokaklarını dolaştığı, havasını teneffüs ettiği kentin bir de
tarihini öğrenen kişi gezmekten çok daha fazlasını yapmış olur. Hele bir de oranın
yerlisinden öğreniyorsa bu tarihi, ondan daha bilgilisi olamaz. İlber Ortaylı
Seyahatnamesi tam da bunu gerçekleştiriyor. Avusturya’dan Singapur’a uzanan bir
coğrafyayı gezen İlber Ortaylı hem kendi bilgilerini aktarıyor hem de konuştuğu
yerlilerin anılarını kitaba ekliyor. Tüm bunlar, keşke bu kitabı oraları gezerken
okuyabilsem dedirtmekte. Bir sarayı gezerken, orada yaşanmış ilginç bir olayı
okumak; bazı milletler için kitapta anlatılan yüz ifadelerini caddede yürürken
gözlemleyebilmek eminim ki etrafa bakınarak dolaşmaktan çok daha keyifli
olurdu.
İlber Ortaylı kitabında gittiği şehirleri, gezdiği müzeleri anlatmakla
kalmıyor. Çeşitli halkların kültürlerini aktarırken önemli tarih dersleri de veriyor.
Yazar, etnik kökene dayalı çatışmalardan bahsederken “Kendi kültür ve tarihine
sahip olmayan etnik unsur, ana unsurun kültür ve tarihine karşı yıkıcı ve saldırgan
bir tavır takınır, gerilim burada başlar.” (Ortaylı 2013) diyerek günümüzdeki Commented [ES1]: Kitabı kütüphaneden ödünç alıp
bitirdikten sonra geri verdiğim için şu an sayfa numaralarını
kavgalara ışık tutuyor. Kitabın Suriye kısmında Palmira antik kenti hakkında
bilemiyorum.
yazılanları okurken IŞID’in bu antik kentte yaptığı yıkımlar aklıma geldi.
Mezhepsel bahaneler altında kendi tarihini yok eden bu insanlara bir kez daha
acıdım. Bu yıkım haberinden birkaç ay sonra ise Batılı aktivist bir grubunPalmira’yı sanal ortamda üç boyutlu modeller kullanarak tekrar inşa edeceği
haberini okudum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bu kenti, tüm
insanlığın ortak varlığı olarak gören bu grup tarih bilincinin ne kadar önemli bir
kavram olduğunu gözler önüne seriyor.
Kitapta tarih bilinciyle ilgili bazı eleştiriler bulmak mümkün. Örneğin:
“Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin
diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi
zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen
aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir.” (Ortaylı 2013)
Türkiye’nin fen ve mühendislik alanlarında patlama denebilecek kadar büyük bir
başarı gösterdiğini düşünmesem de tarih gibi sosyal bilimlerde çok daha geride
olduğu tespitine katılıyorum. Üniversite giriş sınavında TS bölümlerinin
istatistiklerine bakarak bile bunu görmek mümkün. Küçük yaşta başarı gösteren
öğrenciler sayısal ya da eşit ağırlığa yönlendiriliyor, hatta sözel öğrencilerine aptal
denildiğini bile gördüm. Bunlar neden yapılıyor bilmiyorum ama tarihle olan
bağımızın en baştan sarsıldığını söyleyebilirim. Üstelik bu bilinçsizlik yazarın
bahsettiği gibi sadece diplomalılar arasında değil. Gezdiğim bir antik kentte rehber,
köylülerin antik kentteki taşları kendi evlerinin inşasında kullandıklarını anlatmıştı.
Bu olay, belki bir diplomalının bilinçsizliğinden biraz daha fazla kabul edilebilir
ama yetkililer buna müsaade ettiğine göre kesinlikle bir şeyler ters gidiyor.
Bir yanda gezmek gibi oldukça eğlenceli bir konu, diğer yanda kültür ve
tarih bilinci gibi oldukça ciddi ve üzerine uzun incelemeler yazılabilecek başlıklar
İlber Ortaylı’nın kaleminde hiç sıkmayacak şekilde bir araya getirilmiş. Kitabı
bitirdiğim an o şehirleri tek tek gezme isteği uyandı içimde. Keşke şu an bu
seyahate başlayabilsem ancak yazı beklemekten başka çarem yok.
Kaynakça
Ortaylı, İlber. 2013. İlber Ortaylı Seyahatnamesi: Bir Tarihçinin Gezi Notları. Timaş Yayınları.
|
ZAMANLA YARIŞ
OSMAN KILIÇ
İç dünyamda yaşadığım fırtınalar ve arayışlar çoğu zaman sessiz ve derindi. Bu
duyguları en derinlerimde hissederken hayatın anlamını sorgulamak kaçınılmaz hale geliyor.
Duygularımın karmaşıklığı, bazen beni melankolik bir ruh haline sürükleyebiliyor. Ancak bu
süreç, kendimi keşfetmemi ve yeniden tanımamı sağlıyor. Duygularımın yoğunluğu,
düşüncelerimi ifade etmemi zorlaştırsa da, bu içsel yolculuk aynı zamanda geleceğim için umut
vaat ediyor. İnsanın kendi özünü keşfetme sürecindeki dolambaçlı yollar, hayatın farklı
yönlerine pencere açmama olanak tanıyor. Bu arayışın sonu belli olmasa da, yaşadıklarım ve
hissettiklerim beni şekillendiren ve güçlendiren deneyimler. Benim içim duygularla mantığın
iç içe girdiği bu içsel savaşta, düşünceleri en orantılı şekilde oluşturmak çoğu zaman en zor
işlerden biri olmuştur. Zamanın geçiciliği ve biriktirdiğimiz anıların peşinden koşma içsel
davranışı, insanı sürekli tüketen ve içsel çatışmaya iten en büyük etkenlerden biri.
Salvador Dalí’nin "Belleğin Azmi" tablosu da bana her gördüğümde bu duyguları yaşatır.
Eriyip giden saatler, zamanın ne kadar geçici olduğunu ve edindiğimiz her anın kaybolma
korkusunu sembolize eder. Zaman çatışması, insanı çoğu zaman deli eden bir karamsarlıksarmalına iter. Ancak bu kadar önemsediğimiz zaman olgusu, gerçekten bu kadar
kaygılanmamız gereken bir durum mu? Anıların silinip gidecek olmasının korkusu, insanı
gelecekte onu bekleyen güzelliklerden mahrum etmez mi? İnsanoğlu, bu sorulara net cevaplar
veremediği için kendi içindeki fırtınaları dindiremez. Oysaki zamanın akıcılığında her anın
tadına doyasıya varmak ve hayatımızın bu anlarını en verimli şekilde değerlendirmekten ibaret
olduğunu kendine inandırmak, bu içsel yoğun çatışmadan kurtarır insanı. Bu içsel çatışma
savaşını vermek, bana bu olgunluğu tamamıyla kattığına en içten şekilde inanıyorum. Zamanın
akan bir nehir olduğunu ve bir daha geri gelmeyeceğini idrak edip, ona göre anı en özel, en
değerli şekilde geçirmek, hayatıma en özel olduğunu düşündüğüm yerde devam etmemi
sağladı.
Sorgularım var; hatta kaygılarım, sorgularımdan çok daha fazla. Ancak bu sorgu ve
kaygıların, zamanın akıcılığında yaşayıp gitmenin bir parçası olduğunu kabul ediyorum artık.
Kaygı, insanı zinde tutan ve her zaman sorgulama mekanizmasını harekete geçiren bir duygu.
Bu duyguyu minimize ederek ve akılcı yaklaşarak, çoğu içsel çatışmadan rahatlıkla
sıyrılabileceğimi görmek, beni diğer insanların yanı sıra daha erdemli biri yaptığına eminim.
Bu erdemlilik, kişiden kişiye değişse de hayatın bu kaçınılmaz ışık hızına yetişebilmek adına,
kendi doğrularımdan pay biçerek ilerlediğimi düşünüyorum.
Zamanın akıp gidiciliğinin farkında olurken, yaşanılan zamanın bir daha gelmeyeceğinin
bilincinde yaşamayı da es geçmiyorum. Bu durum ne kadar acımasız olsa da, dünyanın en
büyük gerçeği. Bu gerçekle nasıl yaşanılması gerektiğini öğrenmek, kendi içimizdeki çatışmayı
sonlandırıp tek bir saniye bile kaybetmemek gerektiğini kendime bir hayat felsefesi edindim.
Gerçekten de zaman aşırı yaşamak bunu gerektirir ve bunu sağlayabilen insan, akıp giden
zamana karşı verdiği savaşı kazanmış olur.
"Belleğin Azmi" tablosu, bu çatışma ve ikilemi bana her zaman çıplak bir şekilde hatırlatır:
eriyip giden ve karşı koyamadığımız bir zaman, bu zamanın içinde yaşamakla mükellef insan.Kısıtlı vaktinde kendi içindeki fırtınaları zamana karşı dindirip, hayatı bir daha yaşayamayacağı
anıları doyasıya yaşaması gereken bizler. Bu hayatta her anı sadece bir kere yaşıyoruz; her giden
anının ardından gelen, kötü de olsa güzel de olsa, o an bir kez gelecek ve gidecek. Bu yüzden
bunun bilincine varıp her anı doyasıya yaşayabildiğim zaman , ben bu hayatın gerçek bir bireyi
olduğum kanısına varacağım.
KAYNAKÇA
Dali, Salvador. Belleğin Azmi. 1931. Yağlıboya. National Museum Of Art. New York
|
İsim : Yusuf Yiğit Korkmaz
ID : 22201749
Bir Afgan Kızın Gözleri
Bu fotoğrafa bakmadan önce yaşadığınız hayatı birkaç dakikalığına düşünün.
Hani o beğenmediğiniz, size fazlasıyla dertli gelen hayatınızı… Sokaklarda yürürken
binlerce insanla karşılaşıyoruz. Ancak hiç düşünüyor muyuz az önce yanımdan
geçen kişinin hayatı nasıl? Ne gibi sorunlarla boğuşuyor? Hayır, sadece kendimize
odaklanmış durumdayız. Kendi dertlerimizi düşünüyor, kendi hayatımızın başrolünü
oynuyoruz. Bu fotoğrafı gören insanların birçoğu da kızı anlamaya çalıştıktan sonra
birkaç dakika içerisinde onu unutup kendi hayatlarına geri dönüyor. Bizler rahat ve
sıcacık yataklarımızdan ne kadar dertli olduğumuzu düşünürken aklımızdan sınavda
istediğimiz sonucu alamamamız, kendisine karşı bir hoşlantı hissettiğimiz kişilerin
bize soğuk davranması gibi şeyler geçiriyoruz. Sahip olduğumuz güzelliklerin,imkanların ve özgürlüğün farkında değiliz. Etrafımıza baktığımızda acı, nefret ve
kederden başka bir şey görmüyoruz. Şanssızlıklarla boğuştuğumuzu söylüyoruz.
Şükür kavramını tamamen yitirmiş ve açgözlülüğümüzün kurbanı olmuş durumdayız.
Hep daha fazlasını istiyoruz. Sınavda ikinci olduğumuzda neden birinci olamadık
diye keyfimizi kaçırıyoruz. Maalesef hepimiz benciliz, bana dokunmayan yılan bin
yaşasın düşüncesiyle hayatlarımızı sürdürüyoruz. Önceleri kendimi empati yapabilen
bir insan olarak tanımlardım. Bu düşüncem muhtemelen okuduğum kitaplarda
hikâyenin içinde sürüklenirken kendimi ana karakterin yerine koyabilmemden ve
âdeta o karaktere bürünebilmemden geliyordu. Fakat hayır. Ben de diğer insanlardan
farklı değilim. Hayatın olağan akışı içerisinde sürüklenip giderken diğer insanları
umursamıyorum. Sanki benim derdim en sıkıntılı olanmış gibi geliyor. Bunu fark
ettiğimde kendime kızıyorum ancak harekete geçip o dertli insanların acı hayatlarına
çözüm bulabilecek enerjiyi kendimde bulamıyorum. Tamamen salıvermiş
durumdayım. Kendi hayatımı bile düzgünce idame ettiremezken nasıl başkalarının
sorunlarını çözebilirim?
Doğa bizlere inanılmaz güzellikler sunuyor. Rengarenk çiçekler, uçsuz
bucaksız denizler, ağaçlar, böcekler, kuşlar… Ben bu güzelliklerin hepsini özgürce
deneyimleyebiliyor, doğanın bize armağan ettiği bu nimetler çeşmesinden istediğim
kadar içebiliyorum. Ancak bu değerlerin farkında değilim. Bu durumu hasta olup
burnumuz tıkandığında nefes almanın kıymetini anlamamıza benzetiyorum.
Maalesef insanoğlu olarak bir şeylerin değerini kaybetmeden anlayamıyoruz.
Kaybettiğimiz değerlerden biri de hayallerimiz. Bizler insanlık olarak savaşlar,
kavgalar ve anlaşmazlıklar yaratarak düşlerin kökünü kazıyoruz. Hiçbir zaman
gerçekleşmeyeceğini bildiği hayaller kuran çocukların arzularını öldürüyoruz.
Çocuklar bizim yüzümüzden masum canlılıklarını yitiriyorlar. O en güzel, insanın en
dolu dolu geçirmesi gereken yılları bir an önce büyümek için harcıyorlar. Bizler bu
nesillerin acımasız katilleriyiz.
İnsanlık olarak bu kötülüğe ses çıkarmıyoruz. Âdeta üç maymunu oynuyoruz.
Neden bu kadar benciliz? Neden çocukların o güzel hayallerine bu kadar
yabancıyız? Yabancı… Bana küçüklükten itibaren korkulacak kimseler olarak
öğrettiler. Ailem sakın yabancılardan bir şey alma diye ikaz edip dururdu. Belki de
bundan dolayı yeni insanlarla tanışmadan önce temkinli davranıyorum. Önce
karşımdaki insanı süzüyorum, bana zarar verme ihtimalini tartıyorum. Çünkü benim
canım diğer insanlardan daha değerli değil mi? En önemli insan ben değil miyim?
Sonra fark ettim ki bu tedbirli bencillik beni insanlardan soğutuyor. Gün geçtikçe
yaşadığım topluma ve diğer insanlara karşı yabancılaşıyorum. Fakat hepimiz
yabancılaşırsak nasıl birbirimize güveniriz? Nasıl birbirimizin dertlerine derman
oluruz? Kendi kabuğumuzun içinde sonsuza kadar sükut içinde yaşamak bu kadar
içimize sinmemeli. Bizler bu fotoğraftaki genç kızın temkinli ve insanın yüreğine bir
hançer gibi saplanan bakışlarını mutluluktan parıldayan ve etrafına sevgi saçan bir
yıldıza çevirmeliyiz. Mutlu bir gelecek için, mutlu nesiller için yapmamız gereken bu.Kıyafetimiz, bizim dışa dönük olan parçamızdır. İnsanlara bizim hakkımızda ilk
yargıyı verir. Bazen bizim kusurlarımızı örter, bazen bizi olduğumuzdan çok farklı
gösterir. Onlar bizim sık sık arkasına saklandığımız maskelerimizdir. Hayatımızın her
anını, kötü günlerimizi, mutlu zamanlarımızı kıyafetlerimizle birlikte deneyimleriz.
Onlar bizim en yakın arkadaşlarımız, sırdaşlarımız olurlar. Geçmişin o güzel ve
özlenen günlerine şahittirler. Kızın kıyafetindeki yırtıklar bende farklı bir izlenim
bıraktı. Sanki oradaki kumaş eksiklikleri canlı ve bir şey anlatmak istiyormuş gibi. O
yırtıklara rağmen yılmadan kızın üstünde kalmaya devam etmeleri hayatta tüm o
zorluklara rağmen bir parça da olsa umut olabileceğini gösteriyor bana. Suretimde
ümidin o güçlü ışığının yansımasını hiçbir zaman yitirmemem gerektiğini hatırlatıyor.
Kaynakça:
“Steve McCurry : Afghan Girl.” National Geographic, June 1985
|
MÜZİK, GÜNÜMÜZDE İŞLEVİNİ KAYIP MI EDİYOR?
Kültür nedir? Kültür insana özgüdür, insanların temel içgüdülerinin ötesine geçmesidir.
Barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra ortaya çıkan “boş vakit” kavramını
nasıl değerlendirdiğimizdir. Hayvanların kültürü yoktur. Dünyanın neresine giderseniz gidin,
karıncaların davranışları birbirinin aynıdır. Farklı karınca topluluklarını birbirinden ayıran bir
kültürleri yoktur. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran temel farktır kültür. Müzik, dünya üzerinde
varolan bütün kültürlerde kendine yer edinmiştir. İnsan doğasında müzik yapma, dinleme ve bu
eylemden haz alma duygusu vardır. Asya’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Amerika’ya insanlar, türleri
doğal olarak farklılık gösterse de, müzik yapar ve dinlerler. Bu yazıda müziğin insanlar tarafından
nasıl anlaşıldığından ve müziğin günümüzde temel amacını yitirişinden bahsedeceğim.
İnsanlar “müzik” sözünden türlü şeyler anlayabilirler. Kiminin aklına klasik müzik gelir,
kimininkine türküler. Müziğin gayesi dinleyicisine haz vermekten başka bir şey değildir. Türküleri
ele alalım. Çok basitçe çamaşır asarken sıkılan bir köylü kadının dudaklarından dökülen birer
mırıldanma çok sevilen bir türküye dönüşebilir, yaşadığı kayıp üzerine üzüntüsünü sazına döken
bir ozanınki de. Bu müziklerin güzelliği, ortaya çıkışlarındaki samimiyet ve içten yazılmış
olmalarıdır. Benim bu yazıyı yazıyor oluşum, müziğin bahsettiğim bu işlevini kaybediyor oluşunu
sezdiğimdir. Düşünceme göre bunun birkaç sebebi bulunmaktadır.
İlk sebep, müziğin günümüzde insanları birleştirmekten çok onları kutuplaşmaya iten bir
noktaya gelmiş olmasıdır. Maalesef toplumdaki yaygın görüş, basitçe, klasik müziğin sosyo-
ekonomik olarak üst kesime türkülerin ve benzeri tarzların ise alt kesime hitap ettiği yönündedir.
Bu bakış açısı son derece yanlıştır ve insaları “biz” ve “siz” diye kategorileşmeye iter. Klasik
müziğin, operanın Batıdan gelmiş olması üst kesime hitap etmesini gerektirmez. Fakat toplumun
sosyo-ekonomik olarak orta-alt kesimde yer alan üyelerinde klasik müziğin “zengin işi” olduğu ve
klasik müzikten kesinlikle keyif alamayacaklarına dair bir önyargı yer edinmiştir. Hâlbuki böyle
bir durum söz konusu değilir. Örneğin operaların konularına bakıldığında aşk, kavuşamama gibi
tıpkı türkülerde işlenen konuların varolduğunu görürüz. Peki, bu ele aldığımız kesim müziğe
hepten karşı olmadığına göre, nice anlamlı ve kompleks yapılı türküden keyif alabildiğine göre,
konu bakımından operalarla aynı konuları işlediklerine göre neden hâla operaya gitmiyorlar?
Bunun sebebi ekonomik değil. İronik olarak, Cumhuriyet Dönemi’nde “klasik müzik” bir lüks gibi
gözükmesine karşın halkın klasik müziğe ilgisi günümüzden daha yoğundur. Fakat günümüzde bir
konser bileti, sinema bileti ile aynı fiyata gelmişken klasik müziğe orta-alt kesimden ilgi ciddi
derecede azalmıştır. Bahsettiğim kesimin klasik müziği kendilerine düşman edinmemesi, ondan
haz alabilmesi için varolan bu önyargının kırılması gerekmektedir.
Bahsedeceğim ikinci sebep ise müziğin “popüler kültür” adı altında ticari bir araç olarak
kullanılmasıdır. Günümüz sat-kazan odaklı dünyasının ekonomi politikalarından ne yazık ki müzik
de nasibini almıştır. Başta da belirttiğim gibi, müziğin temel amacı, her sanat eserinde olduğu gibi,
kitlesine haz vermekten başka bir şey değildir. Fakat günümüzde müziğin bir kâr etme yöntemine
dönüştüğünü görüyoruz. Melodinin, harmoninin kısaca müzikalitenin bulunmadığı sözde“şarkılar” müzik marketlerde satın alınmak üzere bizleri bekliyor. Burada eleştireceğim kısım bu
şarkıları yapan prodüktörler. Bahsettiğim prodüktörler, “Gel sana bir albüm yapalım.” mantığıyla
herhangi bir kişiyi meşhur etme yeteneğine sahip olanlar. Dönüp dolaşıp aynı akor kalıplarıyla
melodiden, harmoniden yoksun şarkılar üretip dinleyiciye “satıyorlar”. Bu albümler adeta seri
üretime geçmiş durumda ve bu durum müzik kalitesini inanılmaz derecede düşürüyor. Müziğe bir
sanat eseri değil de pazarlanacak bir ürün gibi bakılıyor, müzik işlevini yitiriyor.
Uzun lafın kısası, müzik günümüzde insanları birleştirmektense insanların gruplaşmasına
yol açıyor. İnsanlara müzik bir ürün gibi pazarlanarak müziğin kalitesi düşüyor. Bu sorunların
giderilmesi için insanların önyargılarını bir kenara bırakıp müziğin işlevini akıllarına getirmeleri
ve müziği bir kâr aracı olarak görmekten vazgeçmeleri gerekiyor. İşte ancak o zaman, müzik gerçek
işlevine ulaşıp insanları birleştirici gücünü ortaya çıkarabilir.
|
ZEYNEP DOĞRU 1
YUKARI DÜŞÜŞ
Gezmeyi, dolaşmayı, yeni yerler keşfetmeyi çok seven bir insanım. Bu yüzden internetten
pek çok seyahat blogu okurum, sosyal medyalardan pek çok fotoğrafçıyı takip ederim. Kim, nerede,
ne gibi fotoğraflar çekmiş bakarım ve bu aktiviteden de zevk alırım. Bu fotoğrafla da bu şekilde
karşılaştım. Günlük bir alışkanlık hâline getirdiğim bloglarımı okurken ilk başta dikkatimi çok fazla
çekmese de ilgimi çeken başka bir yazının linkine ulaşmak için sayfanın başına dönmeye çalışırken
kendini bana belli etti.2
Normalde bir fotoğraftan bu kadar etkileneceğimi hiç düşünmezdim. Sanatçının
yeteneğinden midir yoksa ortamın güzelliğinden mi bilmiyorum ama Allard Schager’in çektiği bu
fotoğraf bende bu duyguları bırakan nadir eserlerden biri oldu. İlk başta ilgimi çekmeme sebebi
sıradan bir merdiven gibi gözükmesi sanırım. Gün içinde katlar arası bağlantıyı sağlamaktan başka
bir işlevi olmayan, inip çıkarken üzerine kafa yormadığımız, sorgulamadığımız hatta çoğu zaman
çıkarken nefes nefese kaldığımız, “Bir asansör yapamamışlar mı?” dedirten bir yapı ne de olsa
merdiven. Evet kabul ediyorum, her gün kullandığımız o mermer ya da ahşap kaplamalı
merdivenlere benzemiyor hatta bariz olarak onlardan çok daha uzun ve tehlikeli ama merdiven
merdivendir diyerek çoğu kişinin bu fotoğrafın arkasında ki güzelliği kaçırdığına inanıyorum.
Allard Schager, bu fotoğrafı ünlü Fransız imparatoru Napolyon’un doğduğu Akdenizdeki
Korsika Adası’nda çekmiş. Kral Aragon’un Merdivenleri imiş bu eşsiz görünüme sahip yapının adı.
Efsanelere göre uçurumun kenarında olan bu yürek hoplatıcı yol, yolun sonundaki kaleye ulaşmak
için bir gecede oyulmuş.
Fotoğrafın bence en ilgi çekici yanı onlarca kere bakmama rağmen hâlâ aşağı doğru inen bir
merdiven mi yoksa yukarı çıkan bir merdiven mi olduğuna karar verememem. Normalde göz
illüzyonlarını hemen fark eden bir insan olsam da bu merdiven kendini bana çok düşündürttü. Bir
baktığımda aşağı iniyormuş gibi hissettiğim bu merdiven, bir sonraki bakışımda tam tersine, yukarı
çıkıyormuş gibi hissettirdi. Hayatı anımsattı bana Kral Aragon’un Merdivenleri. Bir işe
başladığımızda ya da biriyle tanıştığımızda, kısaca genellemek gerekirse hayatımızda bir gelişme
olduğunda hep sıfır noktasından başlarız. Yaptığımız hareketler, söylediğimiz sözler, aldığımız
kararlar, vazgeçtiğimiz ya da kabul ettiğimiz teklifler ve daha pek çok unsur ya ileri götürür bizi
hayatımızı kolaylaştırır, olumlu sonuçlar doğurur ya da aşağı çeker gerisin geri. Yanında karmaşalar
getirir, problemler hiç eksik olmaz, en basitinden stresten sağa sola saldırmaya başlar, incir
çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden kavgalar, sorunlar yaratırız kendimize. Aslında
düşünüyorum da aşağı inerken aşağı indiğini ya da yukarı çıkarken yukarı çıktığını hissetmek, kişi3
için daha iyi aslında. Net çünkü. Aşağı inerken sorunların geleceği ya da yukarı çıkarken
omuzlarımızın hafifleyeceği belli. En kötüsü aslında aşağı inerken yukarı çıktığını sanmak. Tersi
durum hoş. Aşağı indiğini sanarken yukarı çıkmak insana fazladan mutluluk getirir. Kışı beklerken
yaz çıkmasıdır karşısına insanın bir nevi. Nadir de olsa gelir insanın başına, yüzünü güldürür.
Hâlbuki diğer durum yani düşüşteyken yukarıya çıktığını sanmak çok yaygındır günümüzde. Her an
her köşe başından, insanı bu konuma düşürebilecek bir olay gerçekleşebilir. Olayların, kişilerin
büyüsüne kapılabilir, o büyüyle kanatlanabilir, semaya uçmamız gerekirken aniden, hiç fark
etmeden yere çakılabiliriz.
Kendimi birkaç kez fotoğrafçının yerine koydum. Belki de böyle bir fotoğraf çekeceğini
tahmin etmemişti hiç. Belki amacı sadece gezip gördüğü yerleri takipçileri için fotoğraflamaktı.
İster mükemmel bir zamanlama deyin, ister ışığın geliş açısı, isterseniz fotoğrafçının bulunduğu
konuma yükleyin merdivenlerde oluşan belirsizliği. Sonuç olarak Allard Schager benim gözümde
tarihî bir merdivenin fotoğrafını çekmekten çok daha fazla anlam yüklemiş eserine. İnişiyle,
çıkışıyla, belirsizliğiyle, tehlikesiyle, heyecan vericiliğiyle hayatı anlatmayı başarmış bence.
Kaynakça
Schager, Allard. Falling Upwards. Korsika. 21 Eylül 2015. < https://500px.com/photo/11668783/
falling-upwards-by-allard-schager >
|
ORMANDAKİ ÖLÜM KALIM SAVAŞI :
AÇLIK OYUNLARI
Açlık oyunları romanıyla ve popüler yazar Suzanne Collins
ile ilk defa lisedeki edebiyat öğretmenim sayesinde tanıştım.
Kitabı çıktıktan sonra hemen okuyamasam bile, hemen
hemen her yerde kitabın hikayesini duymuştum ve gerçekten
çok ilgimi çekmişti. Kitabın hikayesini okuduğumda ne kadar
macera ve heyecan yüklü olabileceğini düşündüm ve önsözü
de okuduğum zaman bu kitabı kesinlikle okumam gerektiğine
karar kıldım.
Romanı okumaya başladığımda ilk dikkatimi çeken şey
yazarın nerdeyse her yerde birinci tekil şahsı kullanarak
olayları anlatmasıydı. Açıkçası bu benim çok sevdiğim bir yazış
türü değil çünkü eser bu şekilde, okunması biraz fazla basit ve
her zamanki aradığımız edebi ruhtan uzak oluyor. Ayrıca
kitabı okurken bu sebepten ötürü bazı olaylar arasında boşluk
ve kafada çokça soru işaretleri kalıyor. Tabii ki bu
olumsuzluklar kitabı sevmediğim, kitabın iyi yanlarının
olmadığı anlamına gelmiyor. Kafadaki bu soru işaretlerinin iyi
yanları da yok değil. Bence bu şekilde hikayede bir gizem
oluşturulmaya çalışılmış ve bence başarılı da olunmuş.
Okuyucu bu şekilde kitaptan kopmadan uzun süre kitaba
bağlanabiliyor. Romana bu şekilde bir genel bakış attıktan
sonra biraz da hikayeden bahsetmek istiyorum.
Olaylar genel olarak Panem adı verilen, 12 mıntıkadan
oluşan, acımasızlıklar ve ezikliklerin olduğu, bir ülkede
geçiyor. Ülke “Capitol” adı verilen merkezdeki bir şehirtarafından yönetiliyor. Capitol’un o kadar vahşi ve katı
kuralları var ki orada yaşayan halk ve mıntıkılardaki insanlar
sürekli eziliyor. Hikaye genel hatlarıyla büyük bir ormanda, bu
mıntıkalardaki insanlarla yapılan acımasız ve bir o kadar da
vahşi bir yarışmadan ve olayın içindeki insanlardan oluşuyor.
Bu tam bir ölüm kalım meselesi, mecazi olarak söylemiyorum
gerçekten de öyle. Hayatta kalan yarışmacı kazanır ve sadece
bir kişi bu yarışmayı kazanacak. Ayrıca bu yarışma her ülkede
eş zamanlı olarak yayınlanıyor.
Romanımızda ana karakterlerden bahsetmemiz
gerekirse, benim gözüme ilk olarak Katniss ,Peeta ve Rue
çarpıyor. Olay büyük çoğunlukla Katniss Evardeen’in
gözünden anlatılmış. Bence Katniss kitapta en iyi betimlenen
karakter… Daha 30. Sayfaya varmadan kafamda çok güzel
,merhametli ve bir o kadar da akıllı bir genç kız canlandı.
Ayrıca ondaki yüksek mücadele ruhu da, onu, kitaptaki favori
karakterim yaptı. Peeta’ya da tam tersi hiç mi hiç ısınamadım.
Her ne kadar kitabın sonunda Peeta’nın da iyi yönlerini
gösterseler de başlangıçtaki bencil tavırlar ve kıskançlık bende
bir türlü değişmeyen bir ön yargı yarattı Peeta hakkında. Rue
ise kitaptaki en acıdığım karakter ! Daha küçücük yaşıyla
öylesine bir yarışmada iyi kalbiyle herkese örnek oluyor ama
okuyucuyu-en azından beni- çokça hüzünlendiriyor.
Kitapta böylesine zıt karakterlerinin olmasının altında
yatan sebebin, okuyucuyu şaşırtmak olduğunu düşünüyorum.
Mesela her şey çok güzel çok heyecanlı giderken bir anda çok
fazla üzülebiliyorsunuz. Ama şunu siz de okuduğunuzda fark
edeceksiniz ki, romanın çeyreğine gelmeden her şey kafanızdaçok berrak bir şekilde oluşuyor ve ben bunu tamamen
Suzanne Collins’in olayları betimleme yeteneği olarak
görüyorum.
Bana soracak olursanız, kesinlikle ama kesinlikle
okumanız gereken bir yapıt. Böylesine özgün ve macera dolu
bir kitapta emin olun çok farklı duyguları aynı anda
yaşayacaksınız. Benim okumuş olduğum roman yaklaşık 400
sayfaydı ve bitirdiğimde keşke 100 sayfa daha olsaydı
dedim
Eser hakkında bu kadar ipucu ve açıklamanın yeterli
olacağını düşünüyorum ve sizi böylesine muhteşem bir eseri
okumaya davet ediyorum.
|
Kedilerin Terbiye Ettiği İnsanlar
Gonca Nesibe Bora
Bir kedinin bir insanın hayatı değiştirdiğine şahit oldunuz
mu hiç? Ben oldum. Evet hem de o kadar gözlerimin
önünde gerçekleşti ki bu değişim. Nasıl oldu, ne zaman
başladı veya nasıl bir süreç izledi? İnanın hiç bilmiyorum. 3
sene öncesine kadar bu kadar yakınımda olan huyunu
suyunu bildiğim bir insanın içinden bambaşka bir insan
çıkacağını söyleseler, önce şöyle hakkıyla bir kahkaha
patlatır, sonrasında iyi dalga geçerdim bu yorumun
sahibiyle. Üstelik bu değişimi yaşayan 19 senedir bana
babalık yapan kişi söz konusu olduğu için, durum benim
açımdan işinden içinden çıkılmaz bir hâl alıyor.
Evet, bu son 3 sene içinde kozasından çıkan kelebekler
misali bir başkalaşım geçirmiş olan kişi babam. Özbeöz
babam. 4 kişiden oluşan çekirdek ailemizde “Onu benden
daha iyi tanıyor olamazsınız.” cümlelerimle hakkında
defalarca iddiaya girmiş bulunduğum kişi. Belki de
ailemizin en gizemli üyesi: Ali Bora Bey. Şimdi
bahsedeceğim son bir kaç seneyi düşündükçe ailemizin en gizemli üyesinin babam olduğu
konusunda şüphelerim oluşmaya başladı. Zira bu değişimin kahramanı kedimiz Kahve’yi ve
doğaüstü yeteneklerini göz önüne almamak ona oldukça haksızlık olur. Birazdan size
anlatacaklarımı düşündükçe bile yüzümde bir belli belirsiz gülümseme oluşuyor. Umarım ben
böyle kendi kendime gülüp eğlenirken kütüphanedeki diğer insanlar deli olduğumu
düşünmüyorlardır.
Sizi daha fazla da merak içinde bırakmadan biraz biraz bu değişimden bahsetmeye başlayayım.
Öylesine sert, dik duruşlu, kuralları ölçüsünde bir hayat yaşayan ve yaşatan bir Hâkim Bey nasıl
oldu da o ismi cismi belli olmayan kara suratlı minik bir kediye karşı dünyanın en toleranslı insanı
haline gelebildi. Nasıl oldu da yıllar boyunca ağabeyim ve benim bile çoğu zaman mahrum
kaldığımız çocuksu şefkâtin bir kedinin üzerinde gösterilmesine şahit olduk. Aklım almıyor. Yıllar
boyunca asker edasıyla her yaramazlığımızda, oyuncakları her ortaya döküşümüzde bizi defalarca
uyaran adam, nasıl oldu da iki elim kadar olmayan bir şeyin ortalıkta koşuşturmasına, koltukları
tırmalamasına, kapı aralarından apartman sakinlerinin evine gizlice girmesine karşılık hiç ses
çıkarmadı. İnanın bu soruların cevabını ben de veremiyorum. Bunca yıl boyunca evde bile hâkim
kimliğinden sıyrılamamış olmasından dolayı, bize karşı mesafeli duruşuna zaman zaman
içerlediğim, ilgisinin eksikliğinden çokça yakındığım, eleştirilerinin sertliğinden zaman zaman
illallah çektiğim Ali Bora Bey’in, ondan habersiz bir kedi sahiplenmem sonrası bu kadar
değişebileceğini bilebilsem, çok daha önce sahiplenirdim Kahve’yi.Bu değişimin kahramanı kim mi? Ailemizin en küçük üyesi
(kedi yaşına göre ise en büyük üyesi), aile içi huzurumuzun
mimarı, gözleri güzel kedimiz Kahve. kafamızdan geçen her
düşünceyi okuyup bize o mavi gözleriyle hiç konuşmadan
onlarca şey anlatan kedimiz. Özel bir çabaya girmeden yaptığı
o şirinlikeriyle en sinirli, en depresif, en yorgun hâlimizin uçup
gitmesini sağlayışına defalarca şahit olduğum siyam türünün
en yakışıklı kedilerinden biridir kendileri. Çok kısa bir sürede
evin iki kilit noktası olan annem ve babama karşı kendisini
sevdirmeyi başarmış bu hınzır mı ama hınzır ama bir o kadar
mülayim kedi, oturma odamızda kendine ait bir koltuk
edinmeyi başardı. *
Eğer ki bu yazımda sadece Kahve’den bahsedecek olsaydım,
Kahve’nin saatler boyunca evimizin antresinde oturup
uzaklara dalışı üzerinde upuzun konuşmak isterdim. Ama
başta da bahsettiğim gibi konumuz Ali Bora Bey’in tahmin edilemez değişimi olunca konumuzdan
sapmadan yol yakınken geri dönelim istiyorum.
Babamın geçirmeye başladığı değişime bir tarih verecek olursak, ondan habersiz Kahve’yi alıp
odama gizlice sokuşumdan itibaren diyebiliriz. Her ne kadar ilk gördüğünde verdiği tepki
“Maymuna benziyor bu, götür bunu!” olsa da zamanla aralarında oluşan dostuluğu gördükçe
başta babamın vermiş olduğu tepkinin sadece klasik bir Ali Bora Bey ön yargısı olduğu kanısına
vardım. Kabul, babamın verdiği bu tepki başta beni bir hayli korkutmuştu. Çünkü şunu biliyordum
ki, evimizde kedilerden korkan ve kedinin evde kalıp kalmayacağı hakkında karar vermesi
düşünülen kişi annem olmasına rağmen Kahve’nin evden gidip gitmesine asıl karar verecek tek
kişi babamdı. Hayatının 25 yılını hâkimlik yaparak geçirmiş bir insana karşı tutup da müdahale
etmenin ne kadar imkânksız olduğunu düşünsem de kendimi “Eee, babacım öyle götür bunu falan
demekle olmuyormuş bak” demekten alıkoyamıyorum.
Velhasılıkelam, o karar benim lehime çıktı sayın yargıçtan. Bir sabah okuldan döndüğümde kedi
korkusunu yenmiş annemi görmem ile beraber Kahve ile babamın ilk etkileşimine şahit olmamın
heyecanıyla aynı günün akşamında hemen atağa geçtim. Onları kendi silahlarıyla, en savunmasız
anlarında hazırlıksız yakaladım ve Kahve’nin bizim evde kalması için delicesine savaştım. Ve o gün
akşamında Kahve’nin bir soyadı olmuştu artık: Kahve Bora. Şimdi geldiğimiz son nokta ise, “Gonca
bu yaz tatile gitmeyelim. Düşünsene, Kahve ne yapacak o kadar gün yalnız?” Eyvahlar olsun.
Şimdi diyorsunuz ki, bu kız bize bunları anlattı da neden anlattı ki acaba? Hadi hadi, dediniz,
biliyorum. Hemen söyleyeyim o zaman ben de. Tam i ki saat önce Juniçiro Tanizaki ’nin Bir Kedi,
Bir Adam, İki Kadın adlı kitabını bitirdim okulumuzun kütüphanesinde. Kitabı bitirir bitirmezyazmak istedim çünkü kitabın büyüsünden çıkıp yazacaklarımı unutmamdan korktum,
inanmazsınız. Çünkü, romanın başkahramanı olan Şozo ile babam arasındaki benzerlik, Lili’ye ve
Kahve’ ye karşı olan toleranstan çok daha fazlasıydı. Tıpkı Şozo gibi babam da kedisini hayatının
merkezine koymasının yanında, kedisinin onu şekillendirdiği ölçüde bir hayat yaşamaya başladı.
Kahve’nin arzu edebileceği tarzda bir sahip oldu. Dolayısıyla bizim de arzu edebileceğimiz tarzda
bir baba... Ben bu durumu şu şekilde daha özetlenebilir buluyorum: “Kedilerin terbiye ettiği
insanların değişimi”
*Bizim evde, oturma odası grubunda herkesin kendine ait bir köşesi vardır. Tahmin edebileceğiniz
gibi tekli koltukların biri Kahve’ye biri babama ait. İki baş köşe...
Kaynakça
Tanizaki, Juniçiro. Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın. Jaguar Kitap. Ağustos 2017.
|
Uğur Özgümüştaş
21100340
Güzel Sanatlar
Şiir Sokakta
Geçenlerde Robert Montgomery'nin sergisine gittim. Montgomery 1972 doğumlu, İskoç asıllı
bir Birleşik Krallık vatandaşı ve Londra'da yaşamakta. Sokaktaki Harfler isimli sergisi aynı
zamanda Türkiye'de ilk kez İstanbul 74'te ve ardından Ankara Cer Modern'de sergilendi.
Ankara'daki sergi hâlâ devam etmekte. Ben iki galerideki sergiyi de gezme fırsatını
yakaladım. İstanbul ve Ankara'daki sergiler aynı eserleri içerseler de mekânlar birbirlerinden
çok bağımsız oldukları için etkileri farklıydı ve zorunlu olarak kurulumu mekânlarla da
bağdaştırarak inceledim.
Montgomery'nin sergisinden önce bir plastik sanatlar öğrencisi olmamdan dolayı atölye
hocam Agnieszka Srokosz ile bir projeye başladık. Resim dalında çalışan Srokosz hocam
benden bir dönem boyunca yazıyla çalışmamı istedi. Sanat öğrencisi olmaya hazırlandığım
dönemde resimde kesinlikle yazı olmayacağını öğrenmiş olsam da bu yeni proje oldukça
ilgimi çekti ve araştırmam için verdiği isimler arasında Montgomery ve Holtzer gibi sanatçılar
da vardı. Türkiye'den bütünüyle yazıyla çalışan sanatçı örneklerimiz bildiğim kadarıyla yok.
Grafik tasarımdan çok ayrı duran yazıyı kendi başına bir sanat eseri olarak kullanmak
durumu, plastik sanatlar alanında çalışan sanatçılar arasında yakın bir zamanda daha da
yaygın olacağa benziyor çünkü bildiğimiz gibi twitter ve benzeri sosyal medya araçları son
yıllarda bir patlama yaptı ve insanların bir şekilde kendilerini eşit bir platformda ifade etme
özgürlüklerini elde ettiler. Atölyede yazı çalıştığım dönemde kendi deneyimlerimle
söyleyebilirim ki aslında yazıyı yüksek bir mesaj kaygısıyla sergileyebiliyor olmak oldukça
cesur bir tavır ve o mesajı uygun bir görsel dille (görsel sanatların da aynı edebiyat gibi
okunabilir bir dili var) aktarabilmek biraz zor. Dönem sonlarında projelerimizin alt metin
çalışmalarını paylaştığımız bir nevi final sergilerinde hocaların özellikle yazılı çalışmalara
çok fazla takılıp beni ter içinde bıraktıklarını hatırlıyorum.
Sanatçı bire bir verdiği röportajlarda aslında sadece ışıklı reklam tabelaları görünümünde
çalışmadığını, birbirinden çok farklı işler yaptığını, zaman zaman fotoğraf çektiğini, resim
yaptığını ve bazen de yontarak heykel yaptığını belirtmiş. Sokaktaki Harfler'de genel olarak
bir panelin üzerine döşenmiş ampullerle çeşitli dizeler gösteriliyor. Bazı eserler de sanatçıyı
araştırdığımızda pek karşımıza çıkmayan ahşap oyma işleri. Sanatçı aslında reklam panoları
görünümündeki eserleriyle ünlü oldu. Hatta öyle ki sokaktaki reklam panolarına (billboard)
siyah zemin üzerine beyaz harflerle yazdığı şiirleri var. Sokak sanatı deyince herkesin aklına
ilk olarak graffiti gelse de sanatçı yazılarını daha temiz duran yazı tiplerini kullanarak verenklerini de sadeleştirerek sokak sanatına başka bir boyut kazandırmış. Türkiye'deki
sergilerde bu tarz işlere yakın olan ama bunlardan da farklı olanları görebiliyoruz.
İstanbul 74 Galeri, yapısı itibariyle oldukça yüksek tavanlı ve içerisinde oymalı çerçeveleri,
klasik kapı kirişlerini barındıran bir bina. Montgomery'nin eserlerindeki yazı tipleri oldukça
karışık. Temiz ve modern durmalarının yanında yazı tiplerini kendi çizen Montgomery, orta
çağ sanatçılarından tutun da metal müzik albümlerindeki yazı karakterlerine kadar geniş bir
çerçevede çalıştığını söylüyor. Bu yazıları genel olarak bir modern sanat galerisinde görmeyi
hayal ediyorsunuz. Duvarları dümdüz beyaz olan sanat galerilerinden bahsediyorum. Klasik
olandan iz olmayan bir yapıdan ya da kestirme olarak İngiltere'deki Beyaz Küp'ten... (Bütün
çağdaş sanat galerileri hemen hemen aynı yapıyı kullanıyorlar.) İstanbul 74 Galeri tam olarak
bu anlattıklarımın tam tersi bir görüntüde. İçeri girdiğimde bu galeride tamamen çağdaş sanat
estetiğinin aksine klasik eserler görmem gerektiği hissi canlandı. Belki benim gibi
düşünmeyenler de olabilir.
Bazen mekânların sanat eserleriyle olan tezat durumu da insanları cezbedebiliyor lakin
Ankara Cer Modern Sanatlar Merkezi'ndeki sergi tam anlamıyla istediğim gibiydi. Cer
Modern'in mimarisi de çok ilginç. Türkiye ile yaşıt bir tren bakım ve onarım binasını yıllar
sonra restore ederek modernleştirdiler ve ortaya çok anlamlı bir yapı çıktı. Zemin ve tavan
arasında oldukça büyük bir fark var. Tavanda oldukça sert bir üçgenden oluşan ahşap ve metal
karışımı eski çatı dururken, duvarlar dış cephedeki orijinal taş örmeden bağımsız olarak
dümdüz ve bembeyazlar ki bu tam da çağdaş sanatın sergilenmesine ihtiyaç duyduğu düz
zemin.
“Bütün isimler, reklam panolarından ve tiyatrolardan ve iskelelerden ve dergilerden ve
anıtlardan silinecek”Mekânların farklılıklarını geçecek olursam sanatçının işlerini kesin olarak sokak sanatı diye
adlandıramasam da çağdaş sanatın şiirsel tarafını sokak sanatıyla birleştirmeye çalışmış
olduğunu söyleyebilirim. Söylemek istediğim şey panoların göz alıcılığı tam olarak verdikleri
mesajlar olmasa da belki de sadece ışıkların sönüp yanmalarıydı çünkü sokak sanatçılarının
genel anlamda nezih bir ortamda sergilenme gibi bir kaygıları yoktur. Sanatçı her ne kadar
röportajlarında ünlü sokak sanatçısı Banksy’den onu ne kadar sevdiği hakkında bahsetse ve
onunla aynı tarafta olduğunu belirtse de bir izleyici olarak Montgomery’nin işlerinin
Banksy’ninkilerle uzaktan bile ilgileri olmadığını söyleyebilirim.
“Ne zaman güneşin bir binanın penceresinden yansıdığını görürseniz, o bir melektir.”
Sanatçı şiirlerin gücünün son dönemdeki sosyal medya kullanım artışının ve insanların aslında
şiiri ne kadar sevmelerinden kaynaklı olduğundan da bahsediyor ve esin kaynağının büyük bir
kısmının da İstanbul’dan aldığını söylüyor. Gezi hareketinden de beslenen sanatçı, ilerleyen
zamanda kurulmak üzere şehre dev bir pano tasarladığını belirtmiş.
Ben kişisel olarak görsel sanatın dilin kısıtlayıcı özelliğine sıkışmaması gerektiğini
düşünüyorum. Edebiyat kitaplarda güzel ve farklı dillerde yazılan şeyler uzman çevirmenlerce
hazırlanmalı. Sanatçı her ne kadar şiirlerini parlatıp göz alıcı bir şekilde sokağa taşıdığını
söylese de, bence bir şekilde reklam panosu özellikleriyle sergilenmeye devam ediyorlar ve
bu sanki bir şekilde sadece sanatçının bir reklamı. Her şeye rağmen sergi görülmeye değer.
Yazılar ve ışıklar seyircinin içini açıyor.
|
Ezgi ÇETİN
İRADEYE SAHİP ÇIKMAK BU KADAR ZOR MU?
Bir gün bir seçim yapmanız gerekse, bir milyon dolar karşılığında tanıdığınız veya tanımadığınız herhangi
birinin ölümüne sebep olur muydunuz yoksa paraya elinizi bile sürmez miydiniz? “Kutu” filminde bilinmeyen bir kişi
tarafından kapılarının önüne bırakılan bir alet, bu zor soruyu bir aileye sorup onlara cevap vermek için sadece 24
saat tanıyor. “Kutu” diye tabir ettikleri bu aletin üzerindeki tuşa bastıklarında parayı almak için bu anlaşmayı kabul
etmiş sayılıyorlar. Aleti teslim aldıktan sonra vicdanları ve çıkarları arasında bir seçim yapmak için süreleri başlıyor.
24 saat sonunda ise kutunun bir başka aileye gideceği söyleniyor.
Maddi olarak ayın sonunu zor getiren orta halli bir aile için bir karar vermek oldukça zor oluyor. Ancak düğmeye
basmaya karar veriyorlar. Peki siz olsaydınız ne yapardınız? Vicdanınızın sesini bu kadar bastırabilir miydiniz? Ben asla
yapamazdım çünkü maddiyetin geçici maneviyatın ise kalıcı olduğu düşüncesindeyim. O parayı alıp hayatımı daha
lüks bir hale sokarken, daima ruhumu acıtacak bir suçluluk duygusunun yanında paranın hiçbir değeri olmayacağına
inanıyorum. Nitekim filmdeki aile de sonradan böyle düşünüyor, kutuya basmış olmalarına rağmen parayı almaktan
vazgeçiyorlar. Ancak parayı teslim eden görevli iradelerine çoktan yenildiklerini, artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini
söylüyor.
İnsanlar genelde yaşarken hep yarınları olduğundan emin gibi yaşar ancak bir dakika sonrasının bile garantisi
yokken bir canlının hayatına mal olacak kadar aç gözlülüğün sebebi nedir? Bunun en önemli nedeni; hırslı varlıklar
olmamız yani bir şeyleri elde ettikten sonra bunun için mutlu olmaya değil de hep daha çoğunu istemeye meyilli
olmamız diye düşünüyorum. Özellikle mevzu para veya kariyer olduğunda insanlar sevdikleri insanları bile korkusuzca
yok sayabiliyor. Günlük hayattan örnek verecek olursak; engelli doğacak çocuğunu doğmadan aldıran ebeveynler git
gide artıyor. Maddi ve manevi yönden yıpranmamak için bu kararı veren anne babanın, henüz doğmamış bir bebeğin
yaşamına son vermesi ahlaki açıdan ne kadar doğru?
Filme dönecek olursak, film daha sonralarda daha fantastik bir film haline geliyor. Aile pişmanlık hissetse de iş
işten çoktan geçmiştir ve onlar yüzünden bir insan can vermiştir. Düğmeye bastıkları için birçok belanın içine düşen
aileye bir ceza veriliyor. Oğullarının görme ve duyma yetisi elinden alınıyor. Ona bu yetileri yeniden kazandırmak için
ise tek yapmaları gereken çocuğun babasının, çocuğun annesini öldürmesi. Bir anne için çocuğu her şeyden önemliolduğundan hemen kabul ediyor, eşini de ikna ediyor. Bu sırada kutuyu yeni teslim alan aileyi gösteriyorlar. O aile
düğmeye bastığı anda, eski ailede adam, karısını vuruyor. O an aslında bunun bir kısır döngü olduğu, kutuya basan
her ailenin başına bunların geleceği ve sonlarının bu olacağı anlaşılıyor. Aslında herkes kendi sonunu kendisi getiriyor.
Filmde insanın doyumsuzluğunun ve bencilliğin, kendine ve çevresine nasıl zarar verdiği seyirciye ustalıkla
hissettiriliyor.
Filmin insanı en çok şaşırtan sahnesi bana göre bu kısır döngünün anlatıldığı sahneydi. Onun dışında, filmin
başından anlıyorsunuz zaten bu ailenin kutuya basacağını. İnsanların bencilliğine, iradesizliğine o kadar alışmışız ki…
Ama ben bencilliğin insana yalnızlıktan başka bir şey getirmediğine inanıyorum. Dışardan bakıldığında sadece kendini
önemseyen, diğer insanların duygularını, hislerini ve hatta canlarını dikkate almayan biri nasıl mutlu olur? O kadar
kalp kırmanın, kendi çıkarları için tüm kötülükleri mubah görmenin eninde sonunda getireceği şey huzursuzluktur.
Filmde de kutuya bastıktan yaşanan suçluluk duygusu da bu huzursuzluğun bir kanıtı.
Filmde ailenin karşısına çıkan bu “kutu” aslında onların iradesini ölçmek için sadece bir araçtı. Belki kutunun
sorusu kadar zor olmasa da bizim hayatımızda da karşımıza zor sorular çıkıyor ve insanlık devam ettiği sürece her
zaman da çıkacak. İnsanın iradesine hükmetmesi bazen çok zor olsa da bir karar alırken, onu ahlaki ve sosyal açıdan
defalarca düşünmek bize doğru karar almada yardımcı olacaktır. Tıpkı filmdeki aileye olduğu gibi sonradan pişman
olmak, bize hiçbir şey katmadığı gibi büyük hasarlar verebilir. Filmde, insanın iradesini kontrol etmediğinde, dönüp
dolaşıp en büyük zararı kendisinin ve yakınlarının aldığı mesajı, seyirciye verilen bir ders niteliğinde.
|
Mustafa Selçuk Öztürk
Ölüm Kalım Meselesi
Hepimizin çaresiz hissettiği, korktuğu zamanlar olmuştur. Benim gibi genç yaşta
olanlar bu çaresizliği çoğu zaman okul yüzünden hissederler. Başarılı olamayacakları
korkusu onların peşini asla bırakmaz. Yaşları ilerledikçe bu dert önce para sıkıntısına sonra
da ölüm korkusuna dönüşür. Bu yazımda para yüzünden hissettiğimiz çaresizlik hakkında
konuşacağım, ama senin benim gibi istediğimiz arabayı alamadığımız zaman hissettiğimiz
çaresizlik değil, Orwell’in Boris’le kitapta yaşadığı türden bir çaresizlik hakkında. Bir
sonraki hafta aç kalıp kalmayacağındaki belirsizlik. Sonraki haftayı geçtim, sonraki günde
bile ne olacağı belli olmayan bir belirsizlik. Onlar o kadar uğraşmalarına rağmen günlerce aç
dolaştılar, her türlü iş başvuruları reddedildi, komünistlerden yardım isteyecek kadar da
düştüler ama bir şekilde hayatta kaldılar. Onlar için bu hayatta kalma meselesiydi. Ben de bu
mesele hakkında yazacağım, çoğumuzla uzaktan yakından alakası olmayan bir mesele. Paris
ve Londra'da Beş Parasız’da bol bol bahsi geçen bir mesele. Ölüm kalım meselesi.
Planlarımızı yaparken hep uzun vadeli düşünürüz, çoğumuzun ailesi biz daha yeni
doğmuşken geleceğimizi planlar, “Doktor olacak bu!”. Hayatımızı buna göre yaşarız, ertesi
günü düşünmemize gerek yoktur. Evin annesi dışında kimse yarını düşünmez, anne de hangi
yemeği yapacağını düşünür. Kimse ertesi hafta evden atılıp atılmayacağını düşünmez çünkü
evin ona düzenli bir gelir sağlayan bir babası vardır. İşte asıl zorluğu düzenli bir geliri
olmayanlar hisseder. Bu insanlar kaldıkları yerin kirasını nasıl ödeyeceklerini düşünmek
istemez, çünkü bilirler ki Orwell gibi bu dertlerini düşünmek onların sadece başını
ağrıtacaktır. Durum bundan daha kötü bile olabilir, ertesi günü geçtim ertesi öğün bile büyük
bir dert olabilir bazıları için. Bazen kitaptaki gibi günlerce aç kalmanız gerekebilir, aç
kalmadığınız günlerde de kuru ekmek yemek. Sonra elinize geçen ilk düzgün yiyeceğe
saldırırsınız, şaşılacak bir durum da değil bu. Bu sıkıntılar gerçek hayatta var olan ancak
bizim hiç düşünmezdiğimiz şeyler. Bunları düşünmeyiz çoğu zaman, çünkü böyle bir şeyinMustafa Selçuk Öztürk
başımıza asla gelmeyeceğini düşünürüz. Belki de haklıyızdır, haklı olup olmadığımızı
gösterecek tek şey ise zaman. Zamanı hızlandırmanın bir yolu yok ancak bu duyguları
hissetmenin bir yolu var. Paris ve Londra'da Beş Parasız’ın en güzel yanı ise bu, siz o sıcacık
evinizde, sıcacık yatağınızda uzanırken okuduğunuz o kitap size sizin hayatınızın tam zıttını
gösteriyor, göstermek ne kelime, yaşattırıyor. Kendinizi Orwell’in durumuna koymadan
edemiyorsunuz, kitabın gerçek olmasının kattığı bu anlam okuyan herkesi farklı bir şekilde
etkiliyor.
Kitabı okurken normalde asla düşünmeyeceğimiz bu durumlarda buluyoruz
kendimizi, asla başıma gelmez dediğimiz bu durumlarda. Ben de doğal olarak bu düşüncelere
kapıldım, içimi önce büyük bir korku, belirsizlik kapladı, ya benim de başıma gelirse! Bunun
olmayacağına karar verdikten sonra dışarda bu zorlukları, belirsizlikleri her gün yaşayan
insanları hatırlayıp hüzünlendim. Onları da unutmamak, onlara elimizden geldiğince yardım
etmek lazım. Kitap ne kadar hayatın gerçeklerinden bahsetse de arada geçen ufak olaylar yüz
güldürmüyor değil açıkçası. Farklı bir perspektiften hayatın farklı köşeleri anlatılmış.
Okumam sırasında bu durumun ne kadar ironik olduğunu düşündüm. Kendi rahat evimden
başkalarının eski kötü anılarını okumak, hem de bundan keyif almak. Gerçekten dünyanın
çivisi çıkmış. Bu belirsizliği yaşayan insanlar için kötü hissetmemiz lazım, ama
hissetmiyoruz. Bu da farklı bir konu, benim kesinlikle değinmeyeceğim bir konu. Beni en çok
şaşırtan Orwell’in böylesine rahatsız edici bir konuyu böylesine güzel bir dille anlatması.
Kitabın her cümlesi ayrı etkiliyor insanı, her cümle insanın kafasında başka bir sahne
canlandırıyor. Ama kitabın en güzel anlattığı şey, en güzel hissettirdiği şey açlık ve parasızlık
duygusu. Asla parasız ve aç olmamak dileğiyle.
|
Dilara Keleşoğlu
21100750
Elif Şafak
Aşk
SERBEST 4
HÂLÂ AŞK VAR MI?
Elif Şafak, şüphesiz ki günümüzün en popüler yazarlarından biri. Televizyon ve
bilumum medya organlarında röportajları büyük ilgi görüyor, yazdığı her kitap haftalarca en
çok satılanlardan düşmüyor. Bence Şafak’ın bu başarısının en belirgin nedeni okuyucunun
ruhuna dokunabiliyor olması. Kitaplarını okurken sanki kitabı geniş kitlelere değil de sadece
bana yazıyormuş hissini yaşarken yalnız olmadığımı düşünüyorum. Bu durum özellikle Aşk
için geçerli. Onu Aşk ile tanıdım ve okumaya başladım diyebiliriz ki bu, benim adıma
Şafak’ın kitaplarının büyüsünü keşfetmek için iyi bir başlangıç da oldu. Bu kitabı okumayan
ya da hakkında fikri olmayan yoktur diye düşünmekteyim eğer bir önyargısı yoksa.
Önyargıların kırılması için de yazar ve yayın evi de ellerinden geleni yaptılar zaten.
Duyduğum kadarıyla, kitabın pembe olması erkek okuyucu kitlesinin rahatsız olmasına sebep
olmuş. Bu yüzden yayın evi kitabın birkaç baskısını siyah olarak çıkarttı. Tüm bunlar aslında
kitabın popülerliğinin en büyük kanıtı.
Övgü cümlelerimin hangisine nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kitabın ve
konusunun ilgimi fazlasıyla çekmesi üzerine aynı konuda yazılmış başka yazarların kitaplarını
da okudum. Fakat hiçbiri bende bu kadar yoğun etki bırakmadı. Kitabın reklamını yapmak
için bana bir ödenmedi ya da bu durumdan herhangi bir çıkarım olamaz. Elif Şafak, aşkın her
boyutunu ve türünü işlemiş ki bu da onun diğerlerinden farklı kılan nokta zaten. Kitaptan
etkilenmem aşkı kavramsal olarak göremememin en büyük nedeni olabilir. Sonuçta kitabın
çözümlemesinin de öznel düşüncelerden can bulması gerektiği inancındayım. Allah’a olan
aşkın beşeri aşk ile birleştirilip vücut bulması her yazarın ustalıkla yapabileceği bir iş değil
sanırım. Kitap ayrı ayrı hikâyelerden ve oluşmuş ve bu hikâyeler geçmiş ve günümüzdeki
insan örnekleri arasında gidip gelerek anlatılmış. Her hikâye aslında 40 farklı kural için
anlatılıyor. Kitabın etkileyiciliği aslında bu kurallardan geliyor. Şafak kuralları öyle gerçekçi
anlatmış ki, gerçekliklerine kendimi fazlasıyla inandırmıştım. Kitabı bitirdikten sora
röportajında hepsini kendisinin kitap için yazdığını öğrenince yazara olan hayranlığım bir kat
daha arttı. Hikâyeler ve kuralların bütünlüğü, verilmek istenen o mesaj ancak bu kadar uyum
ile anlatılabilir.Biraz da karakterlerden bahsedelim. Hepsi birbirinden apayrı insanlar olmalarına
rağmen Şafak, karakterlerin birbirleriyle bağlantısını kusursuzca sağlayabilmiş. Geçmişten
gelen ana karakterler Mevlana ve Şems olup, günümüzden karakterler Amerikalı bir ev kadını
Ella ve Zahara adlı yazar. Konu bu dört insan ve onların çevresi üzerinden aktarılmaya
çalışılmış ve karakterler yalnızca bir hikâye de bahsedilip bırakılmamış. Örneğin 5. Bölümde
Mevlana ve ailesi arasındaki ilişkiden bahsedilirken, 6. Bölümde Ella ve ailesinin ilişkisinden
bahsedilmiş. İlerleyen bölümlerde de bu iki aile arasındaki bağdan dem vurulup hikâyeler
birleştirilmiş. İki alakasız farklı zamandan gelen ailenin birbirleriyle böylesine etkileyici
bağdaştırılması, zaten kitabın kurgusunun mükemmelliğinin bir göstergesi.
Kitap hem beşeri aşk hem de dini aşk ile ilgilenen insanlara hitap ediyor. Şafak bu
iki aşk arasındaki uyum ve dengeyi gayet eşit bir biçimde sağlayabilmiş. Aşk teriminin yanı
sıra 40 kural ile insanoğlunun sık sık kendi içinde düştüğü karanlıklara ışık tutmak için
yazılmış gibi. “İyi ya da kötü sen ne yaşarsan yaşa aslında her şey yine senin için, senin
iyiliğin için” dercesine manevi duygularla telkin ediyor Şafak okuyucusunu. Dini duyguları
beşeri aşk ile besleyip hayatın alt üst olduğunda dahi olumlu bir yönü olabileceğine
inandırıyor yaşanılanların. Kitap doğru zamanda okunulduğunda bir nevi ilaç gibi geliyor
aslında insana. Sıkmadan, bunaltmadan başka açılardan yalnızca bakmaya değil görmeye de
yöneltiyor. Şafak Aşk ile beni uzun süre etkisinde ve hâlâ üzerimde etkilerini sürdürmeye de
devam ediyor.
|
YALNIZLIK, ANNA VE BEN
Bazen bir şeyler inatçı bir leke gibi üzerinize yapışıp kalır, bir türlü kurtulamazsınız. Zamanla, siz
istemeseniz de bir parçanız haline gelir. Zihninizde canlandı değil mi? Ha işte, benim de tam öyle
bir şeyim var. Nasıl ve nereden geldiğinden pek emin olamadığım ama benliğim tam ortasına
yapışıp kalmış bir şey: Yalnızlık. Yok, öyle kalabalıklar içindeki yalnızlık gibi kulağa afili gelen ama
aşırı bayat bir yalnızlık değil benimkisi. Bir sıfatı yok başında. Yapyalın, dümdüz bir yalnızlık. Ama
illa başına bir sıfat getirmemde ısrar edilirse; yer yer hıçkırıklarla karışık, sağanak gözyaşlarıyla
dolu, hissedilen acının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği bir yalnızlık diyebilirim. Fakat
çokça yersiz, biraz da üzücü olur bu. Annem okusa yazımı mesela, fikrimce baya üzülür yalnızlığıma
atadığım bu sıfatlara. Kimseyi üzmek istemem, özellikle de annemi, o yüzden tüm bu sıfatları atıp
çırılçıplak bırakıyorum yalnızlığı. Yalnızlığımı.
Yalnızlığın şirret ve sevimsiz iki dostu var: Sonlar ve vedalar. İnanın, ikisini de hiç sevmem. Çünkü
öyle zannediyorum ki bunlar musallat etti yalnızlığı benim başıma. Bu sevimsiz ikili, tıpkı düşük
bütçeli bir dizi senaryosunda tekrar eden olay örgüsü gibi, hayat tarafından evirilip çevrilip sürekli
karşımıza çıkarılır. Bir nevi kaçınılmazlardır. Ne kadar adımlarımızı yavaşlatsak, patikalara ve çıkmaz
sokaklarla saparak yolumuzu uzatmaya çalışsak da her yol bir şekilde sonların ve vedaların yaşadığı
evin önüne çıkar. Her dostluk, her aşk bir gün biter. Ardında muhakkak yalnızlığı bırakır, tekrar
tekrar ve hiç sıkılmadan.
Geçen akşam, simsiyah saçlarına yaldızlı tülünü örtmüş gecenin altında, Anna Karenina oyununu
izlerken, birdenbire bu satırları karalamak için derin bir arzu hissettim. Bu arzuyu kamçılayan tuhaf
bir olay oldu. Sahnede, sanki bir figüranmışçasına göze batmamak için dekorların ardına
gizlenmeye çalışan bir başrol oyuncusu vardı. Ne kadar gizlense de benden kaçamazdı. Görürgörmez tanıdım. Bingo! Yalnızlık. Yeni tanıştığım bir kadına, Anna’ya, aitti. Benimkinden çok
farklıydı. Anna’nın, evliyken ve biricik evladı dizinin dibindeyken bile peşini bırakmayan; Vronski’yle
mutluyken dahi yakasından düşmeyen bir yalnızlıktı bu. O beni fark etmedi, ama ben ettim.
Yeni tanıştığım kadın, Anna Karenina, gözlerimin önünde âşık oldu. Anna ve Vronski karşılaşır
karşılaşmaz bir kıvılcım çaktı. Aşkları güçlü bir ateşe dönüştü ve alevleri sahneden taşıp etrafı sardı.
Öyle bir ateşti ki bu; parlaklığı, sonsuz uykusuna yatmışları bile uykusundan uyandırdı. Gecenin
karanlığında herkesin ve her şeyin gözünü aldı. Fakat diyorum ya, her şeyin bir sonu var ve vedalar
kaçınılmaz. Vronski’nin hisleri yerini sessiz bir vedaya bırakırken, delicesine yanan ateş kontrolden
çıktı. Önceleri, Anna’nın eteğini tatlı tatlı okşarken birdenbire tutuşturuverdi. Anna’yı saniyeler
içinde küle çevirdi ve söndü. Bir rüzgâr, Anna’nın küllerini sahneden alıp seyircilerin arasında
oturan, yalnızlığımın yol açtığı hüznüme üfledi.
Aslında iki hayat birbirinden ne kadar farklı olabilirse işte o kadar farklıydı Anna ile benim hayatım.
Tecrübelerimiz, hayallerimiz, keşkelerimiz… Hiçbiri benzemiyordu birbirine. Fakat galiba insanın
yüreğini buruşturup nefesini kesen her acı kaynağı aynı olmasa da bir benzerlik taşıyordu. Hem
hayatlarımız aynı olmasa da, çok bariz bir ortak noktamız vardı; yalnızlık ikimizin de kadim
dostuydu. O yüzden benimsedim bu külleri, hüznümle yoğurdum. Anna’nın acısını kendi acım
yaptım.
Anna’yı yalnızlığından ölüm kurtardı. Peki, beni kim kurtaracak? Ölüm? Yanlış cevap. Doğrusu şu ki;
ben yalnızlığımdan kurtulamayacağım. Yanlış anlaşılmasın; istesem kurtulurum. Fakat eskisi kadar
şikâyetçi değilim yalnızlığımdan, alıştım ona. Hem bunca yıllık hukukumuz var. Öyle bir kalemde
silinip atılır mı? Ben böyle mi yetiştim? Annem duysa çok ayıplar. Kimse beni ayıplasın istemem,
özellikle de annem, o yüzden dillendirmeyelim bunları, rahat bırakalım yalnızlığı. Yalnızlığımı.
EDA NUR SEVİNDİOĞLU
Anna Karenina. Lev Tolstoy. Yön. İpek Atagün Gezener. Oy. Helen Edmundson. Ankara Devlet
Tiyatroları İrfan Şahinbaş Sahnesi. Ankara. 2021. Gösteri.
Vereysky, Orest. The Complete Works of Leo Tolstoy, Anna Karenina. 1984. İllüstrasyon. Moskova.
|
TAŞRADAN KAÇIŞ YOK
Elias Canetti’nin İnsanın Taşrası isimli kitabı yazarın 1942-1972 yılları arasında tuttuğu birçok
nottan oluşuyor. Kitabın formatı daha çok deneme türüyle benzerlik gösteriyor. Yazarın bize sunduğu
notların çoğu arasında doğrudan bir bağlantı yok, yani çok farklı konulardan bahsedilmiş. Örneğin,
müzik, ölüm, insanın iç dünyası, özgürlük, inançlar ve toplumlar bu konuların sadece bir kısmını
oluşturuyor. Benim bakış açıma göre kitabın ana teması ise insanın çok yönlülüğü. Canetti kitabında
insanın fikirsel gelişiminin ve çok yönlülüğünün sadece dış etkenlere ve geçmişteki tecrübelerine bağlı
olmadığından, bunların kişinin kendinden kaynaklı ortaya çıkabileceğinden bahsetmiş. Yazarın insanın
taşrası derken kastettiği şey de insanı dışardan etkileyen faktörler. Yazar, belirli bir amaçla yazılmamış
ve bahsedilen dış faktörlerden uzak oluşturulan eserlerin etkileyici ve özgün olacağını ve kişiye
mutluluk getireceğini öne sürüyor.
Canetti’nin aksine ben insanın dışardan etkilenmemesi ve doğal olması düşüncesini çok da
akla yatkın bulmuyorum. Benim düşünceme göre insanın dış etkenlerden kaçınmasının herhangi bir
çıkar yolu yok, çünkü, bu insan tabiatının vazgeçilmez bir parçası. İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını
diğer insanlarla birlikte bir toplum ve bir düzen oluşturarak geçirmeye muhtaçtır. İnsanın kendisini dış
dünyadan soyutladığı ve dış dünyayı yani taşrayı gözlemlediği bir durum düşünelim. Nihayetinde
insan doğası gereği mutsuz olacaktır. Mutsuz olduğu için diğer insanlara negatif enerji yayacaktır.
Yaydığı negatif enerjinin sonucu olarak er ya da geç yalnız kalacaktır. Bunu bir döngü olarak
düşünürsek kişi yalnız olduğu için mutsuz, mutsuz olduğu için yalnız olacaktır. Bu durumdaki bir
insanın kendi başına yaptığı bir eylemle, bir eser oluşturmakla mutlu olması da mümkün değildir.
Ayrıca insana mutluluk veren en önemli his beğenilme ve övülme hissidir ve bu hissin dış dünyayla
temas kurmadan elde edilmesi mümkün değildir.
Bir başka tartışmalı konu ise böyle bir kişinin oluşturacağı eserin niteliğidir. Kişinin kendini dış
dünyadan ve geçmişinden soyutlayarak etkileyici eserler oluşturacağı, kendi duvarlarını kırıp
beklenmedik işler ortaya koyacağı düşüncesi de yanlıştır. Çünkü insan öğrenen bir varlıktır. Yürümeyi,
konuşmayı, okumayı, yazmayı sonradan öğreniriz. Mesela, bir yavru ceylan gibi doğduğumuz ilk
anlarda yürümeye başlamayız. Hatta ve hatta bilimin ve sanatın gelişmesinin en önemli
nedenlerinden biri de öğrenmedir. En çok beğenilen ve özgün olarak kabul edilen yazarlara bakarsak
kendi öncüllerinden çok fazla şey öğrendiklerini görürüz. Örneğin dünyaca saygı duyulan yazar
Shakespeare, çoğu eserinde diğer yazarlardan ve düşünürlerden ilham almıştır. Hatta ve hatta
doğrudan alıntı yaptığı yerler de mevcuttur. Şunu söyleyebiliriz ki tüm öğrendiklerini ve tüm
tecrübelerini bir kenara atmak ne kadar imkânsızsa, böyle bir durumda nitelikli eserler kurmak da o
kadar imkânsızdır.
Sonuç olarak kişinin yapması gereken şey, insanlarla iletişim kurmak, dış dünyayı
gözlemlemek ve diğer insanların düşüncelerini, gözlemlerini ve kendi tecrübelerini harmanlayarak
eserini oluşturmaktır. Bunu söylerken kesinlikle insanın papağan gibi önceden ortaya atılan
düşünceleri tekrar etmesi gerektiğini kastetmiyorum. Tabii ki kişi kendi yorumlama biçimini önceden
öğrendiği şeylere uygulamalıdır. Yoksa özgünlük elde edilemez. Bu sayede kişi, insanlığın
başlangıcından bu yana süregelen ortak zenginlikten faydalanmış olur. Bunun yanında, kişinin kendi
düşüncesi de bu mirasa eklenmiş olur ve ondan sonra gelenler farklı bir bakış açısından bakma fırsatı
kazanır. İnsanlar ortak mirasa katkısından dolayı eseri oluşturan kişiye övgülerini ve beğenilerini sunar
ve bu sayede kişi kabul edilme hissini yaşayarak mutlu olur. Bu mutluluk beraberinde motivasyonugetirir ve kişinin üretkenliğini arttırır. Eserlerde niteliğin yakalanmasının ve bu eserden mutluluk
duyulmasının yolu budur.
Kaynakça
Canetti, Elias. İnsanın Taşrası?. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016
Mehmet Enes Keleş
|
Ceyhun Emre Öztürk
SAVAŞLAR VE MİLLETLERARASI ETKİLEŞİM
İnsanlık tarihinde yerleşik hayat tarımla birlikte başlamıştır. Tarlalarını yakından takip
etmek isteyen insanlar köyler kurmuştur. İlk güvenlik önlemleri, yani evlere girişin sadece
çatıdan mümkün olması ve setler vahşi hayvanlara karşı düşünülmüştür. Yeni yeni
sosyalleşen insanlar için şehir devletlere dönüşen köyler vatan olmuştur. O zamanın insanları
için yerleşim yerlerinden olmayan insanları vahşi hayvanlarmış gibi görüyorlardı. Topluluklar
arası etkileşim azdı ama şehirler ortaya çıkınca rekabeti arttırıp etkileşimi ticaretten daha fazla
sağlayan bir etmen oluştu: Savaşlar. Yönetmenliğini bir Avustralyalı olan Russell Crowe’un
yaptığı, Çanakkale’ye savaşmaya giden üç oğlunu aramaya çıkan Avustralyalı bir babanın
hikâyesinin anlatıldığı Son Umut adlı filmi izledikten sonra insanlığın büyük bir sorunu olan
savaşın bazen sonrası adına güzel etkileşimlere sebep olduğunu fark ettim.
Günümüzde aynı gün içerisinde dünyanın bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek hatta
dünyanın diğer ucundaki birisiyle canlı iletişim kurmak mümkündür. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde ise sefere çıkan padişahların fetih bölgesine ulaşmasının
aylar aldığını biliyoruz. Çağımızdan önceki zamanlar için ulaşım imkânları çok daha kısıtlıydı
ve binlerce insanın bir araya geldiği tek olay bir savaş olabilirdi. Avrupa medeniyetinin
skolastik düşünceyi yenmesinde en büyük etken Avrupalı devletlerin ortaklaşa düzenlediği
Haçlı Seferleri’ydi. Katolik Avrupa orduları, ilk şaşkınlıklarını Bizans İmparatorluğu’ndan
geçerken yaşadılar. Halkı Ortodoks olan Bizans’taki özgür düşünce ortamı onları etkiledi.
tarihin.com adresli siteye göre Avrupalılar, Çinlilerden pusula, barut ve kâğıt yapımı
hakkında bilgilere kavuşan Müslüman toplumlarla savaşırken onların bilimsel birikimlerini
fark ettiler ve Doğu’nun icatlarını ülkelerinde kullanmaya başladılar. Bu icatlar da
Amerika’nın keşfinde, feodalitenin yıkılmasında ve Avrupa’daki skolastik düşüncenin
kaybetmesinde etkili oldu. Yine de Haçlı Seferleri her savaşta olduğu gibi büyük yıkıma yol
açtı ve Moğollar tarafından da toprakları istila edilip kütüphaneleri yakılan Müslümanlar
bilimde geride kalmaya başladı. Savaş her zaman çatışan taraflar arasında etkileşim
yaratmıyor. turkcebilgi isimli web sitesine göre Türklerin kitlesel olarak Müslümanlığa geçişi
de Talas Savaşı sırasında Araplarla birlikte Çinlilere karşı savaştıkları sırada olmuştur.
Savaşlar bizleri sadece bilimsel birikim olarak etkilememiştir. Savaşlar, aynı zamanda
milletlerarası kültürel etkileşimlere kaynak olmuştur. Anzaklar, Avustralya ve Yeni Zelanda
halklarından İngiltere saflarına 1. Dünya Savaşı sırasında paralı asker olarak katılmış
askerlerdi. Osmanlı Devleti’nden binlerce kilometre uzakta yaşayan bu insanlar Osmanlı
Devleti hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. İngilizlerin anlattığı her şeye inanıyorlardı.
Gelibolu adlı bir belgesele göre İngilizler, Osmanlı askerlerinin gaddar olduğunu, hatta
içlerinde yamyamların bulunduğunu söylüyordu. Çanakkale Cephesi’nde Osmanlılarla
karşılaşan Anzaklar, İngilizlerin yanıldığını anladılar. Aynı belgeselin iddiasına göre siperler
arası mesafenin birkaç metreye düştüğü günlerde karşılıklı kukla gösterileri yapılmıştı hatta
düşman siperlerine konserve atıldığı bile olmuştu. Paralı askerlerin hep kalpsiz olduğu
düşünülse de burada buzlar erimişti. Son Umut adlı filmin senaryosuna göre bu cephede
savaşan üç kardeş yıllar sonra hâlâ Avustralya’ya dönmez. Bunun üzerine çocukların babası
çocuklarının cesetlerini aramaya gider. İki oğlunun cesedini bulan baba, şans eseri diğer
oğlunu da Anadolu’da bulur. Kardeşlerini kollayamadığını düşünen oğlu, semazen olmuşturve huzuru burada aramaktadır. O zamanlar Mevlana’nın akımının dünyada az tanındığını
düşünürsek savaşın nasıl bir kültürel etkileşim yarattığını da anlayabiliriz.
Savaş, iletişim ve ulaşımın kısıtlı olduğu zamanlarda milletlerarası etkileşimleri
sağlamada hatta yeni çağlara geçişte etmen olmuştur. Peki, bu savaşı masum yapar mı?
Metrekareye yüzlerce mermi yağan Çanakkale Savaşı bir ailenin tüm evlatlarını yitirmesine
değer mi Mevlana’yı tanımak adına? Toplu katliamları “şeref” ve “şehitlik” adı altında
saklarsak Mevlana’dan alınacak öğütlerin ne anlamı kalır ki? İçimizdeki çağda savaşların
yarattığı doğrudan etkileşim azdır fakat ülkeler arası çekişmeler hâlâ bizi etkilemektedir.
Elimizdeki pek çok iletişim olanağı bile savunma teknolojilerinin sonucudur. İnternet de
Amerikan ordusunun güvenli bir iletişim ağı kurma çabası sonucunda ortaya çıkmıştır. Şu
anda ise internet günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. İnternet toplumu, doğuşunu
savaşlara borçlu olsa da milletlerarası eşitsizlikleri ve iletişim sorunlarını çözmek için önemli.
İnanıyorum ki içinde olduğumuz iletişim çağı devletleri insanlık değerlerine tutarlı olan
eylemlere teşvik edecektir.
Kaynakça
“Talas Muharebesi”. Turkcebilgi y.y. t.y. Web. 15 Aralık 2016.
“Haçlı Seferleri”. Tarihin.com y.y. 8 Aralık 2013. Web. 15 Aralık 2016.
Örnek, Tolga. Gelibolu. 18 Mart 2005. Özen Film. Film.
|
Görkem Türer
KOŞMAK
Romanlarını beğenerek okuduğum Japon yazar Haruki Murakami'nin Koşmasaydım
Yazamazdım denemesi, yazarın özel hayatından ve deneyimlerinden geniş bir kesit paylaştığı
“samimi” bir kitap. Beğendiğim bir yazarı edebiyat dünyası dışında bana tanıma fırsatı sunan bu
kitabın, birçok Murakami takipçisi için de armağan niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Kitap
yazarın okuduğum diğer popüler romanlarından farklı olarak konusu ve anlatımı dolayısıyla büyük
okuyucu kitlelerine hitap edemeyebilir. Ancak; sıkı takipçileri için, sadece yazı yazan “soyut”
Murakami'nin yerini tüm içtenliğiyle hayat felsefesini okuyucularıyla paylaşan “samimi” yazar
Murakami alıyor. Yazar, koşmak ve yazmak eylemlerinin kendisi için ne anlama geldiğini ve
hayatındaki önemini sohbet havasında içtenlikle paylaşıyor.
Murakami, ilk kez profesyonel olarak yazı yazmaya başladığı
sıralarda düzenli olarak koşma antrenmanlarına başladığından
bahsediyor. Sadece koştuğu müddetçe yazı yazabiliyor olmak akla
yatkın bir açıklama olabilir mi? Benim cevabım: “Evet, neden
olmasın!” olurdu. Kitabı okumaya ilk başladığım zaman bunun
tuhaf bir rastlantı olduğunu düşündüm. Ancak; kitapta yazarın
hayatında gerçekleşen gelişmeleri okudukça yazmak ve koşmak
arasındaki bağlantının sıradan bir rastlantıdan ibaret olmadığını;
aksine bu iki eylemin birbirini besleyen ve geliştiren kavramlar
olduğunu fark ettim. Öyle ki; maraton koşmak, öncesinde iyi
planlanmış birçok düzenleme gerektiren, uzun zamana dayalı bir
egzersiz. Bu uzun zaman süresince, motivasyon ve kondisyon
yeteneklerini kendisini sürekli geliştiren bir ritimde yarışa
hazırlamak en önemli ayrıntılardan biri. Benzer şekilde, yazarlık
da uzun bir hazırlık dönemi ve her bir sonraki yazı denemesinde
edebiyat yeteneğini geliştirmeyi gerektirir; çünkü aksi hâlde
okuyucu bulabilme zorluğu çekilir. Öyle görünüyor ki, koşmak ve
yazmak bir çok ortak gereksinime sahip iki eylem. Aynı şekilde
doğaları gereği koşmak ve yazmak birbirini destekleyen ortak ideallere de sahip. Mesela, maraton
yarışlarına hazırlanırken vücut dengenizi koruma, yazmakta olduğunuz hikâyeleri dikkatinizi
dağıtan hiçbir şey olmadan düşünüp geliştirebilme imkânınız olur. Profesyonel bir yazar olarak
yazarken edinilen sabır, disiplin gibi karakter özellikleri de maraton koşarken sizi “finish” noktasına
taşır. Dolayısıyla; meslek olarak yazarlık yapan, her gün düzenli olarak koşma alışkanlığına sahip
olan birisi için maraton yarışlarına katılmak, gayet tabii, mesleğindeki başarısının püf noktası
olabilir.
“Koşuyorum, öyleyse varım!” (Murakami, 112)
Koşmak, yüzmek, resim yapmak gibi alışkanlıklar edinmek kişiyi değiştirir; ona nesneleri,
olayları, kısacası hayatı daha farklı bir açıdan görme imkânı verir. Sporla ve sanatla daha uzun süre
ilgilendikçe muhtemelen meslek hayatında da alışkanlıkların değişmeye başladığı gözlenir.
Böylece, kişiliğimiz biraz daha şekillenmiş, karakterimiz biraz daha bize özgün hâle dönüşmüş
olur. Başka bir deyişle; hobilerimizle gerçek anlamda “var” oluruz, bize özgü bir hayat duruşu
ediniriz. Öyle olduğuna inanıyorum ki, Haruki Murakami de koşma alışkanlığı ile birlikte kendine
has yazı üslubunu geliştirme şansına kavuştu. Düzenli olarak koşmaya başlamadan önce;
muhtemelen yazmak istediği hikâyeleri bir düzen içinde kurgulayıp, yazmakta en azından
profesyonel olarak yazarlık yaptığı bugünlerine kıyasla oldukça güçlük çekmiş olduğunu
düşünüyorum. Üstelik, sporla ve sanatla daha çok uğraştıkça rekabete dayalı bu alanda başarıları vebaşarısızlıkları deneyimleriz. Geliştirmeye ihtiyaç duyduğumuz özelliklerimizin üzerine daha çok
düşeriz. Böylece, hayattaki inişleri ve çıkışları doğal olarak kabullenme, yapılan hatalardan ders
çıkarma, yeni fırsatları daha iyi bir şekilde değerlendirebilme yeteneği kazanmış oluruz.
Sözün kısası; koşmak sadece keyifli vakit geçirilen bir eylem olmayıp, mesleki yetenekleri
geliştiren, kişinin hayata bakış açısını değiştiren, hayatı yaşanılır kılan bir aktivite. Başka bir
deyişle, koşmak ve hayat arasında sağlıklı bir denge bulmak önemli. Koşmaya devam etmeli...
KAYNAKÇA
Murakami, H. (2013). Koşmasaydım Yazamazdım. Doğan Kitap.
Görsel, D&R. < http://www.dr.com.tr/Kitap/Kosmasaydim-Yazamazdim/Haruki-
Murakami/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0000000572947 > adresinden temin edildi.
|
Irkçılık ve Yalnızlık
Dünyada herkesin sırtını yaslayabileceği bir insanın olması gerektiğini düşünmüşümdür
hep. Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmeyebiliyor ve böyle zamanlarımızda güvenilir bir
insana ihtiyaç duyuyoruz. İşsiz kalıyoruz mesela ekonomik durumumuz gitgide kötüye gidiyor ya
da amansız bir hastalıkla cebelleşebiliyoruz. İşte böyle zamanlarımızda moralimizi yüksek
tutmamızı ve hayata devam etmemizi sağlayacak bir dostun yanımızda olması bize iyi geliyor.
Irkçılığın hakim olduğu bir dünyada ise bir dost bulmak her zaman için kolay olmuyor.Sahip
oldukları ten renginden dolayı yaşadığı toplumdan dışlanan insanlar, ancak kendileriyle aynı ten
rengine sahip olan insanlarla iletişime geçebiliyor. John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı
romanı Amerika’nın 1940’lı yıllarında geçiyor, o zamanlarda da ırkçılık Amerika’da oldukça
yaygın . Crooks adındaki bir işçinin siyahi olmasından dolayı yaşadığı toplumdan dışlanmasına
şahit oluyoruz.
Crooks,Fareler ve İnsanlar adlı romandaki baş karakterlerden değil. Aslında iki arkadaşın
yaşadıklarını konu alan eserde dostluk, yalnızlık, ekonomik sıkıntılar gibi temalar da işlenmiş
ama ırkçılık sorununa da parmak basılmış. İki işçi olan George ve Lennie’nin çiftlik satın almak
için hayallerinin peşlerinden giderken, Kaliforniya’nın Soledad adlı kasabasındaki bir çiftlikte
seyis olarak çalışan Crooks ile yolları kesişiyor. George ve Lennie ile aynı yerde çalışan Crooks,
diğer işçilerin birlikte kaldığı yatakhanede değil, başka bir odada kalıyor ve bunun nedeni ise
sahip olduğu ten rengi.Bir sürü işçinin çalıştığı çiftlikte tek siyahi işçi olmasından dolayı Crookstek başına küçük bir barakada yaşamak zorunda kalıyor. Boş kaldığı zamanlarda, sosyalleşeceği
bir insan olmayan Crooks, kitap okuyarak kendine kalan zamanı değerlendiriyor. Sadece ustabaşı
ve patronuyla iş gereği temasa geçiyor.
“Ya zenci olduğun için seni yatakhaneye almasalardı, onlarla kağıt oynamana izin vermeselerdi.
Hoşuna gider miydi? Ya burada oturup kitap okumaktan başka yapacak hiçbir şeyin olmasaydı.
Hava kararana kadar at nalı oynayabilirsin tabii, ama hepsi o kadar. Sonra odana tıkıl, oku babam
oku. Kitaplar neye yarar ki. İnsana bir insan gerek, bir can yoldaşı gerek .”(84)
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi, Crooks yalnız olmaktan ruhsal dünyasında
karamsarlık yaşamakta. Beyaz tenli bir işçiye söylediği satırlar onun bir işçiyle arasında geçen
sayılı görüşmelerden biri. Herkesten ayrı küçücük bir barakada yaşamak yeteri kadar aşağılayıcı
olmasına rağmen, sözlü eleştirilere de maruz kaldığını görüyoruz. “Zenci köpeğin birisin sen,
haddini bil. İstesem seni bu ağaçta sallandırırım, neye uğradığını bile anlamazsın” (2002:92) Bu
alıntıdan anlaşıldığı üzere, siyahi bir ırka sahip olmak toplumun sizi dışlaması, eleştiri
bombardımanına tutması demek. Ten rengi herkes gibi beyaz olsaydı, belki de onunla uzlaşmaya
çalışacaklardı ama sahip olduğu ten rengi, diğer insanlarla karşılıklı saygı çerçevesi içinde
diyaloglar kurup, özgürce yaşamasına engel oluyor.
Toplumda kabul görememek siyahi ırka sahip insanların yaşamış olduğu bir sorun ama
insanların fiziksel görünüşlerini sorun olarak gören ve topluma da bu görüşü empoze eden
insanlar olmasaydı milyonlarca insan acı çekmeyecekti. Kim bilir kaç siyahi toplumun
fikirlerinden dolayı hayatının tadını çıkaramadan, dolu dolu yaşayamadan hayattan silinip gitti.
Her ne kadar sonraki yıllarda siyahi insanlar hayatta söz hakkı alabilip, yaşamaya başlayabildiysede geçmişte insanların sahip oldukları ırk yüzünden dışlanarak yaşadıkları travmalar
küçümsenemeyecek kadar fazla. Bundan dolayı 1937 yılında yayınlanmış olan Fareler ve
İnsanlar yayınlandığı döneme uygun,etkileyici eleştiriler içeren bir roman.
KAYNAKÇA
Steinbeck, John. Fareler ve İnsanlar. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2002
|
EVRENDEKİ YALNIZLIK
Yaşam pek çok açıdan kafamı karıştırmıştır. Yaşamak için beslenmemiz, uyumamız ve bunun gibi pek
çok faaliyeti gerçekleştirmemiz gerekir. Bu faaliyetleri en küçük yapıtaşlarımız olan hücrelerimizin
dinlenmesi, yenilenmesi için yaparız. Peki, trilyonlarca hücre bir araya gelip nasıl beni ve benim
düşüncelerimi oluşturuyor? Benim kendime ait düşüncelerim, özgün fikirlerim var. Beni hücreler
oluşturuyorsa bir bakıma benim bu düşüncelerimi de hücrelerim oluşturuyor. Aslında benim bu yazıyı
düşünüp cümleleri yazmamı sağlayan hücrelerim denilebilir. Ama nasıl oluyor da bu hücreler bir
araya gelip tek bir düşünceye sahip oluyor? Yoksa hepsi farklı düşüncelere sahip ama her salise
beynimde düzenlenen bir mecliste, çoğunluğu bulup, ne yönde düşüneceğime öyle mi karar
veriyorlar? Ya da beynimdeki hücreler yönetimi ele geçirmiş, beni ben yapan kararları mı alıyorlar?
Bunu anlamak çok zor aslında. Ama şunu biliyorum ki hücrelerimiz bir bütünün parçalarıdır.
Kainattaki her şey daha büyük bir bütünün parçasıdır. Dünya evrenin, ben ise Dünya’nın bir
parçasıyım. Evren de Dünya gibi pek çok alt parçadan oluşuyor. Dünyayı canlılar, su, toprak
oluştururken evren de yıldızlar, gezegenler ve karadeliklerden oluşuyor. Buraya kadar aklımı
karıştıran bir şey yok benim. Ama insanların inandığı bu galaksideki yaşamın yalnızca Dünya’da olduğu
görüşü bana biraz mantıksız hatta olanaksız geliyor. Çoğu insan herhangi bir yerde yaşam olması için
orada su, oksijen gibi insancıl ihtiyaçların bulunması gerektiğine inanır. Ama o kadar bencilce ve tek
yönlü düşüncelere sahip oldukları için hiçbir zaman şunu anlayamazlar, belki de farklı bir yaşam
formu enerji ihtiyacını oksijenle değil de mazot ile karşılıyor. Enerji olan her yerde yaşam olabilir,
çünkü aslında yaşamın özü bir çeşit enerjidir. Enerjimiz bittiği anda ölürüz biz. Yaşamak için
düşünmeye, düşünmek için enerjiye ihtiyacımız var bizim. Aşağıdaki fotoğrafta da görülebileceği gibi
evren ışıl ışıl, yani her yeri enerji dolu ve bu dünyadan başka yerlerde de yaşam olması fazlasıyla
muhtemel.
(https://www.nasa.gov/multimedia/imagegallery/iotd.html?id=379817 sitesinden alınmıştır.)
Bana ne kadar olası gelmese bile evrende yaşam denen gerçeğin bir tek Dünya’da olduğunu
düşünürsek, aslında koskocaman bir hiçlik içinde ne kadar yalnız olduğumuzu anlarız. Evrenin ne
kadar büyük olduğunun hiçbir önemi kalmaz. Diğer galaksiler bizim için evimizin hiçbir zaman
kullanmadığımız odaları gibidir. Mahallemizdeki tek hane bizizdir, sınıftaki tek öğrenci bizizdir.Evrende bir tek dünyada yaşam olması, benim tek bir canlı hücreye sahip olmama benzer. Benim ne
kadar yaşamak için trilyonlarca hücreye ihtiyacım varsa, evrenin de kendi kaderini belirleyen başka
canlı gezegenlere ihtiyacı var. Yoksa milyarlarca yaşında olan ihtiyar evrenin hâlâ var olması bana
göre pek olası değil.
Peki, evrende yalnız değilsek, nerede bu diğer canlılar ya da popüler kültürün etiketiyle ‘’uzaylılar’’?
Fotoğrafı incelediğimizde evreni oluşturan bütünlerden olan bir galaksinin bile ne kadar büyük
olduğunu anlayabiliriz. Biz bu galakside sadece çok kısıtlı bir bilgiye sahibiz. Ne kadar şuan diğer
galaksilerde canlılık olduğunu kanıtlayamıyorsak bile, olmadığını iddia edemeyiz. 500 sene önce
Dünya’nın düz olduğunu düşünüyorduk ya da Afrika’daki diğer toplumlardan kopuk bir kabile
Dünya’da yaşayan insanların yalnızca onlar olduğunu düşünüyordu. Zaten yaşamı, canlı olmayı
gerektiren en büyük gerçeklerden biriyse doğruların zamanla değişebilmesidir. Bu gerçek bir tek
insanlar için geçerli değildir. Mesela, göllerde yaşamaya alışmış bir balık, avcılar tarafından yakalanıp
bir akvaryuma konulabilir. O balığın gerçekliği artık o akvaryumdur. Yaşamaya devam etmek için yeni
gerçekliğin doğrularını kabul edip, onlara göre yaşaması gerekir. Biz de yeterli bilgi seviyesine erişip
evrende yaşayan diğer canlıları keşfettiğimizde ya da onlar bizi bulduğunda bizim de gerçekliğimiz
değişecek.
Artık kendi aramızda yaşadığımız problemleri bir kenara bırakıp, evrendeki diğer canlılarla yaşadığımız
potansiyel problemlere hazırlıklı olmamız gerekecek. Aslında dünyaya barış gelmesinin tek yolu da bu
olabilir. Çünkü o zaman yaşamaya devam etmemiz için birlik olmamız gerektiğini anlayacağız. Birlik
olmazsak dağılıp gideceğimizi anlayacağız. Aslında en baştaki sorumun cevabı da bu. Bir bütünü
oluşturan parçalar tek başına anlamsızdır; yaşamak için tek bir parçanın diğer parçalara da ihtiyacı
vardır. Belki de bu yüzden dağılıp gitmemek için hücreler bir araya gelip tek bir bütünü, yani beni
oluşturuyor.
Son olarak, bu Dünya’da nasıl yalnız değilsek, evrende de yalnız değiliz. Nasıl kendimizi anlamak için
daha küçük parçalarımız olan hücrelerimize bakıyorsak, evreni anlamak için de onun daha küçük
parçalarına bakabiliriz. Evrenin ufak bir parçası olarak, evreni anlamaya çalışan birisi olarak, belki de
beni hayatımda en çok üzen şey bu soruların kesin cevabını göremeyecek olmaktır. Ama bazen
yolumuza devam etmek için kabul etmemiz gerekir. Ben de kendi yoluma devam etmek için bu
evrende yalnız olmadığımı kabul ediyorum.
Utku Yalınbaş
IE
21502054
|
HAZIRLAYAN: PERVİN TAŞBAŞ - 21301045
DERS: TURK-102 / SEC:016
ÖĞRETMEN: ALİ TURAN GÖRGÜ
29.03.2015
UZAYLI OLMAK SUÇ MU?
Merhaba, ben bir uzaylıyım. Evet, yanlış okumadınız. Bunu rahatlıkla itiraf edebiliyorum. Tıpkı
Dennis gibi ben de Mars’tan geldim ve evime geri dönmeyi bekliyorum; ama Dennis dönmekten vaz
geçti; çünkü David onu bu haliyle kabul etmeye karar verdi. Aslında bakarsanız ne ben uzaylıyım ne
de Dennis. Biz de David gibi farklı insanlarız. Tabii ki her insan farklıdır; fakat bizimki biraz su yüzüne
çıkan cinsten ve bu yüzden kolay yolu seçip kendimize böyle bir kılıf uydurduk. İşin komiği daha
Mars’ta hayatın olup olmadığı bile belli değil.
Merhaba Dünyalı, eşini yeni kaybetmiş David Gordon adındaki ünlü bir bilim-kurgu yazarının
Dennis adındaki yetim bir çocuğu evlat edinme çabalarını anlatır. Dennis Mars’tan geldiğine inanan ve
hiçbir aile tarafından kabul edilmeyen çok farklı bir çocuktur; fakat David küçüklüğünden beri farklılığı
yüzünden garipsenen biri olduğu için bu duyguyu iyi bilmektedir ve bu yüzden Dennis’i evlat edinmek
ister. Filmimiz bu olayı anlatırken aslında birçok konuya eleştirel ve ders verici olarak yaklaşmıştır.Taşbaş 2
Sosyal yapının en çok karşılaştığı sorunlardan birine değinmektedir: farklılıklar ve onlara karşı olan
hoşgörüsüzlük.
Dediğim gibi her insan farklıdır; fakat bazen bu farklılıklar birbirlerine çok yakın olur. Yakın
olmayanlar ise hemen göze çarpar. Hal böyle olunca bu garipsenecek bir duruma gelir. Nedir bu
farklılıklar diye soracak olursanız, şöyle açıklayayım. Bu farklılıklar fiziksel de olabilir ruhsal da. Ruhsalı
biraz açalım; çünkü en çok sıkıntı yaşanan konu budur. Ruhsaldan kastım insanların karakterleri,
hayata bakış açıları, hedefleri, hayalleri, bazen sahip oldukları ruhsal hastalıklar vs. dir. İşin içine insan
psikolojisi ve ruhu girince bu liste uzayıp gider. Filmdeki karakterlerimize yönelelim ve durumu onlar
üzerinden özetleyelim isterseniz; Dennis ve David’in diğer insanlar ve birbirleriyle olan ilişkileri bu
durumu güzel açıklamaktadır.
Dennis ve David’in farklılıkları sahip oldukları bakış açılarıyla ilgili ve bu onların başkaları
tarafından zor anlaşılmasına neden oluyor. Daha doğrusu kimse onları anlayamıyor. Dediğim gibi
onların bu farklılığı diğerlerine yakın değil; fakat yalnız değiller ve beni mutlu eden şey de bu. Dennis
ve David’in bakış açıları birbirinin aynısı sanki. Bu yüzden kolay anlaşabilecek bir pozisyondalar; fakat
ne yazık ki bu pek kolay olmuyor. Merak etmeyin burada kendimle çelişmiyorum, dediklerim enin de
sonun da gerçekleşiyor. Benzerlikleri onları birbirlerine bağlıyor. Zor olmasının nedeni ise ki benim de
çoğu zaman yaşadığım bir durum: Dennis’in kendini uzaylı gibi hissetmesi, daha doğrusu diğer
insanların onu böyle bir yola sokması.
Dennis’in farklılığı onun bakış açısıyla ilgili, benim ki ise hedeflerimle. Tek istediğimiz şey biraz
hoşgörü. İnsanların bunu vermesi bu kadar zor olamaz. Ayrıca hiç düşünmüyorlar mı, herkes tıpa tıp
birbirinin aynısı olursa bu güzelim rengârenk dünyamız ne kadar sıkıcı bir hale gelir? Bu aslında
herkesin çıkarına olan bir şey değil mi? Sıkıcılıktan kurtuluyoruz işte ne güzel; ama yok! İlla herkes
birbirine benzeyecek ya da belli sınırlar için yaşam mücadelesi verecek ve benzemeyen olursa da
garipsenecek. Dennis işte bu garipsenme baskısına dayanamadığı için kendini uzaylı olarak tanıtmış ve
Dünya’yı evi olarak görmemiştir; çünkü bir evi ev yapan şey ailedir, yani insanlardır, sizi olduğunuzTaşbaş 3
gibi kabul eden insanlar. Bu yüzden Dennis kendini dışarıya kapatmıştır; fakat işin güzel yanı şudur ki,
David çok sabırlı ve duygudaşlık yeteneği yüksek bir insandır ya da şöyle diyeyim, çok hoşgörülüdür.
Bu yüzden sabreder ve sonunda Dennis’in kendini bir insan olarak kabul etmesini sağlar. Sonuç olarak
bu büyük başarıdan dolayı onu evlat edinmeye hak kazanır ve mutlu bir aile tablosu çizerler. Herkese
rağmen farklılıklarını da sonuna kadar korurlar.
Ben mi? Ben de uzaylı olmaktan vazgeçtim artık; fakat ne kadar vazgeçsem de garipsenme
duygusu yüzünden hedeflerimi hiç kimseye açıklamıyorum neredeyse, sadece benim gibi
düşünenlerle paylaşıyorum. Ne var biliyor musunuz, buna hoşgörüsüzlük yüzünden yorulmak deniyor
aslında. Yine de kendimi tebrik ediyorum; çünkü bununla yaşamayı öğrendim ve hedeflerime daha da
bağlandım. Hatta şöyle söyleyeyim, hedeflerimin en ağır basan yanı ise farklılıklara karşı olan
hoşgörüm. Nerdeyse hayatımın temelinde bu var ve hoşgörüden öteye geçip onları destekleme
yolundayım şu an; çünkü uzaylı olmak bir suç değil, dünyayı renklendiren bir nimet ve ben her yeri
renge boğmak istiyorum.
KAYNAKÇA
Merhaba Dünyalı. Yön. Meyjes, Menno. ABD. 21 Aralık 2007. Film
|
KAFKA VE İNSAN İLİŞKİLERİ
Franz Kafka’nın ölümsüz eseri Dönüşüm, Gregor Samsa adlı ana karakterin
bir sabah böcek olarak uyanmasıyla başlıyor ve Samsa’nın aklını kurcalayan ilk
sorulardan biri ise işe yetişip yetişemeyeceği. Gregor, ailesi için zor şartlar altında
ve huysuz bir müdürün idaresinde çalışıyordu, işini de sevmiyordu. Ailesi
tarafından bir para kaynağı olarak görülüyordu. Samsa ailesi (Gregor’u dışarda
tutarak) rahatına çok düşkün bir aileydi ki, evde çalışan tek kişi Gregor’du ve bu
beş kişilik aile hizmetçilerine hatırı sayılır miktarda bir meblağ ödüyordu. Ailenin
tek gelir kaynağı kesildiğinde ise bu aile hizmetçi lüksünden vazgeçmek
istemediği için daha az para ödeyecekleri başka bir hizmetçiyi işe alıyordu. Benim
bu yazımda konuşmak istediğim şey Gregor’un maruz kaldığı ekonomik sömürü,
ailesinin Gregor’u bir para kaynağı olarak görmesi ve insanların gereksiz lükslere
çok para harcaması.
Ekonomik sömürü, işverenlerin daha çok para kazanmak veya şirkete daha
fazla para kazandırmak uğruna çalışanlarına zulüm etmesiyle ortaya çıkar.
Sömürünün söz konusu olduğu yerlerde çalışanlar emeklerinin karşılığını
alamazlar. Gerektiğinden fazla çalışırlar, daha fazla, çok fazla çalışırlar. İşverenler
ellerindeki para denen bu iğrenç gücü sadece şirketinin ya da firmasının çıkarlarını
düşünerek kullanır. Emek önemli değildir bu tür insanlar için, çalışanlarının
psikolojisi de. Bu sömürüye maruz kalan insanların sesini kimse duymuyor,
duymak istemiyor açıkçası. Diğer insanların da bana dokunmayan yılan bin
yaşasın mantalitesi ve yine bu insanların umursamazlığı, sömürünün devamını
getiriyor ve Gregor gibi insanlar da bu ekonomik sömürüye maruz kalıyor. Bir de
ailelerine para götürememe korkusu konuyu başka bir boyuta taşıyor ve bu zulme
boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Zaten bu zorunluk değil midir birçok arkadaşının
öldüğü maden ocağına ekmek parası kazanmak için tekrar giren ve canını hiçe
sayan madencinin yaşadığı?
Üstünde konuşmak istediğim diğer husus ise Samsa ailesinin Gregor’u para
kaynağı olarak görmesi ve artık bir süre sonra Gregor’u evlatları olarak değil
sadece iğrenç bir böcek olarak görmesi. Burada ailesinin Gregor’a olan çıkar
odaklı ilişkisini görüyoruz. Günümüz insanlarında da sıklıkla görebileceğimiz bu
bağımlı ilişkiler, bence bu insanların ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Bir insanla sırf
onun parası veya bir başka özelliği nedeniyle ilişki kuran insanlar, gerçek arkadaş
veya dost değildirler. Bir gün o para veya özellik gittiğinde arkasını dönen ilk
insanlar bu ikiyüzlü insanlar olacaktır, fakat insanlar bu gerçeği sonuç olmadan
göremiyor belki de görmek istemiyor.
Samsa ailesinin gereksiz lükslerine bu kadar düşkün olması da beni rahatsız
eden diğer husuların arasında. Yine etrafımızdaki insanlarda da görebileceğimiz
bu duruma en güzel örnek olarak küçücük çocukların elinde gördüğümüz akıllı
telefonlar olabilir .İçindeki sebzelerin toplam maliyeti üç lirayı geçmeyecek birsalataya yüz lira vermek saçmalıktır, o parayla evinin bir aylık mutfak masrafını
karşılayan insanlara , asgari ücret uğruna canını tehlikeye atan insanlara büyük
saygısızlıktır.
Bu kitap aslında Gregor’un hayatının monotonluğundan ve ailesinin ona bu
iğrenç bakış tarzından bahsetse de, yazar o küçük aileden tüm dünyaya bir kapı
açıyor. Bu kitap insanlığa dair çoğu pek gurur duyamayacağımız sağlıksız
anlayışlardan ve düşüncelerden bahsediyor. Sizi Gregor olarak düşünmeye ve bu
anlayışları eleştirmeye sevk ediyor. İnsanların aslında çıkarlarına ne kadar düşkün
olduklarını ve aile bağlarının bile bazen bu çıkarların üstüne çıkamadığını
gösteriyor. Her insana şüpheyle yaklaşmak veya aile kavramının saçmalığını
göstermek değil anlatmak istediğim, etrafınızdaki bu ikiyüzlü insanlara dikkat
etmeniz gerektiğinden bahsediyorum ayrıca bu sistem tarafından ezilen ve
sömürülen insanların seslerinin duyulmasında her insanın rolünün büyük olduğunu
vurgulamak istiyorum.
|
Mehmet Emin Sevinç
Hırpani Hayatlar
Geçtiğimiz hafta Selim İleri'nin İstanbul Bu Gece Yine Sensiz adlı deneme eserini okuma
fırsatım oldum. İleri'yi daima kendi çapımda takip etmeye çalışırım ben. Türkçemizi bir
mücevher ustası hassasiyetiyle işlemesi onu benim gözümde dilimizin divalarından biri
haline getirir. Özellikle sosyal medyada fazla geçiren bir insan olarak Türkçenin bu denli
hırpalanması durumuna karşı panzehir olarak Selim İleri okumaya çalışırım diyebilirim.
Selim İleri bu eserinde İstanbul'un 60'lardaki halini kendi tecrübelerine ve anılarına
dayanarak anlatıyor. Bu eseri okurken Türkçenin hırpalanmasının yanında İstanbul'un da
hırpalandığı düşüncesi belirdi zihnimde. Yani Selim İleri'nin duygu ve düşünce dünyamıza
kattıklarının tam tersi bir devirde yaşıyor olmanın burukluğunu hissettim. Bu yazıda da
İstanbul'un geçirdiği dönüşüm üzerine birkaç kelam etmek istemekteyim.
Her ay İstanbul'a düşer yolum. Konser olur, spor müsabakası olur, eş dost ziyaret olur;
mutlaka her ay İstanbul'un kaldırımlarını arşınlarım bir şekilde. Ben ki İstanbul'da düzenli
olarak kalmış biri değilim. Birkaç günlük ziyaretlerden ibarettir İstanbul'la bağım. Buna
karşın İstanbul'un feci halde hırpalandığını düşünüyorum. İster istemez Ankara-İstanbul
kıyası yapmadan kendimi de alamıyorum. Bu kıyas esnasında hakikaten İstanbul'a
kaldırabileceğinden fazla yük, hazmedebileceğinden fazla beton ve insan yığıldığı kanısına
varıyorum. Çocukluğumda İstiklal Caddesi benim için tamamen farklı bir dünyaydı. Bir an
olsun eksilmeyen kalabalığı, iki yanı ağaçlı tramvay yolu ve kırmızı tramvayıyla kendine
özgü bir otantikliği olduğunu çocuk yaşta bile kavramıştım. Ancak gel zaman git zaman
İstiklal Caddesi üzerinde bir buluşmam olduğunda burun kıvırır hale geldim, zira
İstanbul'un ruhunu en iyi temsil eden bu cadde beton ve molozdan geçilmez hale geldi.
Sanırım hala İstanbul'u en iyi anlatan cadde burası, çünkü kentin geri kalanı da bu
betonarmeleşmeden nasibini fazlasıyla alıyor. Bir de İleri'nin anlattığı eski İstanbul'u
gözümde canlandırmaya başlıyorum. Doğrusu kendim için üzüldüğümden on misli daha
fazla üzülüyorum yazar adına. Yaşım gereği kısıtlı bir zaman dilimini hatırlıyorum ben,
fakat şehrin o şaşaalı günlerini bilen ve birebir tecrübe eden insanların bugünkü durum
karşısında duydukları üzgünlüğü ve karamsarlığı hayal dahi edemiyorum.
Hırpalanma meselesi bu bağlamda bence büyük önem taşıyor. Son yirmi yıldır biz ülkece
bazı şeyleri tükettik, fazla aşındırdık galiba. Bunun içine Türkçe de giriyor, şehirleşme degiriyor, insan ilişkileri de, beslenme alışkanlıkları da giriyor. Fast food tüketen (tıkınan mı
demeli acaba!), romantik ilişkilerine internet üzerinden başlayıp bu ilişkileri internet
aracılığıyla bitiren, penceresi olmayan odaları olan evlerde yaşayan, sesli harfleri yutarak
"Uydn glb ii gclr" diyen insanlar olarak sanırım İstanbul'un bu halini pek de yadırgamamak
gerekiyor.
Yani hırpani hayatlar yaşamaya başladık. Bireysel ve toplumsal açıdan özensizliğin had
safhada olduğu bir çağda yaşıyoruz. Doğal olarak mikro düzeyde gerçekleşenler makro
düzeyde de kendini gösteriyor ya da tam tersini söylemek de mümkün. Bu açıdan Selim
İleri'nin anlattıklarını onun üslubuyla okumak bana sağaltıcı geldi diyebilirim. Biraz
yavaşlamak, birkaç adım geri çekilerek kendimizi içine soktuğumuz manzaraya nesnel bir
gözle bakmak galiba bu noktada en sağlıklı çözüm olacaktır. Ancak ortada büyük bir
zihniyet meselesi var ve bu durumun kısa vadede çözüme kavuşmasını maalesef mümkün
görmüyorum. Lakin her halükarda bir miktar özen algısının edebiyat ile, mimari ile, müzik
ile insanların zihinlerine yerleştirilebileceği düşüncesine de ikna olmuş durumdayım.
Hırpani hayatlarımıza biraz olsun çeki düzen vermek içinse Selim İleri okumanın şahane
bir başlangıç olacağını rahatlıkla söyleyebilirim.
Kaynak
Selim İleri. İstanbul Bu Gece Yine Sensiz. Everest Yayınları: İstanbul. 2016. Deneme.
|
TOPLULUKTAKİ YALNIZLIKLAR
"Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine
yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünyada yaşıyoruz.
Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın
yetmediği ve bitmediği bir çağdayız." (sf. 23)
Geçenlerde Ercan Kesal'ın Cin Aynası adlı şahane öykü kitabını okudum. Kesal'ı öncelikle
Nuri Bilge Ceylan filmlerinden tanıyordum, ama özellikle Peri Gazozu adlı kitabından sonra daha
yakından takip etmeye başladım. Kesal'ın doktor olması nedeniyle Anadolu'nun dört bir yanını karış
karış gezmesiyle ortaya çıkan yüzlerce olağanüstü hikâyeyi son derece akıcı ve "yakıcı" bir dille
anlatıyor olmasından aldığım hazzı tarif edemem. Bazen bir köy kıraathanesinde dedesinin koynuna
sokulan yetim bir çocuğun hüznünü bazen de kasabaya ilk kez inen yaşlı bir kadının gazoz içişini
derin bir psikolojik gözlem gücü ve doğallıkla anlatması nedeniyle Kesal'ın yazdıkları bana çok iyi
geliyor. Bu yazıda da yukarıda alıntıladığım pasajdan hareketle Kesal'ın ele aldığı modern çağdaki
tahammülsüzlük meselesini yine kitaptan edindiğim izlenimler aracılığı ile aktarmak amacındayım.
Eskiden insanlar en az kendileri kadar başkalarını da umursardı ancak günümüzde artık
çevremizdeki insanları eskisi kadar umursamıyoruz. Koca şehirlerde gün boyu insanlar kendi
dertlerini halletmeye çalıştıkları için yanlarındaki kişilerin dertlerini ya da mutluluklarını görme
fırsatı bulamaz durumdalar. Görseler de pek umursamayacak vaziyetteler. Trafik, iş stresi ya da
başka dertler, giderek hayatımıza daha da yerleşen internet ve sosyal medya kültürü insanları
yalnızlığa ve bencilliğe itmiş durumda. İnsanlar bunun farkına varamasa da. Kesal'ın yalnızlık
konusunda yaptığı tespite son derece katılıyorum. Yalnız kalmaya çalıştığımız, özel alanımızı ve
mahremimizi korumaya çalıştığımız, insanların yüzlerine nefretle baktığımız bir dönemdeyiz; ancak
yine de insanlara muhtacız. Yalnızlık arzusuyla tutuşuyoruz; fakat aynı zamanda yalnız kalmaktan
da ölesiye korkuyoruz. Artık yalnızca elektrik kesildiğinde ya da internet bağlantısı koptuğunda ev
içindeki bireyler bir araya geliyor. Kendi ailemden örnek vermem gerekirse sadece akşam
televizyon izlerken tüm aile bir arada olabiliyoruz. Onda da sohbet etmekten çok boş boş ekrana
bakıyoruz ve birbirimizin derdinden çok ekrandakinin derdine yoğunlaşıyoruz beraber. Yani sözde
ailecek takılıyoruz ama herkes yalnız aslında, herkes kendi dünyasında. Ya da evin dışına çıkalım.
Metroya bindiğimde herkes telefonuna gömülmüş bir şeylere bakıyor. Hâlbuki yan yana oturan
insanların havadan sudan dahi olsa paylaşacak pek çok şeyi olabilir, olmalı da. Ercan Kesal'ın
eserinde yalın ve çarpıcı bir şekilde vurguladığı gibi acımasızlık çağı bu. Yani insanlar birbirlerine
oldukça soğuk davranıyorlar, sadece ucunda bir menfaat var ise karşıdaki kişiyle samimi bir iletişim
kuruluyor. Bunun dışında gönülden ve samimi bir şekilde iletişim kurmak çok zor çağımızda. Diğer
bir ifadeyle içinde yaşadığımız çağ kardeşi yabancı kılacak kadar zihni meşgul eden ürünler
sunuyor piyasaya durmadan. Artık internet fenomenlerinin özel sorunlarını ve mutluluklarını kendi
kardeşimizinkinden daha iyi bilir hale geldik. Bu durumun artçı sarsıntılarını duyar gibiyim şahsen,
ancak gelecek birkaç on yılda bu bencillik, yalnızlık ve umursamazlık halinin toplumlarda daha
derin yaralar açacağını görüyorum maalesef.
Sonuç olarak Kesal'ın enfes öyküleriyle nasıl bir toplum haline geldiğimiz konusunda
düşünmeye ve mevcut halimizi nasıl düzelteceğimizi anlamaya çalışmaya başladım. Yukarıda
eleştirdiğim hususların pek çoğuna ben de ortak oluyorum, ben de başımı ekrandan kaldırmıyorum
çoğunlukla veya bende metroya binince telefonuma gömülüyorum çevremdekilere bakmadan.
Kolay geliyor, rahat geliyor yanımda oturan kişiye halini hatırını sormak varken sanal kişiliklerle
soğuk muhabbetlere girişmek; ancak bu durumdan, bu soğukluktan gitgide ben de rahatsız olmaya
başladım. Bu rahatsızlığımı yeniden yüzüme vurması nedeniyle Cin Aynası adlı eseri çok beğendim.
Böyle metinler gerek zaten, okuyanı uyutmayan, bilakis rahatsız eden ve harekete geçme cesareti
veren daha çok kitap yazılması ümidiyle.
Ercan Kesal. Cin Aynası. İletişim Yayınları. 2016
|
NİHAYET GELEBİLDİN METRO
Büyükşehirlerde yaşamak gerçekten zordur. Hayatlarımız, şehrin stresleriyle birlikte daha da
az zevkli bir hal alır yaşadıkça. Çoğu vaktimizi ise yollarda, otobüslerde ve en iç bunaltan toplu taşıma
aracı olan metrolarda geçiririz. Metro durağına ilk adımımızı attığımız anda içimize bir sıkıntı çöker. O
karanlık, soğuk ve uğultulu ortamda zaten etrafımızdaki insanların yüzlerinden okuyabiliriz metronun
bizlerde bıraktığı o kötü imajı. İnsanlar metroda adeta anti sosyal bir yaşam sürerler, gülümseme,
yardım etme ya da dolmuşlardaki o tanışma girişimleri yoktur burada. Biran önce metrodan dışarı
çıkmaya çalışır herkes. Haksız da değillerdir bence. Bu yazımızda ele alacağımız kitabımız ise tam da
bu noktaya parmak basıyor. Bir distopya misali, dünyanın istilaya uğraması sonucu geri kalan
insanların metrolara sığınmasını konu alan Metro 2033 bu insanların yaşamlarını, metrodaki o hayatı
bizlere aktarıyor.
Öncelikle nasıl olurdu onu hayal etmeye başlayalım isterseniz. 2 farklı hayal kuralım. İlk hayalle
başlayalım. Metroda kalan insanlar orada geçici değil de kalıcı olduklarından adeta yepyeni bir dünya
kuruluyor yer altına. Öyle basit de değil ama. Yepyeni devletler, yepyeni ideolojiler, yepyeni hayatlar…
Kurtuluş değil de direniş olunca mesele, insanlar artık metro hattına taşıyorlar hayatlarını. Hatta o
kadar taşınıyor ki savaşlar oluyor, hayır yaratıklarla değil insanlar arasında. İnsanlar, en çok el ele
vermesi gereken durumda ortak düşmanını unutuyor ve metrodaki o sıkıntılı yaşamda bile kavga
çıkarmaktan çekinmiyorlar. Metro istasyonları birer devlet haline dönüşüyor, fikirlerine göre insanlar
bu devletler altında yaşamaya başlıyor. Dışarıdaki yaratıklardan o devlet sayesinde korunuyor,
korunmak zorunda kalıyor çünkü silahlar aynı dünyada olduğu gibi güçlülerin ellerinde. Yine
anlayacağınız hayat belli başlı kişilerin elinde oluyor.Gelin ikinci hayalimize geçelim. Metroya kapanan insanlar çaresiz. Güneş ışığı yok, yiyecek
kısıtlı, rekabet fazla ve metronun o sevilmeyen ortamında hayatlarının geri kalanının geçeceklerinin
farkındalar. Ama bu hayalde insanlar farkındalar ki dünyanın düzeni son yıllarda çok kötü bir halde ve
ellerinde sıfırdan bir dünya kurma fırsatları var. Kendilerine uygun yönetim sistemlerini
oluşturuyorlar; herkesin eşit haklarla yaşadığı, en fazla kişiyi hayatta tutmaya dayalı bir sistem.
Savaşlara, yapay virüslere, pis politikalara ve kapitalist düzenin en ağır özelliklerine hayır diyorlar.
İllaki insan kaynaklı sorunlar oluyor olmasına ama yine de ellerinden geldiği kadar kötü özelliklerden
kurtuluyorlar. Hatta planlar bile kurmaya vakitleri oluyor yaratıklardan dünyayı geri almak için ve
bana kalırsa diğer hayaldeki insanlardan daha da büyük bir şansa sahipler.
Sosyal deneylere ibret olacak şekilde geçekleşen ilk hayalde insanlık metroyu dünyadan
farksız görüp orada sil baştan bir dünya kurabilecekken yine o kötü özellikleri dünyadan metroya
taşıyor. İkincide ise aslında yapılması gereken şeyler yaşanıyor ve insanlık olabildiğince kötü
özelliklerinden arınıyor bedeli dünyanın nimetlerini kaybetmek olsa da kazancı asla paha biçilemez
bence. Dünyaya bakalım, bir de ilk hayal ettiğimiz metro yaşamına-hani o insanın aynı şekilde kötü
özelliklerini taşıdığı metroya-tıpatıp aynı değil mi? İnsanlık hem dünyasını kaybediyor hem de hiçbir
kazancı yok. İkinci de ise hayat adeta yeniden başladı. İnsan kendisini buldu, özünde olması gereken
şeyi keşfetti bu dünyada.
İki hayali karşılaştırınca önümüze çok kritik bir soru gelmekte. Acaba gerçekten insanlık
metroya kapansa bu iki hayalden hangisi gerçeğe dönüşürdü ? Sanki bir sosyal deney sorusu olan
sorumuza kesin bir cevabımız elbette yok. Bana fikir ve vizyon anlamında çok şey kattı bu iki hayal.
Kitabın konusunu okuduktan hemen sonra tahminler yürütmeye başladım ancak bir yandan içim içimi
yiyordu bir an önce okumalıydım ne olduğunu görmeliydim. Ancak daha okumadan bana öyle fikirlerverdi, öyle gözümü açtı ki gerçekten her aklıma geldiğinde yazarına teşekkür ettiğim ender
kitaplardan. Ancak kesinlikle tavsiye ediyorum ki kitabı okumadan bu iki hayali kurmalıyız. İnsanlığın
davranışları hakkında tahminlerde bulunduktan sonra kitabı okumamız emin olun bize çok daha
fazlasını katacak. İnsanlığı anlamamızda, onun problemlerine çözüm bulmamızda bizlere ufuk açıcı
olacak olan Metro 2033, kesinlikle tavsiye ettiğim eserlerden birisi. Dünyamız elden gitmeden
kesinlikle bu konular hakkında kafa yormalıyız yoksa kurtuluş için beklediğimiz o metro belki de asla
gelmeyebilir.
Kerem Ayöz
21501569 Section 59
|
Görkem Balyalıgil
Senin Ayak İzin
Seçim yapmak, kimi zaman kolay, kimi zaman ise içinden çıkılamayacak kadar zor
olabilen bir süreçtir. Hiç düşündünüz mü bir gün boyunca kaç defa seçim yapmak durumuyla
karşı karşıya kalıyoruz? Kimi zaman yüzlerce…Tabi ki yaptığımız seçimler her zaman bizi çok
da zor durumlara sokmuyor fakat an geliyor ki hayatımızın akışını tam tersine çevirecek,
olumlu ya da olumsuz hiçbir sonucu ön göremediğimiz durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz.
Bu noktada nedir bizi bu kararı vermeye iten? Bana sorarsanız insanın karakteridir yani öz
benliğidir seçimlerinin sebebi. Kimi güvenli, sığ sularda oynamayı tercih eder, kimi ise risk alıp
derinlerde dalgalarla boğuşmayı. İşte bu noktada doğru ya da yanlış yoktur aslında, her seçim
çeşitli sonuçlar barındırır ve bu sonuçlara katlanacak olan da yine seçimi yapan kişinin
kendisidir.
Hayatta da
insanlar Margaret
Ellis’in “The Road
Not Taken”
tablosunda olduğu
gibi kimi zaman
yalnızca iki seçenekle
karşı karşıya
kalabilirler. Bu
noktada seçim sayısı
az olsa da sonuçları
taban tabana zıt
durumlarla
yüzleşebilirler. Bu
durumda bizim
Ellis, Margaret. The Road Not Taken.2011.South Yorkshire.UK karakterimiz yani öz
benliğimiz sahip
olduğumuz bütün hayat tecrübelerimizin, geçmişimizin bir sonucudur aslında verdiğimiz
karar. Kimi insanlar sonunu görebildiği ve daha çok tercih edilmiş olan yani düşünüldüğünde
daha güvenli olan yolu seçer. Çünkü bu insanlar düşünürler ki herkes gibi olmak aslında en iyi
yöntemdir. Fakat bazı insanlar vardır ki sonunu göremese de üzerinden daha önce kimsenin
geçmediği ya da çok az kişinin tercih ettiği yolu tercih etmek ister. O insanlar bilirler ki
keşfedilmemişin, ya da daha önce yalnızca çok az sayıda kişi tarafından hissedilmiş olan
duyguların hazzı çok başkadır. Bu durum karşısında ne kadar tehlikeli olabileceğini göz
önünde bulundursalar da bu çekim gücüne karşı koyamazlar ve o sahip oldukları karakterleri
sebebiyle ucunu göremedikleri ama daha az kullanılmış yolu seçerler. Bana kalırsa daha az
tercih edilmiş olan yol çoğu zaman daha iyi bir tercih olabilir. İnanıyorum ki yapılmamışı
yapmanın insana getirdiği merak duygusu aynı zamanda insanın sahip olduğu tutkuyu da her
zaman diri tutacaktır. Bu durum da biz insanların zorluklardan dolayı hedefimizden yarı yolda
dönüp vazgeçmemizin önüne geçecek bir etmendir diye düşünüyorum.Peki ama bu noktada bu kararların doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında konuşmak
mümkün müdür? Bana kalırsa çok da mümkün değildir çünkü bu kararlar en nihayetinde
bizim içimizde barındırdığımız öz benliğimizin sonucudur ve bunu yargılamak pek de
mümkün değildir. Bana sorarsanız sen ne yapardın diye ,ben sanırım ucunu göremediğim,
çok da fazla insanın tercih etmediği yolu kullanmayı seçerdim . Bugüne kadar yaşadığım
hayat tecrübelerim bana gösterdi ki risk almak her zaman kötü sonuçlar doğurmuyor. Evet
bu durum başınızı daha da kötü bir belanın içine sokabilir ama herkes gibi olmak yerine biraz
daha farklı olmak ve bu sayede aldığınız o riskli kararın sonucunda daha önce kimsenin
yaşamadığı hazzı tatmak tarifi olmayan bir mutluluk veriyor insana. Bu konu hakkında çok
sevdiğim Semih Sayngıner’in tarafından paylaşılan bir söz vardır “Başkalarının ayak izine
basarak onları geçemezsin” işte bu söz aslında her şeyi çok net şekilde anlatıyor bence. Bir
başkasını takip etmek evet daha güvenli olabilir fakat sonuçları da diğerlerinden farksız
olacaktır ve bu durum sonucunda herkes gibi olmak bizde tarifsiz mutluluklara sebep
olmayacaktır. Bu yüzdendir ki ben herkesin sahip olduğu konfor alanından biraz uzaklaşıp
kendisi için küçük ya da büyük maceralara atılması gerektiğini düşünüyorum çünkü
inanıyorum ki bu maceralar kötü sonuçlar doğursa bile getirecekleri tecrübeler hiçbir
ortamda sahip olunamayacak değerdedir ve sonuçları ne olursa olsun bize, bizim
karakterimize fayda sağlayacağı konusunda en ufak bir şüphem yoktur.
Kaynakça
Ellis, Margaret. The Road Not Taken. 2011. Yağlı Boya. South Yorkshire.İngiltere
“Başkalarının ayak izine basarak onları geçemezsin” Semih Saygıner (TEDxAlsancak)
|
İpek Çelik
03/02/16
İnsan Ne Bekler Bu Hayattan?
2015 yılı her anlamda oldukça dolu dolu geçen bir yıldı. Tarihe geçecek birçok
olay da bu yılda yaşandı. Geçtiğimiz günlerde bir yazı gözüme çarptı. Devletlerin
savaşmak için yeterli paralarının olduğunu fakat iş yardım etmeye geldiğinde ise
çaba göstermediklerini anlatıyordu. Oldukça uzun olan bu yazıdan aklımda sadece
bu cümleler kaldı. Birçok dernek ve vakıf gerek içinde bulundukları ülke bünyesinde
gerekse uluslararası alanda faaliyet gösteriyor. Yardımlar ve bağışlarla bu faaliyetleri
sürdürüyorlar. Tüm bu çabalar devam ederken yine de eski düzen devam ediyor.
Burada benim aklıma tek bir soru geliyor. Peki insanlar ne istiyor? Alıp
veremediğimiz ne? Hep daha fazlasını istiyoruz. Elimizde ne varsa daha iyisini almak
için uğraşıyoruz. Hayatın bize sunduklarından ziyâde bizim bu hayattan ne
istediğimiz bu soruları aklımıza getiriyor.
Tüm bu uğraşın, çabanın arasında aslında görmemiz gereken birçok gerçeği
göremiyoruz. Hayatın günlük telaşı içinde kaybolup gidiyoruz çoğu zaman. Ben
hayattan ne isterim? Bu sorunun cevabı en başta huzur, sağlık belki de mutluluk
oluyor. Gerçi cevaplar soruyu sorduğum zamana göre değişse bile bu üç şey
hepimizin en temel isteği oluyor. Eğer bunlar varsa artık başka şeyler istemeye
başlıyoruz. Yani kendimize daha fazla ne istediğimizi soruyoruz. İhtiyaçlardan
bahsettiğim sanılmasın tamamen anlatmak istediğim fazla isteklerimiz. Bu konu da
ihtiyaç ve istekler arasındaki ayrımı da göz önünde bulundurmak sanıyorum oldukça
önemli.
Bahsettiğim durum tek bir kişiden başlıyor ama bir topluluk hâlinde olunca da
durum değişmiyor. En başta bahsettiğim cümleye geri dönmek istiyorum. Büyük
savaşlar ise tam da bu bahsettiğim nedenlerden dolayı ortaya çıkıyor. İnsanoğlu
daha fazlasını aradıkça işler istediğimiz gibi gitmiyor. Birçok insanın hayatıyla
kıyaslanamayacak kadar ufak bir kazanç için belki de bunca kavga hâlâ oluyor. Her
savaş derin bir pişmanlığı, onlarca acıyı da beraberinde getiriyor. En çok zararı ise
yine çocuklar görüyor. İnsan Ne ile Yaşar? Tolstoy’un beni oldukça etkileyen bir
yapıtıydı. Bir karakter şöyle dedi: “Hepsi benim olsun istedim.”(Tolstoy 49). Bu cümle
aslında herşeyi açıkça özetliyor.
TURK 102 "1Bu konuyla ilgili oldukça farklı bir bakış açısıyla ise bir hukuk dersimde
karşılaştım. Daha ilk dersimizdi ve hukukun ne demek olduğunu, hukuksal sorunların
neden kaynaklandığını tartışıyorduk. Ortaya ilginç bir bakış açısı atıldı. Aslında tüm
sorunun sahip olma duygusundan kaynaklandığını varsayabilirdik. Bir şekilde herkes
bir hakka ya da eşyaya sahip olmak istiyor ve bu elbette hukuki sorunları da
beraberinde getiriyor. Herşeye sahip olma isteği doyumsuzluğu ortaya çıkarıyor.
Birçok duygudan bahsettim yukarıda ama hepsinden önemli olan tek şey
paylaşmanın verdiği mutluluk. İnsan ister bunu vicdanı sorumluluk olarak yerine
getirsin isterse de karşılıksız olarak yapsın yinede bu yapılan paylaşım insana
sonsuz bir huzur hissi veriyor. İstek ve ihtiyaç ayrımına göre paylaştıklarımız sadece
isteklerimiz bile olsa çok şey değişir. Herkes hayattan çok şey bekler. Kimi bunları
hazır bulur, kimi kazanır kimi de talihsizce bunlara sahip olamaz. Hayat hepimize eşit
ama bazılarına daha eşit diye bir söz duymuştum. Tartışmalı ama tamamen yanlış
sayılmaz.
Belkide insan sadece elindekiyle yetinmeyi bildiği zaman ve paylaşmayı
öğrendiği zaman mutlu olur. İnsan ne ile yaşar? İnsan bu hayattan ne ister? Bu
soruların tek bir cevabı var insan tatmin olduğu kadarıyla yaşar.
KAYNAKÇA: TOLSTOY, İNSAN NE İLE YAŞAR?, İSTANBUL: ODA YAYINLARI, 8. BASKI
TURK 102 "2
|
NEŞE GÜNEŞ
21302319
HOŞ SOHBET
Sevinçlerle ve üzüntülerle geçen ömrümüzde insanoğlu olarak bizim en büyük
ihtiyacımız bu anlarımızı çevremizdeki ailemizle ve arkadaşlarımızla
paylaşmaktır.Ailemizdeki kişileri kendimiz seçemesek de dostlarımızı ve
arkadaşlarımızı zaman içerisinde kendimiz seçiyoruz.Bu dostlarımız ve
arkadaşlarımız bazen biz farkında bile olmadan kelebek etkisiyle bizim düşünce
yapımızı mutluluğumuzu ve hatta geleceğimiz etkiliyorlar.Onlarla sohbet ederken
enerjilerinden etkileniyoruz, fikir alışverişi yapıyoruz ,mutluluğumuzu paylaşıp iki
katına çıkarıyor ve üzüntümüzü paylaşıp teselli buluyoruz.Fakat bunları yaparken
bazı insanlardan iyi yönde bazılarından ise kötü yönde etkileniyoruz.Pozitif, neşeli ve
hoş sohbet bir insanla ettiğimiz muhabbet bizi psikolojik olarak iyi etkiliyor ve
hayatımıza olumlu bir şekilde etki ediyor.
Arkadaş seçmek bence yeni bir ev seçmeye benzer. Hoş sohbet ve ılımlı bir
arkadaş benim için güzel güneş alan ferah bir eve benzer.Bu yüzden benim arkadaş
seçerken en çok dikkat ettiğim şeylerden biri güvenden sonra gelen hoş sohbet olup
olmamasıdır. Amaçlarımıza ulaşmaya çalıştığımız bu yorucu okul ve iş hayatında
dostlarla ve arkadaşlarla yapılan güzel bir sohbetten daha dinlendirici başka bir şey
yoktur. Hele bir de çay içerken yapılan dedikodu bence açıklanamaz bir şekilde
insanı çok mutlu eder.Hepimiz biliyoruz ki gerçekten güzel muhabbet eden, bizi
anlayan ve gerçekten samimi olan bir dosta sahip olmak çok büyük bir şans haline
geldi.Şükürler olsun ki hayatımın değişik zamanlarında beni sohbetleriyle, esprileriyle
mutlu ve motive eden arkadaşlarım hep oldu.Ve ben inanıyorum ki bu arkadaşlarım
hem benim başarımı hem de psikolojimi hep iyi etkiledi.Etrafımıza baktığımızda da
mutlu ve neşeli insanların hiç yalnız takılmadığını, iş ya da okul ortamı ayırt etmeden
birkaç kişi bulup molalarda iki lafın belini kırdığını görüyoruz.Hem bir şeyler öğrenip
ufuklarını genişletiyorlar, hem kafalarını dağıtıp deşarj oluyorlar hem de paylaşmanın
verdiğini mutluluğu tadıyorlar.
Geçen gün annemle aramızda muhabbetin ve arkadaşlığın ne kadar önemli
olduğuyla ilgili bir diyalog geçmişti.Annem de muhabbetin insan psikoljisi için çok
önemli olduğu konusunda benimle hemfikir fakat annem artık aradığı ortamları çok
bulamadığını söyledi. Köyde doğup çocukluğunu köyde geçirmiş olan annem asıl
güzel muhabbetin köylerde olduğunu, küçük yerlerde insanların birbirini daha iyi
tanıdığını ve birbirleriyle daha çok zaman geçirdiğini söyledi. Annem küçükken
sürekli evlerinde misafirler olurmuş, yediden yetmişe herkes salonda otururmuş ve
baldan tatlı bir muhabbet dönermiş hep akşamları. Çay demlenirmiş kestaneler
sobanın üzerinde ısıtılırmış ve nerdeyse tüm köyün dedikodusu yapılırmış. Herkes
birbirini tanır nerdeyse birbirlerinin her şeyini bilirlermiş.Sadece dedikodu da değil herşey hakkında saatlerce konuşabilirlermiş.Ben bu insanları gerçekten çok şanslı
görüyorum, üç günlük dünyada belki de en doğru şeyi onlar yapıyorlar.
Kimin tarafından, nerede ve ne zaman çekildiğini bilmediğim bu fotoğraf
geçenlerde karşıma çıktı.Bakar bakmaz ilk düşündüğüm şey “Oh ne güzel! Çay ve
muhabbet.” diye düşündüm. Gerçekten samimi ve mutlu görünüyorlar
bana.Tahminimce köyden çekilmiş fotoğrafta altmış ve seksen arasında yaşlara
sahip bu iki amca oturmuşlar çay içip havadan sudan konuşuyorlar.İşleri güçleri
büyük ihtimal bırakmışlar ve çoktan evlenip çocuk sahibi olmuşlar .Hayattan pek
istekleri kalmamış hatta son yıllarını yaşıyorlar.O kadar yıldan sonra onların da
mutluluğu bulduğu yer bu fotoğrafta çok belli ; arkadaşlık ve muhabbette.
Nefes almaya devam ettikçe sohbet edin, ettirin.Güzel sohbetleri kendi
psikoloğunuz ve motivasyon aracınız haline getirin.Hatta hoş sohbet insanları bulun
ve onlarla çalışmanın yollarına da bakın.Bol muhabbetli ve kahkahalı yaşam
dileklerimle…
|
Zeynep Balioğlu
21600905 BÜYÜMEK
Çok kısa bir zaman önce daha önce kendisini sevdiğimi ve anladığımı düşünmediğim biri bana ilginç
bir soru sordu. Bana dedi ki, “Ne zaman büyüdüğünü hissettin?” Aslına bakarsanız, fazlasıyla basit bir
soru. En nihayetinde üniversiteye kısmen yeni başlamış, hayatında son zamanlarda daha farklı
sorumluluklarla yükümlü olan ve 20 yıllık kısa denebilecek hayatında ilk defa ailesinden ayrı yaşayan
bir bireyim. İdeallerim ve hayallerim olması bekleniyor. Duyuyorum etrafımdakileri. “Ne yapacaksın?
Bu okulun sonunda ne olacak?” diyorlar. “Hmm, İngiliz dili ve edebiyatı ha? İlginç bir seçim tabii ki,
yani öğretmen olursun olur biter değil mi?” Oysa ben akademisyen olmak istiyordum diye geçirdim
içimden, her seferinde. Bir gün yine aynı şey söylendi, öğretmen olacakmışım. Neden diye sordum,
neden öğretmen olmak zorundayım. Aldığım cevap her ne kadar beni üzmüş olsa da şaşırtmadı, belki
de aldığım cevaptan ziyade karşı karşıya olduğum çirkinliğe karşı hissiz olmam daha üzücüydü, inanın
artık bilmiyorum. Bana dediler ki, “ Öğretmen olursun kesin, çünkü sen bir kızsın.”
-“ Kız mı? Bunun akademik kariyerimle bir alakası olduğu konusunda sizinle hemfikir değilim.”
-“Tabii ki alakası var, her zaman vardır! Araba bile kullanamıyorsunuz!”
Bu cinsiyetimden ötürü yargılandığım, ezildiğim çoğu günün sadece bir kısmı bile değil. İlk “…ama sen
bir kızsın...” kelimelerini barındıran cümleler bana yöneltildiğinde anlamamıştım. Oturuşum, konuşma
şeklim, tavrım, sesim, ileride yapacağım işim, medeni durumum ve anne olmak istemem veya
istememem, kendimi doğuştan biyolojik olarak barındırma şansına sahip olduğum cinsel organımla
eşleştirebildiğim cinsiyetimden kaynaklanıyormuş meğer. Kadın olduğum içinmiş bütün bu bana
anlatılan imkânsızlıklar. Küçükken fark etmemiştim bunun beni ne kadar zorlayabileceğini. Tabii ki
sıkıyordu canımı, hoşlandığım çocuk bana vurduğunda o da senden hoşlandığı için sana vuruyor lafını
duymak veya çok sevmeme ve oynamak istememe rağmen bir “kız” olduğum için parçası olamadığım
basket maçları. Kız, kadın veya dişi olmak, nasıl hitap etmeyi tercih ederseniz, tanımlanma şekli
bakımından ele alındığında bırakın ikinci sınıf vatandaşlığı, insanlık olarak bile görülmüyor kimilerince.
Bunların hepsinin sorumlusu bacaklarımın arasındaki cinsel organımmış, öyle duydum, hala
duyuyorum. Görünüşe göre duymadığım bir zaman dilimi de olmayacak.
Her zaman korunması gerektiği düşünülen ve narin varlıklar olarak görülen kızlar, bir nevi hep küçük
kalıyor dolayısıyla. İçinde büyütüldüğümüz kutucuklar yaşımız ilerledikçe ve biz bir şeyleri
sorgulamaya başladıkça küçülmeye başlıyor. Kurallar katılaşıyor ve bazılarımızın umduğu, hayalini
kurduğu bağımsızlık hakkı bize tanınmıyor. Dediğim gibi, insanlıkla bağdaştırılmıyoruz her zaman,
dolayısıyla en doğal insan hakkı bize tanınmıyor. Bağımsızlık bir kadın için imkânsızlıktan da ziyade
zaman zaman kötü bir eylem olarak gösterilir. Bir kadının bağımsız olması akıl almaz bir olay gibi
görüldüğü için bazen, biz kadınlar da bunun kötü bir şey olduğu hissiyatına kapılıyoruz. Bu yazının esin
kaynağı olan Lou Andreas-Salomé tarafından kaleme alınmış Arayışlar isimli kitabın ana karakteri de
bu ikilemde kalmış. Sanılıyor ki bir kadın yeteri kadar güçlüyse ya da toplumun genel olarak çirkince
ele alış şekliyle “çirkefse”, bu tarz bir ikilem söz konusu olmaz. Fakat bu doğru değil.
Biz büyümemize, olgunlaşmamıza izin verilmezken, kendi arkamızı kolladığımızda ve sesimizi
duyurmak için ciğerimizi yırtarken, haklarımızı elimizden geldiğince savunmaya çalışırken, sokaklarda
üstümüzdeki kumaş parçasının karşımızdakine hissettirdiklerinden sorumlu tutulup öldürülürken ve
tecavüz edilirken maalesef kalıyoruz bu ikilemde. Hayatta kalabilmek mi, korkunç bir yanlışı
düzeltmek için canın pahasına savaşmak mı? Söylediğine bir hayli şaşırdığım arkadaşımın sorusuna
dönersek, bir süre sadece bir kadın olmanın ve insanların bunu mazeret görerek bana ve
hemcinslerime yaptıklarını düşündüm. Biliyordum etrafımda hayal edemeyeceğim kadar kötü şeyler
yaşamış kadınlar vardı ve ben sadece bu yıkımların kırıntılarına tanık olmuştum fakat bu bile yeterikadar korkutmuştu beni. Arkadaşım bir cevap bekliyordu. “Zeynep?” dedi. Artık cevap vermek
durumundaydım. “Büyüyemedim,” dedim. ”İzin vermediler, ama deniyorum. Hepimiz deniyoruz.”
|
Arda Eren Erdoğan
21602286
TEK KALE MAÇ
Günümüzde endüstriyel bir spora dönüşen futbolun varoluşu eskilerin deyimiyle ‘’fi’’ tarihine kadar
gidiyormuş. Homeros, Kaşgarlı Mahmut, Marko Polo gibi insanlar eserlerinde bu oyunun farklı
biçimlerinden bahsetmişler. M.Ö 2500 diyen de var, Mısır piramitlerindeki resimleri futbolun atası
sayan da. Anlaşılan binlerce yıldır insanı meşgul etmiş bu oyun.
Otla samanla doldurulan keçi derisi ve farklı sayılardaki rakip insanlarla oynanan şen şakrak eğlence
oyunu gitti. Yok artık. Yerini borsanın, paranın sloganları aldı.
İlk başlarda takımlar kaçar kişiydi? Hakem kimdi? Ödül neydi? ‘’Golll’’ atmak erkeksi bir durum
muydu bilinmez. Kapitalizmin zirve yaptığı günümüzde her ‘’golll’’daha çok borsa, daha çok para,
daha çok erkek egemen yapı ya da daha çok yaşamı ve özgürlükleri unutma, unutturma durumu.
Aklıma eski Portekiz Başbakanı Salazar’ın 3 F uygulaması geliyor. Fado,Fiesta,Futbol. Müzikle
eğlendir, dinle uyut, futbolla coştur! ‘’Ben Portekiz’i böyle yönettim’’ demiştir hazret. Laf lafı açıyor
ama futbol deyince öyle. Pandora’nın kutusu açtıkça başka şeyler çıkıyor.
Saat sekiz... Stad tıklım tıklım dolu. Kırk sekiz bin kişi seyir yerlerinde. Milyonlar televizyon
karşısında. Reklam şirketleri, futbolcu menajerleri, şirket patronları özel localarda, otel lobilerinde.
Memur Erdal bey, işçi Recep, esnaf Osman, karısı yoğun bakımda yatan beyaz yakalı Hakan derken,
herkes başlama düdüğünü bekliyor. O düdük kutsal bir düdük. ‘’İsrafil’in Sur’u ‘’ gibi kutsal. İlk ve son
düdük çok önemli. Başlangıç ve bitiş... Kurtuluş bu düdükte. Oynanan ‘’iddaa-loto’’ bahisleri kurtuluşu
getirebilir.
‘’Kartal gol gol gol’’,
‘’Ölmeye ölmeye ölmeye geldik’’
‘’Vatan , millet, futbol’’
Yirmi iki kişinin kıran kırana mücadelesi başladı. Top bir o kalede bir bu kalede. Maç çift kale. Her
ne kadar da siyah formalı takım maçı mavi formalı takımın sahasına yıksa da, çift kale maç. Siyah
takımın taraftarları çok mutlu.
‘’ Maç tek kale geçiyor, eziyoruz be kardeş’’… Ezen kim ezilen kim?
Salazar’ın 3F kuralı geliyor insanın aklına.
Siyah takımın siyahi oyuncusu beyaz arkadaşının verdiği asistle güzel bir ‘’gollll’’ attı. Bu oyuncunun
bonservis bedeli on milyon avroya yükseldi o an borsada. Goller geldikçe borsa davul zurna düğün
yapıyor.
Ölmeye ölmeye geldik, gollll diye bağıran emekli memurun aklına tek kale maç takıldı birden.
Sahada iki takım var ama, maç orta çizginin deniz tarafındaki bölümde geçiyor. Sanki bütün maçlar
böyle . Hayır, İspanya ligi, İngiltere ligi böyle değil mi? Orada borsa para yok mu? Hala gazozuna ya
da kaybeden ötekileri eve kadar sırtında taşır için mi oynanıyor?Devletler, şirketler hayır adına mı milyarlarca dolar harcıyor bu işe ? Hatta bilim adamları topun
renginden, ağırlığına, ham maddesine kadar nasıl yapılacağına özenle çalışıyorlar. Hangi kupada ne
tür bir top, hangi furbolcuya nasıl bir ayakkabı? Hepsi bilimin ilgi alanı içinde.
Galiba insanlık en çok savaş ve futbola zaman ve para harcıyor. Yoksa ikisi de tek kale maç olduğu
için mi bilinmez.
Evet hep iki kale bir top var sahada. Ama o top hep ‘’güçlü’’ olan takımın ayaklarında. Diğer takım
sadece figüran görevi yapıyor. Savaşlar da öyle değil mi?
Biz ciğerlerimiz patlayıncaya kadar bağırıyoruz. ‘’Gollll’’! Bu işe büyük sermaye koyanlar yine büyük
paralar kazanırken, kaybediyoruz. Golleri biz yiyoruz. Her yediğimiz gol bize enflasyonu,
özgürlüklerimizi, aşkımızı, doğayı unutturuyor. Son kuruşumuzu futbol endüstrisi daha çok kazansın
diye harcıyoruz. Keşke amaç gerçekten eğlence olsa.
Diyecekseniz ki yaşam zaten ‘’tek kale maç’’ değil mi? Sadece futbol mu böyle? Evet! Yaşam
kocaman bir stadyum . Peki hep seyirci olmak zorunda mı insan? Hep defansa çekilip gol yemek
zorunda mıyız?
Karar vermek bize düşmez mi? Üç F in sıkıcı çemberi içinde tek kale maçın edilgen oyuncusu olmak
zorunda mı insan?
Soruları çoğaltmak mümkün. Bol gollü maçlar olsun efendim!
Sağlıcakla…
|
Ömer Vetem
Gölgeyi Süpüren Mevsim
Sabahları insana huzur verir yağmurun etrafı sulaması. Huzurla uyanırım çiçekler her
renklendiğinde. Göçmen kuşlar döner geri, öter her sabah uyandırır hoş sesiyle. İnsanlar
sandalyelerini almış parka akın ederler çekirdek ve kolasıyla. Sohbetler şenlenir yağmurdan
ıslanan ve yeşillenen çimler. Anneler bahar temizliği yapar kokulu deterjanlarla ve renkli
bezlerle. Neşe kaplardı içimi her ne zaman çiçekleri koklasam. Ancak o mandalina ağaçları
yok mu? Parfüm gibi sokağa koku salar kendine has bulunmaz kokusuyla, işler insanın tenine
ve o hoşluğu deneyimlerler. İnsanlar artık balkonlarında yemek yerler. Çocuklar aşağıya yine
top oynarlar okuldan döndüklerinde. Boyar insanın kıyafetini ilkbahar her kapıyı çaldığında.
Çiçekler bir portre gibi dağılır her köşebaşında. Seyirci olur insanın kavgalarına,
yorgunluğuna, sevinçlerine. Eşlik eder sahile doğru yürüyen insanlara. Gençlerin
eğlencelerine, müziklerine tanık olur ilkbahar, dışa vurdurur gençlerin içindeki heyecanı,
adrenalini. O karanlıkların, iç karartıların yerini artık keyif, şenlik almıştır. Güneş artık bir ışık
olmuştur küskünlerin, mağdurların içini ilkbaharda. Her şey tersine dönmüştür artık insanın
gönül gözünde. Yağmurlar artık müjdenin habercisi olmuştur bahçelere parklara. Kalem gibi
boyar ağaçların çiçeklerini. İnsanoğlu demlenir artık her gözünü açtığında, karabasandan
uyanmışlardır artık. Tünelin sonu ışık derler ya o misali kavuşturur herkesi mutluluğa, zevke
sabahleyin. Ama ilkbaharın ışığı asla insanın gözünü kamaştırmaz. Her şeyin ortasıdır
ilkbahar; ne yaz sıcakları gibi kasıp kavurur insanı, ne de kış soğukları gibi insanın suratını
parçalar.
Cennet bahçesinde gibi olursun gezersin köşe bucak yemyeşil yerleri. Keşfedersin bütün
güzellikler, esrarengizlikleri. İyileşirsin, kendine gelirsin. Yeni bir güzelliğe adım atarsın
ilkbaharda. Yüreği bayram eder insanın her ne zaman ilkbaharda sahil kenarında
oturduğunda. Kiraz ağaçlarının rengini bulduğunda, unutuverir insan derdini, oturur çayını
içer çiçeklerle çevrili çay bahçesinde. Renkli kelebekler, arılar döner durur yürümeyi yeni
öğrenmiş çocuk gibi. Mevsimlik işçi gibi insana hizmet ederler. Dost olurlar, kardeş olurlar bu
mevsimde. Pikniğe giden insanlara arkadaşlık ederler. Yaşamı sular bir hortum gibi, şelale
gibi… Yazın ve güzel gerçeklerin habercisidir ilkbahar, kuşlara haber verir iyiliklerin, güzel
sohbetlerin ve hep beraber olmaya dair. Festivallerin ve güzel atmosferin habercisidir
ilkbahar. İnsanlar sabahları yürüyüş yapmaya başlar bu mevsimde, sanatçılar belirir her
adımda, gençler alır sandalyelerini ilkbaharda. Bir manzara bırakır her insan. Hoş bir gürültü
yayılmaya başlar sanki canlanmanın işaretiymiş gibi.
Göller barajlar dolar, insanın yüreğine su serper gece gündüz. Taze taze akar şelaleler her
gittiğimde. Yaseminlerin kokusu etrafa yayılır. Teyzeler çay ve kurabiye getirir her baharın ilk
günü. Bütün sıkıntılarımdan arınırım artık, ayna olur bana ilkbahar, tabip gibi tedavi ederbeni. Sabahları artık kuş cıvıltılarıyla, açık bulutların sesleriyle uyanırım. Tayyarelerin sesi
artık kulağa daha hoş gelmiştir. Zorlukların artık bittiği, yenilenmenin başladığı dönem oldu
her zaman. Her nefis uyanır artık, seslerini duyurur her yerden. Evlerin perdeleri artık
açılmıştır. Bağrışmalar artık müzik sesi gibi gelir kulağıma. Esnafları her bahar gördüğümde
Güleryüzleri benim için bir yoldaş olmuştur her ilkbahar sabahı evden çıktığımda. Selam
verirler, çay ikram ederler o güzel ve eski esnaf çarşısında. İlkbahar insanı güldüren en güzel
mevsim.
Uçurtmalar uçururduk ilkbaharda, o zaman çok küçüktüm ama o güzelliği hissedebiliyordum.
Hiç unutmam o günleri her ilkbahar günü ormana her gittiğimde. Oyunlar oynardık
arkadaşlarımla okulun her düzenlediği piknik gününde. Amcalar yakardı ateşi, pişirirdi etleri.
Paylaşırdık bütün yemeğimizi, sevgimizi, anılarımızı. Geriye dönüp baktığımda değerini şimdi
anlıyorum ilkbahar günü. Ramazan günleri olurdu ilkbahar mevsiminde, iftarı sahilde ve sade
bir hava eşliğinde. Hiçbir şeye değişmem o aldığım tadı ve sohbeti. Ezanların sesi ise farklı
gelirdi iftarda. Resmini çizebilseydim o günlerin, şüphesiz bütün ömrümü o zamanları
çizmekle adardım.
KAYNAKÇA: JULİA TİMUR (DAĞLARDA İLKBAHAR) (2010) RESMİ.
|
Cihangir Altuğ Taş
Hayatta Kalma Rehberi
“Kelime: Kelime acıtır. Hacmi, ağırlığı, dokusu vardır. Tene değer ve keser. Öldürebilir
de.” (Bekiroğlu, 2014) diyor Nazan Bekiroğlu. 20 yaşına basmama birkaç ay kala vücut imajı
ve beni ben yapan psikolojik temellerimle uzun bir savaşın sonuna gelmiş bulunmaktayım.
Hayal gücü geniş bir çocuktum. Düşünürdüm. Hatta gereğinden fazla düşünürdüm.
Çevremdekilerin herhangi bir hareketi hakkında bin bir türlü hikâyeler uydurabilirdim. Gün
geliyor kocaman, meraklı gözlerle baktığınız dünyada hayatta kalabilmeniz bile bir sorun teşkil
ediyor. Kafanızı kurcalayan onca soruyla baş edebilmek için çeviriyorsunuz kafanızı bir
yerlere. Kendinize çeviriyorsunuz. Masallar okuyarak büyümüş biri olarak kendime bir gün o
ürpertici soruyu sordum. “Her gün bir yazar tarafından hayatının hikâyelendirildiğini düşün ve
dinle, böyle bir kahraman olmak ister miydin?”. Kendimi böyle bir soruyla karşı karşıya
bıraktığım için kendimle övünebilirdim ancak olaylar böyle gelişmedi. Çünkü cevabım “Hayır”
idi. Bu cevabı vermemin asıl sebebi kesinlikle türlü türlü maceralar yaşamamak veya önemli
başarılar elde edememek değildi. Kelimelerle yontmamıştım kendimi. İçimdeki beni ben bile
tanımıyordum. Yazara malzeme verememiştim ki…
İntihara sürükleyen bir boşluk bu… İnsan kaybettiklerinin acısını çekermiş hep. Yalan.
Kendimi bulamamışken onun acısını çekmek de neyin nesi o zaman? Var olmayanların acısını
yaşamak da benimkisi. Daha sonra zaman geçti. 12-13 derken kendimi ergenlik yıllarımda
buldum. Duygular ve fikirlerimin derinliği yaşadığım boşlukla birleşince kendime bir rehber
edinmek zorunda kaldım. Bu, aile üyelerinden veya arkadaşlarından birini örnek almak gibi bir
rehberlik değil. Kapkaranlık ve soğuk bir labirentte tek başına çıkış bulmak gibi. Ama
unutmamalıydım, her yol benim yolum olabilirdi ve her kapı benim çıkışım olabilirdi.
Savrulmadan yolunu bulabileceğin bir yola rehberlik etmek zorundaydım. Kendimin rehberi
olacaktım. Hayatta kalma rehberi…Cihangir Altuğ Taş
Hâlâ tecrübelenmekte olan yegâne mirasım; özgüvenim… Dünyaya iz bırakan
insanların yolu her zaman özgüvenden geçmiştir. Birilerine meydan okuyun demiyorum.
Kendinize meydan okuyun. Bir yerlerde size “Bunu yapamazsın. Bırak başkası yapsın.” diye
kesin uyarılar veren bir ses var. Kabul etmeliyim ki ilgi ve yeteneklerinizi göz önünde
bulundurmak, bir şeyi yapabilenlerin yapmasını sağlamak bir özveri göstergesidir. Ancak
denemek zorundasınız. Hayat felsefesi size ışık tutan insanlar yapıklarını deneyerek
tökezleyerek öğrenerek bunu yapıyor. Özgüven, bir gün herkesten iyi ertesi gün ise dünyanın
en gerekmeyen baloncuğu olduğunu söyleyen hislerden uzaklaşmanı sağlayacak, yürüyüşüne
bile bir cazibe ve ilgi katacak, ölü, görünmez gibi hissetmeni engelleyecek ve sonunda önemli
biri olduğunu anlayacaksın.
Konuş ve yaz. Nasıl hissettiğini, neleri kafayı taktığını, neyin sana iyi/kötü geleceğini
hiç vakit kaybetmeden not al. Sesli konuşurum ben. Hata yaptığımda itiraf ederim birden
yüzleşirim kendimle: “Hata yaptın. Bunu düzeltmek için ne yapmalısın şimdi onu düşün.”. 17
yaşındaki benle konuşurum. Yaşadıklarından, acılarından ders çıkarırım. Daha sonra onları 30
yaşındaki bana anlatırım. Ne yapmalı, ne yapmamalı ya da ne yapmış olmalı. Hedefler zinde
tutar. Her gün oku. Her şeyi oku. İlham kaynakları edinmekten asla çekinme. Belki bir ağaç,
yazar, kitap, yemek… Her şey ilham kaynağın olabilir. Benim ilham kaynağım sonbahar ve
şarkı sözleridir mesela. Kendinle sosyalleşmen gerektiği gerçeğini asla unutma. İlham
kaynaklarından aldıkların kendinle sosyalleşirken içinde şekillenecek. “Sonunda, somut bir şey
oluyor içimde!” diyeceksin. Yalnızlığın hariç her şeyi paylaş. Yalnızlık korkusunu aklından bir
an önce çıkar. Teknolojik aletlerden uzak kendine en az yarım saat vakit ayır. Düşün, şükret,
teşekkürü dualardan asla eksik etme. Rüyalarına da etki edecek bu. Yoğun ve hareketli rüyalar
güne daha yorgun başlatır beni. Her şeyden herkesten uzak vakit ayırabilmem bu rüyalardan
uzaklaşmamı sağladı. Bunu denemelisin!Cihangir Altuğ Taş
Hayatta kalma rehberimin en sevdiğim sözlerinden biridir “Böbürlenme, kibirlenme,
abart, çoğalt, parlat…”. Korkmaktan korkma. Duygularını tanımla. Vücudunla bütünleş. Vücut,
nasıl bir mikropla karşılaştığında pasif bir direniş başlatıp aynı mikrop ile ikinci bir
karşılaşmasında dirençli davranıyorsa duygularını tanımlamak sana aynı direnci aşılayacaktır.
Olaylar karşısında neler hissettiğini belirle. Kendi sözlüğün olsun bu rehberde. Böylece
beklemediğin bir zamanda beklemediğin bir olay yaşadığında ruhun olması gerektiğinden daha
kararlı davranabilecek. Duygularına ve bilincine sahip çık. Onlar seni insan yapan temel ögeler.
Bu yolda insanlarla sağlam temelli bağlar kurmaktan kaçınmamış olacaksın. Üzülmek bile bir
süre sonra eğlenceli gelmeye başlayacak. Sindirmiş olacaksın hislerini. Her duygunun bir geçiş
evresi, her geçiş evresinin de sadece bir süreçten ibaret olduğunu anlamış olacaksın.
Yazımın başında da bahsettiğim gibi, her birimizin kendine ait bir yolu var. Rastgele
sapmalar, yavaşlamak gerekirken koşmak veya tam hızlanacağın sırada geri adım atmak bu
yolu çekilmez kılar. Boşluklar oluşur içinde. Ardından yitip giden ümitler, gerçekleştirilememiş
hayaller… Bu boşlukları doldurmak senin elinde. Kelimelerle doldurun o boşlukları. Canınız
yanacak belki ama hayatın başkaları tarafından gösterilmeyen gerçeklerini görünce “iyi ki”
demekten başka elinize bir şey geçmeyecek.
Kaynakça
Bekiroğlu, N. (2014). Kelime Defteri. İstanbul: Timas Yayınları.
|
Asrın Yaylacı 1
Esaretin Bedeli
Mahkûmlar hakkında söylenmesi âdet haline getirilmiş ve benim işitmekten büyük
keyifsizlik duyduğum birtakım kalıplaşmış tümceler vardır: Onlar bir daha güneş ışığını
göremeyecek, mevsimlerin değişimine tanıklık edemeyecekler! Kanımca bu tümceler hür
insanlar üzerinde oldukça ilgi çekici bir şekilde tesir eder. Böylelikle insanlar mahkûmlara karşı
korku ve belki de nefret duymanın yanında güçlü bir acıma duygusu da hissederler. Eh, bu
duygunun yersiz olduğunu söylemek bayağılık etmek olur. Zira dağların, tepelerin, binaların
ardından yükselen ve bu düzeni hiç aksatmadan sürdürmeyi düstur edinmiş olan güneşi bir daha
göremeyecek olmak hepimizin yüzümüzü buruşturmamıza ve bunu hayal dahi etmemizi
imkânsız bulmasına sebebiyet vermez mi? Peki ya mevsimler? Bir yaprağın gün geçtikçe halden
hale girmesini göremeyecek olmak aldığımız her bir nefesi anlamlı bulmaya yeter mi?
Stephen King ve Frank Darabont gibi başarılı isimlerin senaryosunu yazdığı Esaretin
Bedeli adlı filmde birçok kişinin önem vermediği fakat beni her izleyişimde derin hüzne boğan
bir sahne vardır. Mahkûmlar ağır koşullar ve öfkeli gardiyanlar eşliğinde aynı rutini
sürdürmek zorunda bırakılırken bir gün onlara açık havada, hapishanenin çok uzaklarında
yapılacak bir iş için gönüllülere ihtiyaç duyulduğu söylenir. Aslında verilen işin öncekilerden
pek de bir farkı yoktur. Hatta öncekilere kıyasla daha da fazla fiziksel güç gerektirmektedir.
Buna rağmen haberi alan mahkûmlar gönüllü olmak için âdeta birbirleriyle yarışırlar. Onların
umursadıkları şey ne iş ne de bunun sonucunda duyacakları müthiş kas ağrılarıdır. Bütün
bunlardan uzak, tek ve basit bir sebep bütün bu kalabalığın pür dikkat kesilmesine ve
bağrışmaların arasında kendi isimlerini umutsuzca haykırmalarına yol açabilir: Yeniden
güneşi görüp rüzgârı tenlerinde hissedebilmek!
Özgür insanlar ile mahkûmlar arasındaki çizginin giderek önemini yitirdiği, hatta yok
olduğu kanısındayım. Çoğu kez aslında yer değiştirmiş olduğumuzu bile düşünürüm. Bu
düşüncelerime sebebiyet veren soru aslında hür bireyler olarak günlük yaşantılarımızdaki
davranışlarımızdan kaynağını alır: Mahkûmların “dışarıdaki hayat”ı görme fikrinden
duydukları sarhoşluğu özgür bireyler olarak bizlerin algılayabilmesi mümkün müdür? Yoksa
bu çoktan bizim hayatlarımızın da bir parçası haline gelmiş olabilir mi?Asrın Yaylacı 2
Bunu iyi kavrayabilmek için günlük yaşantımıza şöyle bir bakmamız yeterli olacaktır.
Her gün kendimizi hapsettiğimiz işyerimize, okulumuza gidebilmek için bir yığın kargaşanın
arasından geçmek durumunda kalırız. Bu kargaşaya trafik, toplu taşımadaki olağan bir kavga
yahut zamanında yetişemeyecekleri için hayıflanan insanlar sebebiyet veriyor olabilir. Bütün
bunları aşıp günlük rutinlerimize, katı âmirlerimize ve disiplin aşkıyla yanıp tutuşan
öğretmenlerimize yeniden kavuşabilmek adına adeta birbirimizle yarışır, vaktinde varabilmek
için hiç durmadan çabalarlarız. Bu süreçte yanlarından öylece geçip gittiğimiz ve bizleri esas
mutlu edebilecek şeyleri, mesela havanın ne kadar güzel, rüzgârın ne kadar nazik estiğini, dün
yemek istediğimiz tatlının pastanecinin maharetli elleri arasında şekillenmekte olduğunun
farkına bile varmayız. Çünkü ne güneşi ne rüzgârı ne de hayata ilişkin küçük detaylara
ayıracak zamanımız vardır. Tatil zamanını iple çeker, güneşin altında tembelce yatacağımız
günlerin hülyasına dalarken belki de parmaklıkların ardındaki bir mahkûmla aynı düşe sahip
olduğumuzu aklımızdan hiç geçirmeyiz. Bir kutudan diğerine geçer durur, ancak bir
mahkûmun penceresinden görebileceği kadarıyla dünyayı görüyor olmanın katlanılamaz
anlamsızlığının farkına bile varmayız.
Hayatlarımız masmavi gökte parlamakta olan güneşi tenimizde hissetmek, sebepsizce
yüzümüze sıcak bir gülümseme yerleştirmek ve bu anlamsız koşuşturma içerisinde sıradan bir
piyon olmanın ötesinde hayaller kurmak için kısa değildir. Fakat ardında yaşamakta
olduğumuz parmaklıkları aşıp kendimizi aslında olduğumuz hür insanlar haline getirmedikçe
hatalarının bedellerini ödemekte olan bir mahkûmdan farksız olacağız.
Umulur ki her birimiz bugün pencerelerimizi ardına kadar açıp temiz havayı içimize
çekerken kendimize ısmarlamış olduğunuz o tatlıyı yiyor, hayatın değişmez gibi gözüken düzeni
içinde zincirlerini kırmış hür bireyler olarak yaşıyor oluruz! Çünkü esaretin bedeli daima
taşıyabileceğimizden çok daha ağırdır.
KAYNAKÇA
Darabont, F. (Yöneten). (1995). Esaretin Bedeli [Sinema Filmi].
|
Alperen Tercan
İnsan Cinsinden Denklemler
Yine mülteciler konuşuluyor tüm dünyada ve Türkiye’de. Aklı alametifarikası edinmiş Batı
hesaplamalara girişti köşeye sıkışınca. Şimdi karmaşık denklemler yazıyor bilinmeyeni insan cinsinden.
Hesapların sonucunda anlaşılacakmış kaç insanın ölümden kurtulmaya hakkı olduğu. Aklımız ermiyor tabii
büyüklerin işine, ama soruyoruz yine de çocukça: Denklemin öte tarafında ne var, insanların hayatı ile
karşılaştırılabilecek kadar önemli olan nedir? Cahilliğimizi yüzümüze vururcasına cevap veriyorlar, biz de biraz
böyle basit bir şeyi bilmemenin mahcubiyeti ile biraz da yeni bir şey öğrenmenin mutluluğuyla teşekkür edip
ayrılıyoruz. Biz de başlıyoruz hesaplamalara, ama bir aksilik var. Birimler tutmuyor birbirini. İnsan cinsinden
çıkıyor bir taraf öteki ise Euro cinsinden. Hocamıza nerede hata yaptığımızı sormak için öteki “zirve” yi
beklerken boş durmayalım deyip Lucette Valensi‘ nin kitabına uzanıyoruz. Güncel konulardan bahsediyor:
Avrupa’daki Müslümanlar, bunların toplumdan dışlanmaları gibi. Sonra İspanya’ dan sürgün diyor. Bir an
duraklıyor, neden sonra kapağa bakmayı akıl ediyoruz: Avrupa'da Müslümanlar 16.- 18. Yüzyıllar. Kıvılcım gibi
bir soru çıkıyor ağzımızdan: Eskiden de mi? Sonra bir kandilin fitili alev alıyor aklımızda, yağ yerine çayla
besliyoruz ateşini.
Mesele insan ya da Euro değilmiş meğer. Bu terazi hiçbir zaman düz zemine konmamış ki anlayalım ne
taraf ağır basıyor. Hep nefretin, öfkenin, düşmanlığın sarp yokuşlarında duruyor terazi. Bundan dolayı insan
kefesi havada kalmaya mahkûm. Refah meselesi bile sırf “Boş kefe nasıl ağır basıyor, baba?” diye soran masum
sabiye verecek cevabımız olsun boş durmasın diye konulmuş karşı kefeye. Hepsi bahane aslında. Eski
zamanlardan beri bir türlü aşılamamış aradaki uçurumlar. Kimisi sadece nefret duymuş içinde, sürmüş çıkarmış
Müslümanları düşmanca. Bazısı ise açıkça düşmanlık hissetmemiş, ama inanmamış da Hristiyan olmayanların o
topraklara uyum sağlayabileceğine, fazlalık görmüş onları. Tehdit görmüş, ur görmüş. İşte şimdi yine karşı
kefeyi dolu göstermek istiyorlar başkalarına ve kendilerine. Şaşırmayın, tabii ki kendilerini de kandırmak
istiyorlar. Refah diyorlar, toplumsal barış diyorlar, güvenlik diyorlar. Yoksa ayağı sıkışmış köpeğe
kıyamayanlar, insanların sefalet ve açlık bataklıklarında boğulmalarına nasıl göz yumabilir? Bunları düşünürken
ulak acı bir haber getiriyor. Fransa’da 100’ den fazla “insan” hayatını kaybetmiş, bir hiç uğruna. Ve şeytanı
görüyorum hayal âleminde el bağlamış, selamlıyor bu işi yapanları ve alkış tutanları. Birkaç saat içinde
anlaşılıyor ki teröristler sadece Paris’ teki insanları değil, Halep’ ten, Trablus’tan kaçmaya çalışanları da
öldürmüş. Hatta artık Avrupa’ ya eskiden yerleşmiş olanlar da rahat olamayacak muhtemelen. Hakikate
açılmasına ramak kalmış gözler yeniden kapanacak.Son sözüm de bize. Biz ne zaman unuttuk yardım etmeyi? Yardımın ne olduğunu? İnsanlarla
konuşuyorum, insanlar duyuyorum. Yardım ediyoruz ama bize ne faydası olacak diyenler var. Biz onlara yardım
ettik ama onlar hâlâ minnet duymuyor diyenler, zaten ülkenin ekonomisi yeterince iyi değil bir de bunlara
yardım ediyoruz diyenler var. Buna yardım denir. Karşılığında bir şey beklenmez. Bir teşekkür bile olsa eğer
beklentiye giriliyorsa o artık ticaret olmuştur. Elbette yardım edilenler nankörlük etmemeli. Ama orası bizim
meselemiz değil ki. Ayrıca biz atalarımızdan yarım ekmeği bölüşmeyi, kendimiz aç yatıp misafiri doyurmayı
öğrendik. Kabul, mantık yok bunlarda. Ya da asıl mantıklı olan budur, belki. Ütopyaların anahtarları saklıdır
burada. Kim bilir, bu yüzden çok uzak belki de ütopyalar bize. Sözlerim yanlış anlaşılmasın. Elbette, güvenlik
önlemleri alınsın, yardımlar etkili kullanılmaya çalışılsın, diğer ülkelerin de ellerini taşın altına koymasına
uğraşılsın… Daha yapılabilecek ne varsa yapılsın. Ancak son adım atılırken insan hayatının karşısına başka
hiçbir şey koyulamayacağı unutulmasın. Zaten terör insan hayatına rağmen bir şey yapmak değil midir aslında?
|
Kamil Kaan Erkan
AMERİKA MACERAM
Bu sene neredeyse bütün yaz Amerika'daydım. Büyük ihtimalle daha önce duymuşsunuzdur bu
izlenceyi. Genelde üniversite öğrencilerinin yazın para kazanmak ve kazandığı parayla gezebilmek ve
aynı zamanda da dillerini geliştirebilmek için katıldığı bir izlence (Work & Travel). Sene içinde ilk
arkadaşım ortaya attı bu Amerika’ya gitmek fikrini. Beraber gidersek ne kadar eğlenceli
olabileceğinden bahsetti. Fakat daha sonra bazı sorunlardan dolayı vazgeçmek zorunda kaldı.
Arkadaşım vazgeçtikten sonra da başlarda ben de vazgeçmeyi düşündüm. Çünkü neden
vazgeçmeyeyim ? Bütün yaz boyunca evimde rahatça yatma, istediğim zaman uyuyup istediğim
zaman uyanma şansım varken neden bütün yaz boyunca çalışmayı tercih edeyim ki ? Fakat daha
sonra düşündüğümde tam da bu yüzden katılmam gerektiğine karar verdim. Her zaman rahatı tercih
etmemek ve gerektiğinde zorluklara katlanabilmek. Çünkü neredeyse bütün hayatım boyunca her ne
kadar mantıklı hareket etmeye çalıştıysam da genel de duygularımın etkisinde kalarak hareket
etmiştim ve zor karşısında kolayı tercih etmiştim. Mesela en basitinden; sınavların yaklaştığı
dönemlerde ders çalışmayı sürekli ertelemek ve sınavdan bir iki gün önce çalışmaya başlamak ya da
verilen ödevleri sürekli ertelemek ve zamanında yetiştirememek gibi. Hatta bu yüzden geçen dönem
boyunca insanların gerçekten özgür iradesinin var olup olmadığını düşünmüştüm ve bununla ilgili bir
yazı bile yazmıştım. Çünkü o zamanlar, insanların özgür iradesinin olmadığını, yani insanların
davranışlarının aslında kendi denetiminde olmadığını ve her ne kadar davranışlarını değiştirmeye
çalışırlarsa çalışsın davranışlarının değişemeyeceğini düşünüyordum. İnsanın, aslında hayatı boyunca
edindiği tecrübelerin bir bütünü olduğunu ve davranışlarının nedeninin altında da bu edinilen
tecrübelerin yattığını ve bu yüzden, kendimi değiştirmek istersem bunun ancak yeni tecrübeler
edinerek mümkün olacağını düşünüyordum. Demek istediğimi özgüvensiz bir bireyi düşünerek daha
rahat anlayabilirsiniz. Zamanında insanların kendisine kötü davranmasından dolayı -yani insanlarla
ilgili kötü tecrübeleri olmasında dolayı- kendisine olan güveninin azalması ve davranışlarının buna
göre değişmesi ve bu yüzden, toplum içinde rahat konuşamaması, insanlarla zor samimiyet kurması,
dışarı çıkmak yerine evde kalmayı tercih etmesi gibi. Bazı insanlar, bunların bireyin kendi tercihini
olduğu -yani özgür iradesi olduğunu- söyleyebilir ancak asıl olan, bunlarının bireyin edindiği
tecrübelerin sonucu olmasıdır. Daha önce edindiği kötü tecrübeleri tekrar tecrübe etmemek için
içgüdüsel olarak bu olaylardan kaçınmasıdır. Benim durumumda ise bu zorluklardan ve
başarısızlıklardan kaçınmaktı. Bu yüzden -içgüdüsel olarak- ders çalışıp da sınavda başarısız olup
kendimi başarısız birisi gibi görmektense, ders çalışmadan sadece sınavdan başarısız olmayı tercih
ediyordum diyebilirim. Çünkü hem ders çalışmamak daha kolaydı -böylece zorluklardan
kaçınabiliyordum- hem de ders çalıştığım halde başarısız olma gibi bir durumla karşı karşıya
kalmıyordum -girmediğiniz bir yarışı kaybedemezsiniz-. Evet, kulağa biraz saçma geldiğinin
farkındayım ancak durumum buydu. Bu yüzden de bu izlenceye katılmam gerektiğini, çünkü bunun
benim için bir sosyal deney olacağını düşündüm. Bu sosyal deneyle insanların gerçekten kendi
davranışları üzerinde ne kadar etkisi olduğunu, insanların kendi sınırlarını ne kadar
zorlayabileceklerini görebilecektim. Ayrıca bunun yanında hayat tecrübesi edinmem için iyi bir şans
olduğunu düşündüm. Çünkü bana göre hayattaki en önemli şeylerden birisi de hayat tecrübesiydi.
Hayat tecrübesini, size hayata karşı bağışıklık kazandıran bir aşı gibi düşünün. Çünkü hayat tecrübesi,
hayata karşı daha güçlü ve dayanıklı olmanızı sağlar. Bunu, vahşi doğada yaşayan aslanlarla hayvanat
bahçesinde yaşayan aslanları kıyaslayarak ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Bu yüzden -eğer
kendimi geliştirmek ve hayat tecrübesi edinmek istiyorsam- hayata balıklama atlamam gerektiği, ilkKamil Kaan Erkan
başta her ne kadar soğuk gelse de zamanla alışacağımı biliyordum. Eğer balıklama atlamasaydım belki
de hâlâ bu izlenceye katılmayı erteliyor olabilirdim.
Oraya gittikten sonra ne oldu ? Neler değişti ? Deneyim beklediğim gibi sonuçlandı mı ? Öncelikle
şunu söylemek istiyorum. Ben bile bu kadar bu kadar dayanabileceğimi düşünmüyordum. İlk işim, bir
restoranda garsonluktu. Şehirden epey uzakta ve eyaletler arası yolda olduğu için burası genelde
tatile giden ya da tatilden dönen ailelerin uğradığı bir yerdi. Kaldığım yere de oldukça uzaktı. Bu
yüzden, her gün neredeyse 16-17 kilometre yolu bisikletimle gitmek ve bu mesafeden dolayı da her
gün sabah 06.00'da kalkmak zorundaydım. İlk başlarda her gün bu kadar yolu gelip gidemem ve bu
kadar erken kalkamam diye işimden ayrılmayı ve daha yakın bir yerde iş bulmayı düşündüm. Fakat
daha sonradan buraya asıl geliş nedenim zaten bu olduğunu, bu yüzden kendimi zorlamam
gerektiğini, zorluklardan kaçmamam gerektiğini ve ancak korkumla yüzleşerek bu sorunumu
aşabileceğimi hatırladım. Her gün, "Bugün işteki son günüm, bugün kesin ayrılıyorum." diyerek işe
gittim ama işimden ayrılmadım. Hatta daha sonra başka bir yerde daha -bir pastanede- iş bulup orada
da çalışmaya başladım. Her gün 15 saate yakın çalışıp 5 saate yakın uyudum. Bir de üstüne 22-23
kilometreye yakın yol gittim. Doğal olarak da epey zayıfladım. Ancak, bu kadar yoğun çalışmama
rağmen halimden memnumdum. Çünkü istediğim zaman zorluklara dayanabileceğimi, her ne kadar
davranışlarımı değiştirmek zor olsa da sürekli kendimi zorlayarak ve korkularımla yüzleşerek
davranışlarımı değiştirebileceğimi öğrenmiştim.
Bir gün içinde yaptığım en fazla mesafe.
|
MEHMET ARDA NANE
21300706
TURK 102-22
GEORGE ORWELL-KİTAPLAR VE SİGARALAR
EDEBİYAT KAÇ PARA EDER?
Bu yazıda George Orwell'in “Orwell,George.Kitaplar ve Sigaralar.London:Tribune,1946.”
adlı denemesi dönemin politik çalkantıları da göz önünde bulundurularak ortalama bir insan
hayatında kitapların mı yoksa sigaraların mı daha değerli olduğundan bahsedilecektir. Yazar bu
denemeyi yazdığı dönemde yani günümüzden yetmiş sene öncesinde insanların ve toplumların
kitaplara bakış açısını kitaplarla kıyaslayarak hangisinin daha çok önem taşıdığını vurgulamaya
çalışmıştır.
İlk olarak, insanlar günlük hayatlarında kitap okumayı, satın almayı, bir koleksiyon yapmayı
hobi olarak görmektedirler ve hobi de standart bir insan yaşamı için lüks gözükmektedir. Bundan
ötürü kitaplara ayıracak parası yoktur insanların. Aslına bakılırsa her kitap da o kadar pahalı
değildir; fakat insanların böyle bir alışkanlığı olmadığı için bir kitap okumuş olmanın onlara
katacağı manevi değerle ilgilenmiyorlardır. George Orwell de tam bu konuda insanların hayatında
sigaranın ne kadar vazgeçilmez olduğunu ve kitaplara kıyasla her zaman daha ön planda
tutulduğunu göstermeye çalışmıştır. İnsanlar sigaraya harcadıkları parayı bir lüks veya kayıp olarak
görmemektedirler; çünkü sigara onlar için artık temel bir ihtiyaca dönüşmüştür. Belki de her gün bir
paket aldıkları sigaraya verdikleri para kitaplardan çok daha fazladır; ama bunu göz önünde
bulundurmazlar. Ayrıca kitaplar sigaradan daha uzun sürede tükenirler hem maddi hem manevi
olarak. Bunun kanıtı ise bir kitabı okuyup bitirdikten sonra onu rafa kaldırıp başka bir zaman
diliminde yeniden gözden geçirebilirsiniz; ama bir sigarayı içip bitirdikten sonra onun izmaritini
yere atarsınız, ayağınızın ucuyla ezersiniz ve bir daha yüzüne bakmaya şansınız olmaz. Bununla
beraber sigaranın insan sağlığına verdiği zarar da yanında cabası. Nitekim bundan yetmiş yıl önce
sigaranın zararları hakkında toplum çok fazla bilinçli değildi ve filmlerde, gazetelerde veya günlük
hayatta çok tüketilen bir madde olduğu için kitaplara bir türlü sıra gelmemekteydi.
Genel olarak eleştirilere tabi tutulmakta olan edebiyat olgusu toplum tarafından dışlanmaya
maruz kalmaktadır; çünkü bu sanat türü ihtiyacın aksine bir lüks olarak insan hayatında damga
vurmaktadır. İnsanlar ortada bu kadar acımasız gerçekler varken, yaşam şartları zorken bunlardan
edebiyatla kurtulamayacklarının farkındadırlar. Bundan ötürü de edebiyatı hep bir köşeye itmeye
çalışırlar. Edebiyatın lüks olması gerçeği onun “Sanat, toplum içindir.” anlayışına ters düşmektedir.
Böyle bir durum söz konusuyken sadece boş vakti ve çok parası olanlar sanatla uğraşır diye bir kanı
çıkmaktadır. Bunun sonucunda ise “Sanat, sanat içindir.” olgusu gün yüzüne çıkmaktadır. İnsanların
cehaletle savaşmaya çalışmayıp da sadece tekdüze bir şekilde hayatlarını sürdürüp kitaptan uzak
kalmaları onları sadece kitapların verdiği bilgilerden mahrum bırakmaz. Ayrıca onların kendilerini
geiştirmeye çalışmadıklarını ve bir ot gibi yaşadıklarını gösterir. İlginçtir ki, insanlar kitaplara para
harcamazken giyim kuşam, teknoloji, kozmetik gibi alanlara harcadıkları paranın belki de çeyreği
kadar olan kitap parasını vermeyi çok görmektedirler; çünkü hayatlarında hiç denemedikleri ve
okumanın nasıl bir haz olduğunu bilmedikleri için bunu göz önünde bulunduramazlar. Günlük
hayatta o kadar gereksiz, değersiz sırf moda diye birçok şeye para harcayan insanlar bu tarz
meseleler için para buluyorlar da nasıl konu kitaplara geldiği zaman fakir oluyorlar parasız
kalıyorlar bunu anlamak gerçekten çok güç. İnsanların yapmış olduğu bu tezat ne yazık ki toplumu
eğitimsel açıdan belli bir düzeyin üstüne çıkaramıyor.
Sonuç olarak, yazarın yaptığı bu hesap kitapta çıkan sonuç kitaplardan yana olmasına karşın
insanlar bunu yine de anlamayacaklardır; çünkü zaten George Orwell yaptığı bu tespiti de bir kitap
haline getirmiştir. Herhangi bir kitap alıp okumayı bilmeyen insan, gelip de bu yazarın bu kitabınıalmayı düşünemez bile. Bu durum sonuncunda ise insanların bu konu karşısında farkındalık
kazanmaları imkansız hale gelmektedir. Olay sadec yazarın anlattıklarından ibaret değildir ne yazık
ki; çünkü onun da anlattıklarını değerlendirebilmek için onun yazığı kitabı alıp okuak ve bunun
üstüne konuşmak gerekir. Bu farkındalığa ulaşmak ne yazık ki kitap okumadan mümkün
gözükmemektedir.
|
Ecem YILDIZ
Aşkın Gücü
Gece olduğunda şehirlere uzaktan bakmak iyidir bazen. Kalabalıkta kaybettiğin benliğine
geri dönüş, rahatlamadır benim için şehrin ışıkları. Her bir ışık düşüncelerini aydınlığa çıkarmak
için var sanki. Aynı yıldızların altında, aynı gökyüzüne bakan o kadar çok yalnız insan var ki
birbirinden habersiz. Birbirlerinin yanından geçen ama birbirlerini fark etmeyen insanlarla dolu
sokaklar. Kalabalık ortamlarda, yoğun iş temposunda, şehrin gürültüsünde unutulmaya yüz
tutmuş bir duygu var içimizde, dışarı çıkmayı bekleyen. Kalbimizin bir köşesine gizlenen ama bir
o kadar da kendini göstermek isteyen bir duygu bu. Hayata pembe gözlüklerimizi takarak
bakmamızı sağlayan, yüzümüze anlamsız bir sırıtma yerleştiren, hatta midemizin içine kelebekler
doluşturan bu güzel duygunun adı aşk. Küçükler tarafından abartılan, büyükler tarafından
küçümsenen bir duygu olduğundan gerçek aşkı tadabilenlerin bir ya da iki elin parmaklarını
geçmeyeceği bir dünyada yaşıyoruz maalesef. Somurtkan yüzlerin dünyasında kaybolmuş
küçücük bir sevgi kırıntısı bulabilen şükrediyor haline.
Aşk fazlasıyla yer etmiştir dilimizde. Farkında olmadan aşk kelimesini fazlasıyla kullanırız,
ne söylediğimize önem vermeden. Hâlbuki çok derin anlamları taşır aşk kelimesi sözcüklerde.
‘Aşkın yaşı olmaz’’ sözünü söyleriz mesela. Olmuyor gerçekten, aşk yaşa bakmıyor. Arada
yetmiş yaş fark olsa ne yazar? Aşka olan inançların azaldığı bir dönemde aradaki yetmiş yaşın bir
önemi kalmıyor. Ruhi Mücerret’e bu yüzden büyük bir saygı besliyorum çünkü önemli olan aşkı
gerçekten yaşayabilmek, onu en derinde; kalbinde hissedebilmektir. Aşk öyle bir duygu ki
sıkıntıları göz ardı etmemize yardımcı oluyor. Gözümüzde büyüttüğümüz işler, gereksiz ve
çabucak girdiğimiz depresyonlar bir bulut misali kayboluyor küçük ama etkili bir duygunun
arkasında. Gerçek aşkın bir lütuf olduğu şu dönemlerde, kalbimizde gizlenen bu duyguya sıkı sıkı
sarılmalı ve asla bırakmamalıyız. Hiçbir duygu kırıntısına hayatında yer vermeyenlerin
çoğunluğu oluşturduğu bir dünyada aşkı yaşamak mutluluğun da kapısını açıyor ama ne yazık ki
kimse aşkın bu gücünü göremiyor.
Her gün yeni bebekler dünyaya geliyor ve her gün birileri vefat ediyor. Kaçı aşkı,
mutluluğu hissederek gözlerini yumuyor dünyaya? Dünya hayatını boşa geçirenlerle dolu. ‘’100
sene nasıl mı geçti? Size şu kadarını söyleyeyim, 1 saniye ile 1 asır arasındaki fark abartılıyor.
Ve... mazide kalan her şey kısa sürmüş demektir.’’ Diyor Murat Menteş’in kitap kahramanı olan
Ruhi Mücerret. Kısacık ömrümüzde neyin kavgasını yapıyoruz da herkes birbirine somurtuyor?
Bir saniye ile bir asır arasındaki fark yaşanmışlıklardır bence. Mutlu anıları yâd etmek yerine,
hüzünlü anılarımızda boğuluyoruz. Yaşamak bir haksa eğer âşık olmak da bir hak olmalı çünkü
aşkın düştüğü yerde mutluluk, barış ve neşe de yeşerir. Herkes âşık olabilseydi bu dünyada
kötülük kalmazdı çünkü âşık bir insan sevdiğini kötülüğün olduğu bir dünyada yaşamaması için
bütün kötülüklerle savaşırdı. Aşk, şimdi gerçek anlamından saptırılıyor tabii. ‘’Aşk, kimin
kollarında öleceğine karar vermektir.’’ Ruhi Mücerret’in de dediği gibi ölümlü dünyada,
karanlığa gömülen hayatları aydınlatmak için var aşk. O yüzden hangi yaşta olursa olsun âşık
olmak ya da daha doğrusu âşık olabilmek değeri sayılamayacak bir hediyedir insana.Velhasıl kelam, gece olduğunda ve yalnız hissettiğinizde şehrin ışıklarını izlemenizi
öneririm, düşüncelerle boğuştuğunuz ama sonunda rahatlığa kavuştuğunuz bir kapı açıyorlar.
Hala aşkı tatmak için geç olmadığını ve hayata neşe katmak için bir yerlerden başlamak
gerektiğini hatırlatacak hatta yol gösterecektir size şehir ışıkları. Belki de bir kitabın gerçek
kahramanıyken aslında kitabın figüranı olduğunuzu anlayacaksınız ve yeni bir kitabın sayfasını
açacaksınız. Yeni bir şeylere başlamaktan korkar, geç kaldığımı sanırdım ancak 100 yaşındaki
Ruhi Mücerret bile âşık olabiliyorsa, hiçbir şey için geç değildir.
|
Sena Beril Toprak
KÜÇÜK ŞEYLER, BÜYÜK MUTLULUKLAR
Küçüklüğümde hep Polyanna gibi oldugumu söylerler. Her şeyde bir güzellik görmeyi,
en ufak şeyden bile mutlu olmayı ve değerini bilmeyi öğretmiş ailem bana. Ufak bir not
kağıdına yazılı sevgi sözcükleri, mutfaktan gelen yemek kokuları, bakkaldan alınmış bir şeker
ya da sakızdan çıkan resimli bir kağıt... Mutlu etmeye yetermiş beni bunlar. Ardından fark
ettim ki zamanla kaybetmişim bu özelliğimi. Her şeyin en pahalısını, en lüksünü arar, sever
olmuşum. Pahalı çantalar, saatler, parfümler... Sadece bunlar mutlu eder olmuş beni, parayla
satın alınabilecek şeyler... Geçen gün Petra Hartlieb tarafından yazılan Hayallerimin Kitapçısı
adlı kitabı okumamla eski günlere olan özlemimi hatırlamış oldum. Kişisel değerlerimi gözden
geçirmemi sağladı ve hayatta öncelik verdiğim şeyleri tekrardan sorgulamama neden oldu bu
kitap.
Hayatta değer verdiğimiz şeyler neler? Para, güç, güzellik... Bütün hayatımızı bunlara
sahip olmaya adıyor, sahip olmayınca da mutsuz oluyor, kendimizi yıpratıyoruz. Adeta
birbirlerimizle yarışıp daha güzeli, daha lüksü ve daha iyi arıyoruz sürekli. Elde edince de
istediğimiz şeyi, sıkıyoruz. Mutlu olmak günden gün zorlaşıyor. Parayla satın alınmayan
şeyleri değerli, mutlu olmaya değer bulmuyoruz. Geçen bir arkadaşım, ailesinin ona istediği
çantayı alamayışlarından dert yanıyordu. Ama hiçbir zaman bir ailesi olduğu için şükreden
birini görmedim. Ya da kendisi çalışıp almanın yanı sıra, sevgilisinin ona hediyeler almasını
bekleyen kişiler mi... Bir sarılma ya da öpücükle kaçımız mutlu olabiliyoruz? Bir başka örnek
ise mutluluğun sadece arabayla sağlanabileğini düşünenler mesela. Güç sadece para mı? Elde
ettiklerimiz ya da edebiliklerimiz mi?
İşte bu ve benzeri soruları kendime sorunca halime iyice üzüldüm. Memnuniyetsiz ve
mutsuz biri olmuşum. Huysuz ve hiçbir şeyden keyif almayan, etrafına da bunu fazlasıyla
yansıtan biri...Maddiyatın hayatındaki yerini tekrar sorgulamamız ve her şeyin buna bağlı
olmadığını görmemiz lazım. Oysa ki mutlu olunacak onca manevi şey var. Bir çocuğun
gülümsemesine neden olmak, yaşlı bi teyzeye poşetlerini taşımakta yardım etmek ya da
küçük kardeşle oyun oynayıp zaman geçirmek. Büyük beklentilerle yola çıkınca mutsuz
oluyoruz, umutlarımızın kırılmasının yanı sıra bu süre zarfında kaybettiklerimizi fark
etmiyoruz. Bunun yerine zamanı daha verimli kullanıp mutlu olmaya odaklasak kendimizi her
şey çok daha güzel olacak. Ya da bunun yerine sadece anın keyfini çıkarsak? ... Kendimizi
mutlu etmenin en basit yolu birini mutlu etmekmiş, anneannem hep böyle derdi. Komşu
çocuklarına kendi yaptığı börekleri dağıtıdı. Ona göre birinin gülümsemesine neden olmak
dünyalara bedelmiş. Bu bile onu mutlu etmeye yeterdi. Ne kadar değerli olduğunu şimdi fark
ediyorum söylediklerinin. Kaçımız ailemizle geçirdiğimiz keyifli zamanları hatırlıyor?
Gözlerimizi kapatıp anıları canlandırdığımızda bu anılardan kaçı güzel, sakinleştirici?
Genellikle kavgaları,tartışmaları, mutsuz anları anımsıyoruz. Ya da ben fazla pesimistleştim.
Polyannacılık oynayıp her şeyin güzel tarafında yaşayalım demiyorum ama bunları daha fazla
görsek o kadar çok şey değişecek ki...Bir kitap okuyunca hayatı değişmez insanın elbet, ama bakış açısı değişebilir. Benim
için de öyle oldu. Hangi ara bu hale geldiğimi sorgular oldum ve bu sürece girmek benim için
sağlıklı olacak. Farkındalık sahibi olup bu konudaki duyarsızlığımı törpüleyebilirsem çok daha
mutlu ve huzurlu biri olabilirim, olabiliriz. Maddiyatın hayatımızı bu hale getirdiğini ve
farkındalıkla bunun üstesinden gelebileceğimizi bilmeliyiz hepimiz. Bu sistemin içerisinde eski
güzel ve gelecek günlere odaklanmaktansa anın mutsuzluğuna kapılıp kendimizi
kaybediyoruz ama aslında mutlu olmak çok kolay ama görebilene.
|
“Ölüm ağlıyor çünkü ölüm insandır
Bir çocuk öldüğü zaman tüm günlerini sinemada geçiren.”
Gregory Corso
BEN ÖLDÜKTEN SONRA BENİ SEVEN DOSTLARIMA İÇİP
EĞLENMELERİNİ VASİYET EDİYORUM
Öğretilmiş/belirlenmiş duygular, ahlak ve düşünceler, bir gün tabuya
dönüştüklerinde, insanın özne olma çabası için bir turnusol kağıdı haline
gelirler. Beşeri ortaya çıkartan edim, belirleyicilikler karşısındaki
özgürleşme mücadelesidir. Paraşütü icat etmek yer çekimine karşı
özgürleşmektir. Bizi insan yapan, kadercilik anlayışımızdan ziyade
hayatımızı yönetme ve yönlendirmeye verdiğimiz önemde yatıyor bence.
Eğer her şeyi olduğu gibi kabul etseydik; beşer de, onun tarihi de olmazdı.
Doğum her zaman güzel şeyler çağrıştırır insana. Söz gelimi çok
sıkıntılı dönemlerimizi geride bıraktığımızda “yeniden doğmuş” gibi
hissederiz, çünkü doğum her şeyin başlangıcıdır, saftır, el değmemiştir,
birçok güzel gelişmeye açıktır. Yaşadığımız her şey bizi yavaş yavaş sona
sürüklerken silkinmiş ve baştan başlamaşızdır. Diğer yandan ölüme gelmek
istiyorum. Ölüm berbat bir şey elbette çünkü o her şeyin sonu demek.
Hiçbir şeyin anlamının kalmayışı, karanlıklara karşı geri dönülmez adımlar
atmak bir yerde. Buna rağmen onun da doğum kadar doğal olduğunu kabul
ediyor- etmeye çalışıyoruz. Ölümün doğal olduğu, dünyanın faniliği, gelip
geçenlerin hayatları üzerine fazlasıyla düşünüldüğünü neredeyse her yerde
karşımıza bu konunun çıkmasıyla anlıyoruz. Bu konularda bu kadar
düşünüldüğü halde bence çoğu kişi ona karşı nasıl bir tavır alması
gerektiğine hiç kafa yormamış. Diz dövmek, o kadar ağlamak ki fenalık
geçirmek, matemi cenaze boyunca diri tutmaya çalışmak gibi görüntüler en
çok gözlemlediğim tepkiler. Saygı duymaktan başka elden bir şey gelmez.Zira, insanlara acısını nasıl yaşaması gerektiğini dikte etmek kadar utanç
verici ne olabilir?
Albert Camus’nün Yabancı’sı bahsettiğim mevzuya güzel bir örnek
teşkil ediyor. Bir insanın acısını nasıl yaşayacağına karar verme yetkisini
kendisinde bulabilen karakterler var karşımızda; farklı bir insanı anlamak
çabasını asla göstermeyen karakterler var. Çünkü yabancı, annesinin ölümü
karşısında son derece kayıtsız bir tavır içerisinde, diğerleri ise ondan
dizlerini dövmesini bekliyor. İlerleyen bölümlerde yabancı birisini
katlediyor ve böylece kendi ölümünü de hazırlamış oluyor. Bu bilgiyi kitabı
özetlemek için değil, şahsi yorumumu söylemek için verdim. Camus’nün,
hayatın anlamsızlığı örtüsünün altından yaptığı ve benim için en can alıcı
vurgusu şudur: Mahkeme, yabancıyı bir katil olmasından ziyade annesinin
vefatı karşısındaki kayıtsızlığından ötürü ölüme mahkum ediyor. Yani eğer
toplumdaki normal kabul edilen diğer bireyler gibi gözleri şişene kadar
ağlasa, ağıtlar yakıp karşısındaki insanların yüreklerini dağlasa böyle bir
kötü son onu bekliyor olmayacaktı.
Toplumsal normları reddeden insanların sonlarına bakın, pek iç açıcı
şeyler bulamayacaksınız. İlk paragrafta bahsettiğim, beşeri ortaya çıkartan
özgürleşme edimi hayatın her alanı için olmazsa olmazdır oysa. Her ne
kadar Camus yer yer nihilizme gönderme yapılarak bir yaşama sıkıntısıyla
anılsa da, ben burada haysiyetli bir insanın ahlaki bir eylemini görüyorum.
Daha açık bir ifadeyle, ölüm karşısında yıkılan, henüz başına gelmeden
ölüme yenilen bir zavallı rolünü oynamayı reddetme tavrını görüyorum.
Kahrolası ölüm bizi almadan önce bizim ondan alacak bir intikamımız
olmalı diye düşünüyorum: ona kayıtsız kalmak, onun karşısında diz
dövmekten her zaman daha fazla saygıyı hak eder benim nezdimde. Bu
elbette öznel bir düşünce ve daha önce de belirttiğim gibi her insan kendi
hayatından, üzüntü ve sevinçlerinden, hissettiklerinden veya
hissetmediklerinden kendisine karşı sorumludur.Son olarak, Jimi Hendrix vasiyetinde o öldüğünde dostlarının ne
yapmasını istiyor sizce?
Cevabını başlıkta bulabilirsiniz.
|
Utku Büyükbayraktar
22002817
KİTABIN KOKUSU
Küçüklüğümden bu yana birçok kitap okudum. Kimisini severek kimisini ise zaman
geçirmek için okudum. Okuduğum kitap bir roman da olsa kısacık bir deneme dahi olsa
okumak istedim. Sanki beni kitaplara çeken bir özelliği vardı kitapların. Sıkıcı da olsa
okumakta olduğum bir kitabı sanki bırakamıyor, ona adeta yapışıp kalıyordum.
Okuduğum kitaplar birbirlerinden çok farklılık gösterebilir. Bazen belki modası geçmiş
veya unutulmaya yüz tutmuş bir kitabı bile alıp hiç bırakmadan okuyabilirim. Okurken belki
de pek ilgimi çekmeyen, okurken o kadar da haz almadığım bir kitabı, okumam bittikten
sonra özlüyordum. Sanki metnin kendisi değil de başka bir şey benim ilgimi çekiyor ve beni
o kitabı okumaya zorluyordu. Bunun ne olduğunu uzun bir süre çözemeden devam ettim
kitap okumalarıma.
Bir gün çok sevdiğim ve aynı zamanda okuldan ödev olarak verilmiş romanımı okurken
biraz uykum gelmiş sanırım ve uyuyakalmışım. Kafam kitabı ortadan ikiye ayırmış ve kitabın
sayfaları yanaklarıma değiyordu. O anda kitap okurken her zaman aldığım aynı hazzı
aldığımı fark ettim. Kitabı o anda okumuyordum ancak sanki kitap okuyormuşçasına mutlu
hissediyordum. Kafam karışmıştı ve bu durumun üzerine düşünmeye başladım. Kendime,
belki de kafamın içinde romanın geri kalanını kurgulayıp okuyor olmam olasılığı gibi bir sürü
durumu soruyordum. Ancak bu ve bunun gibi bir sürü ihtimalin de bana absürt geldiği
aşikârdı.
Biraz daha kafa yorduktan sonra aralarından en mantıklı fikir esmişti aklıma. Belki de
beni kitaplara çeken kitapta anlatılanlar değildir de kitapta olan başka bir şeydir diye
düşündüm. Acaba kitapların kapakları mı hoşuma gidiyordu yoksa şekilleri mi diye
sorgulamaya başladım. Ancak uyuyakaldığım vakit gözlerimin kapalı kaldığını hatırladım ve
bu ihtimallerin olmadığını anladım. Beni kitaba çeken özelliğin ne olduğunu Mustafa Kemal
Erdemol’un denemesini okuyana kadar bulamamıştım. Mustafa Kemal Erdemol, Kitap
Kokusu adlı denemesinde “Sağlıklı bir burnun kitap kokusuna kayıtsız kalabileceğini hiç
düşünmemişimdir.” (13) diyerek anlatıyor aslında kitap kokusunun nasıl bir cazibesinin
olduğunu. Aslında kitapları güzel kılan pek çok farklı özelliği var ancak kitapların kokusu
beni belki de onlara karşı takıntılı hale getirebilecek olan tek özelliği.
Hemen aklıma uyuyakaldığım zamanki durumum aklıma gelmişti ve artık bütün taşların
yerine oturduğunu hisseder gibiydim. Şimdi daha iyi anlıyordum ilgimi hiç çekemeyecek
konularla ilgili olan kitapları bile bir solukta bitirmemin nedenini. O koku sanki beni
uyuşturuyor ve okumakta olduğum kitabı farklı bir hale getiriyordu. Belki de bu eşi benzeri
olmayan koku sayesinde hiç okumayacağım kitapları okumuştum. Kitaplara takıntılı hale
gelmemin tek sebebinin gözlerimle okuduğum yazıların değil, aynı zamanda burnumla
kokladığım o şahane kokunun da okumama yardımı dokunduğunu anlamıştım.Kitapların kokusunun benim gibi herkeste aynı etkiyi gösterip göstermediğini bilemem
ancak benim için kitap kokusu; beni istediğim diyara götürebilecek, benim için o anda
zamanı durdurabilecek ve en güzel anları yaşattırabilecek bir kokudur. Pek çok parfümden,
esanstan daha etkili ve kalıcı kokusu vardır benim için. Erdemol’un denemesini okumamdan
sonra kitapları gerçekten çok sevmemin en önemli sebeplerinden birini keşfetmem, bundan
sonra okuyacağım kitaplara da ayrı bir zevk katacak. Bundan sonra okumaya başlamadan
önce ve bitirdikten sonra kitabımı koklayacağım çünkü eminim o iki koku dahi birbirinden
çok farklı ve ayrı ayrı özeldir benim için. Kitapların kokusunu ciğerlerime çekmenin,
okuduğum kitabı en etkili biçimde okumanın yolu olduğunu fark ettim.
KAYNAKÇA
Erdemol, Mustafa Kemal. Kitap Kokusu. Can Sanat Yayınları, 2019.
|
Konuşan Hayvanlar, Dinleyen İnsanlar
Eylül Düzgün
Bazı insanlar konu hayvanlar ve insanları ayırt etmeye geldiğinde duygular, bilinç
seviyesi, iletişim kurma, öğrenme ve gelişme gibi özelliklerin yalnızca insanlara özgü
olduğunu ortaya koyabilir. Bu tezlerini desteklemek adına verdikleri ilk örnek ise genellikle
kelimeleri taklit etme yeteneğine sahip olan papağan veya karga gibi hayvan türlerinin bile
aslında gerçekten iletişim kurmadığı olur. Bu düşünce, doğru olmaya yakın bile değildir.
Hayvanlar konuşur, sadece insanlardan farklı dilleri kullanarak. Hatta Hayvanlar Nasıl
Düşünür, İnsan Ne Görür? adlı kitapta bahsedilen araştırma ve gözlemlere göre çoğu
maymun türünün kendi dilleri ve kelimeleri vardır. Yırtıcı bir hayvan veya yemek kaynağı
gördüklerinde bunu ailelerine tıpkı insanlar gibi konuşarak bildirirler. Kitabı biraz daha
okudukça insanlar gibi davranan türlerin akla ilk gelen yunus ve maymun gibi örneklerle
sınırlı kalmadığını da görürüz. Kitapta arıların dansları ve karıncaların yol bulması gibi sözel
olmayan çeşitli iletişim yollarına da değinilmiş. Kitaptaki örneklerin bu tür araştırmalardan
sadece birkaçı olduğunu da düşününce insan ve hayvan arasındaki çizgi benim için daha da
bulanık bir hâle geldi. Belki de gerçekten aramızda düşündüğümüzden çok daha az fark
vardır. Durumun böyle olması beni şaşırtmaz çünkü ben hayvanlara hep bir yakınlık
hissetmişimdir. Hayvanlarla konuşarak, onları kucağımda tutarak, onların izlerini kaybedene
dek peşlerinden giderek büyüdüm. Bu tanıdığım pek çok insan tarafından tuhaf kabul edilen
bir davranıştı. Benim gözümde ise sadece yeni arkadaşlar ediniyordum ve bunda
anlaşılamayacak ya da kabul edilemeyecek hiçbir şey yoktu. Hayvanların iletişim kurma
yöntemlerinin bizimkilerden farklı olması çevrelerinde olup bitenin farkında olmadıkları
anlamına gelmez. Hayvanların nasıl kültürler oluşturduğuna bile değinilen kitabın içeriği bu
fikrimi destekliyor. İnsanların hepsi de aynı değil sonuçta! Onlarca farklı sözlü ve bedensel
dilimiz, her türlü ülkeye ait özgün geleneklerimiz varken böyle demek hiç mantıklı olmaz.
Hayatı bu kadar güzel yapan da her köşesinde farklılıkların olmasıdır. Hayvanların
yöntemlerinin insanlarınkine benzememesi bence sadece onlara daha yakından bakılması
gerektiğini gösterir. Kim bilir biz insanlara anlatacak ne kadar çok şeyleri vardır?
1/2Şahsen hayvanlarla gerçekten iletişim kurmayı başardığımı düşündüğüm anlardan
birisi evcil muhabbet kuşumun beni tehlikeler hakkında uyarmaya çalışmasıdır. Bir sabah
onun panik dolu bağırışlarıyla uyandım ve ilk gördüğüm şey suratıma hızla yaklaşmakta olan
oldukça büyük ve sinirli bir eşek arısıydı. Eğer beni koruyabilmesi için uyandırması gerektiğini
biliyorsa insanların yaşamları hakkında fazlasıyla bilgili bir hâle gelmiş demektir. İletişim
kurmadan, hafızasına günlük rutinimi eklemeden, ne tür durumlarda nasıl tepkiler
vereceğimi bilmeden bunu yapmış olması imkânsız olurdu. O günden sonra onun benim
dilimden anlamaya başladığı gibi ben de onu anlamaya başladım. Aslında en az bir insan
kadar kişiliğe sahip ve duygularını ifade etmede ne kadar iyi olduğunu fark ettim. Bazı geceler
gördüğü kâbuslardan sonra onu sakinleştirmem için bana güvenmeye bile başladı. Bilinç
sahibi olmayan bir yaratık bütün bunları yapabilir mi? Elbette hayır, düşüncesi bile saçma.
İnsanlar hayvanların bu çeşitli becerilerinin ne kadar farkında peki? Bilim insanı
olmayan veya belirli türlere karşı özel ilgi duymayanlar daha zor fark edilen iletişim türlerini
anlamakta zorlanabilir. Ancak etkili bir şekilde gözlem yapma sonucunda çevrelerinde yaygın
bir şekilde gördükleri hayvan türlerini anlayabilir olmaları gerekir. Yeterince ilgi verildiğinde
her canlı ile bir bağlantı kurulabileceğini veya bu türün kendi içerisinde nasıl bir etkileşim
kurduğunun incelenebileceğini düşünürüm ben. Mesela ülkemizde her yerde bulunan
kedilerin çıkardıkları seslerin ne anlama geldiğini bilmeyen insan sayısı oldukça azdır. Biraz
daha çaba sarf ederek bu sonucu diğer hayvan türlerinde elde etmek de mümkündür. Bunu
başaran her insan, hayvanlarla konuşmayı öğrenebilecek ve onların dünyasına hayran
kalacaktır.
Kaynakça:
Bollache L. Sevinç S.(çev). 2022., Hayvanlar Nasıl Düşünür İnsan Ne Görür?. İstanbul: Timaş
Yayınları
2/2
|
Bahar Canbolat
Çizginin Ötesi
Hiç bir kitap tarafından yutuldunuz mu? Sayfalar birbirini izlerken içeri çektiğiniz hava
tümüyle değişti ve benliğiniz birden tüm anılarından ve yüklerinden kurtuldu mu? Ego ölümü.
Çoklu evrenin olasılıkları dahilindeki bir versiyonunuz geçici bir ölümü tadarken, kitabın
karakterlerinin ve atmosferinin içinde birden çok hayat bulmak. Kahraman olduğun kadar baş
kötü olmak, hayat olduğun kadar ölüm. Ait olduğumuz ikinci, üçüncü hatta sonsuzuncu
evrenler. Bazıları ait olduğum evrenin ötesinde ait olduğum evler de oldular. İlkler unutulmaz.
Ben de Poe’yu ilk keşfettiğim günü, ilk defa trajik bir ihtişamla dolu dünyasına adım atıp
karanlık sokaklarını ev benimsediğim günü unutamıyorum. O günkü gibi esiyor rüzgâr
yürüdüğüm o dünyanın sokaklarında, içimde hala aynı açlık var. Dehşete ve dehşetli şeylerin
güzelliğine olan açlığım ilk burada doğdu nasıl olsa.
"Kalabalığın ortasında yalnız ve monologla beslenen kimi ruhlar insanlar karşısında
kibar olmaktan başka bir şey yapamaz. Bu, özünde, küçümseme üzerine temellenen bir
dostluk türüdür." (Baudelaire 44).
İnsanların ve yaşayanların arasında statik ve ölü olmak, zor olduğu kadar tepkisini
sessizce koyan bir duruştu bana göre. Özgür ve sağlıklı her şeyden nefret etmekle kalmıyor,
küçümsüyordum bir yandan da onları. Ben daha çok biliyordum! Cesetler yürümez, anlatmaz
neler olduğunu gözler son kez kapanınca. Ama ben buradaydım, daha ötesini öğrenmeye
kararlıydım. Ne ölümden ne de ölüden bahsetmeye dili varıyor kimsenin. Ölümün işlevini
sorgulamaksa belki en zoru. Bizi bu çetin dünyada sağ tutmak için canını dişine takarak
çalışan evrimsel süreçler bile çekinir ölümden. İlk kez ölümle burun buruna geldiğiniz ana
kadar kör ve sağır rolü yapmak tek seçenektir. Gözleriniz sonsuza dek kapanmaya direnirken
insanlığın neredeyse tabulaştırdığı, sorgulamaktan âdeta korktuğu fenomenler siz ne kadar
onları itseniz de kendilerini yeniden sokar aklınıza. Yaşama tutunma talihsizliğine düşerseniz,
vay halinize! Çevrenizde bir nehir gibi akan hayatın içine kımıldamayan tek bir kaya parçası
gibi hissedersiniz. Belki de tercih edersiniz artık, gözleriniz hep görünenin ötesini arar.
Görmüyor muydum cıvıldayan kuşları, masmavi gökyüzünü ve kadehe cömertçe dökülen
şarabı? Hayır, görmüyordum. Bahçede toprağa yarı yarıya karışmış kuşları, ufuktaki gri
bulutları ve sirkeleşmeye yüz tutmuş şarabı duyumsuyordum ben. Herkes koşarken ben
duruyor, yanlış yöne bakıyor, sadece duruyordum. Gün ve gece boyu düşünüyordum bunları
ama kendimle çelişerek susuyor, elimden geldiğince insanlardan gizli tutuyordum fikirlerimi.
Poe’yla tanışana kadar utanıyorum halimden, melankolimden. Onun evreninin katillerle dolu
sokakları, hayat kadar ölümün kutlandığı mezarlıkları, çürümeyen aşkları bana ev gibi
hissettiriyor. Tuhaf karşılanmıyorum burada. Tıpkı Baudelaire gibi ben de görüyorum
kendimi Poe’nun yazılarında. Onun yaşarken ölen, ölürken yaşayan karakterleri ve ilham
perilerinde, hep deliliğin kıyılarında dolaşan anlatıcılarında, trajik olayların acısını hep içinde
taşıyan kendi hassas ruhunda.‘…en romantik manzaralara aniden telafi edilmesi imkansız görünen bir melankoli
havası veren iç karartıcı bulutlar gibi ruhsal göğünü karartan ayırt edici tesadüfler..’’
(Baudelaire 27).
Karşıtlar birbirinden güç alır. Kötü, karşılaştırılacağı bir iyi olmadan anlam
kazanamadığı gibi hep süremez hâkimiyetini, tek bir zihinde bile. Ben sadece kayıp mıyım bu
dünyada? Benden, benlik algımın ötesinde bir şeyler olmalı! O karanlık sokaklar bana bir şey
anlatıyor sanki. Daha da derinlere iniyor, keşfedilmemiş yerler arıyorum. Kapkaranlık
ormanların, antik mezarların, isim bulamamış sırların ötesinde bir şey var. Onu bulmam için
yalvarıyor. Arıyorum günlerce, aylarca ve yıllarca. Attığım her adım öncekinden daha
güvensiz ve sarsak ama durmuyorum. Deliliği ve dehşeti bilmek, tanımak istiyorum. Beni ne
var ediyor, benim bilmediğim? Soruyorum ve sorguluyorum ve bulamıyorum. Bulamıyorum!
Yoğun duygularımın ötesinde, ufuktaki çizgide gizli şey bu. Aradığım şey aslında daha çok
yol almak için bir sebep. Bilinmeyeni bilmenin, görülmeyeni ilk defa görebilmenin fikri beni
var ediyor, birleştiriyor yeniden. Her şeyi bilmek istiyorum, en çirkini ve en dehşet vericiyi
bile. Hatta en çok bu ikisini bilmek istiyorum. Bir korku öyküsünün son cümlesine
yaklaşılırken hissedilen o heyecan, yapılan yeni bir keşfin sunduğu sonsuz olasılıklar…
Bunlar yaşatıyor beni.
‘’Utanç duymadan söylüyorum, çünkü bunun güçlü bir merhamet ve şefkat
duygusundan kaynaklandığını hissediyorum; ayyaş, yoksul, mağdur ve parya Edgar Poe'yu
serinkanlı ve erdemli bir Goethe'den ve bir W. Scott'tan daha fazla seviyorum... 'O, bizim
için çok acı çekti.' (Baudelaire 5).
Tıpkı Baudelaire gibi ben de kendimle Poe sayesinde tanıştım. Soğuk yağmurları da acı
kahveyi de özgürce sevdim. Karanlık gökyüzüne her baktığımda yıldızların ötesindeki dehşeti
hayal ettim, bazen çizdim bazense yazdım. Defalarca yeniden doğdum ve ne ölümü hayattan
üstün tuttum ne de hayatı ölümden. Kasvetli bir davetin onur konuğu oldum. Her anın
ağırlığını hissettiğim gibi heyecan verici olasılıkların fikriyle başımı dik tutup dans ettim.
Ufuktaki hedefin ötesinde ufuklara ve hedeflere yelken açma cesaretini kendimde buldum.
Ben bile benden daha fazlayken, dünyanın vadettiği neler var kim bilir? Durmuyorum,
duramıyorum. İleriye ve ötesine.
KAYNAKÇA
Baudelaire, Charles. Baudelaire'nin Poe'su. Çev. Işık Ergüden. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
|
Dilruba Zeynep Kalın
VİTRİNDE OLMAK
Mustafa Kutlu, Vitrinde Olmak deneme kitabında muhtelif önemli mevzuya değinse de konu
ve anlam bütünlüğünden taviz vermeyerek kaleminin kuvvetini bir kez daha ispatlamış desek
yanılıyor olmayız sanırım. Bu mevzuları özetle saymak gerekirse; zamanın kıymeti, yeni
hayat stilleri, çılgın tüketim, benlik bilinci, adalet, yardımseverlik gibi pek çok başlık
sayılabilir.
Bu denemeler topluluğunun bana göre asli amacı kendimizi ve yaşayışımızı (ya da
yaşayamayışımızı) sorgulamamızı sağlamak. Eylemlerini sahiplenmeyi, yaptıklarının
sorumluluğunu üstlenmeyi ve muhakeme yapmayı bu denli unutmuş hatta belki de hiç
öğrenememiş bir nesil için birkaç denemeden daha fazlası lazım belki ama içimizde bir kıpırtı
uyandırdığına, bir kıvılcım düşürdüğüne hiç şüphe yok.
Gelelim kendimizi, kimliğimizi ve hayatımızı son derece etkileyen zihniyetimizi sorgulama
aşamasına gelmeden evvel aşmamız gereken sıkıntılara: Sorgulama dediğimiz eylem nedir,
nasıl gerçekleştirilir, insan başkalarını eleştirdiği gibi kendi benliğini de eleştirebilir mi,
kendine tarafsız bir göz ile bakabilir, gözlemleyebilir mi kendi kendini? Hatalarını objektif
olarak fark edebilir, bunları düzeltmek adına yol alabilir mi kolayca? Öncelikle,
“sorgulamak” eyleminin, kendimizi ve hayat tarzımızı sorgulamak bağlamındaki anlamının
farkındalık ve duyarlılık kazanmak olduğu kanaatindeyim. Birey kendini, özelliklerini ve
hayatını oluşturan fiillerini sorgularken bütün bunların sebeplerini, sonuçlarını ve anlamlarını
arıyordur aslında. Bu akıl yürütmenin onu bir sona yahut sonuca olmasa bile –çünkü bu
oldukça zordur- bir hükme, neticeye götürmesini diliyordur. Zira kimse bilinçli olarak
anlamsızlık içerisinde yaşamak istemez, bilincinin farkına varan kimse soru işaretlerinin
peşinde koşar ve mutlaka bir veya birçok cevaba ulaşmayı arzular. Yıllarını verir belki de bu
cevap uğruna...
İnanıyorum ki şuurlu her insan, kalbine şunu inandırmaya çalışır: her şeyin bir sebebi var,
hayır ya da şer her olayın hizmet ettiği bir bir amaç; ve her şey tek, mükemmel bir akışın
parçası... Bu düşünceye inanan, bu bakış açısına sahip bir insan günlerini umutsuzluk içinde
geçirmeyecek, kendisini değersiz veya manasız görmeyecek, bu da hayatının her alanına etki
edecektir. Bir maksadının olduğunu bilen biri, hiçbir şeyin bir tesadüften ibaret olmadığı
ideasıyla ömrünü daha verimli ve daha mutlu geçirecek, ruhsal boşluğunu bu şekilde
doldurabilecektir. Öbür türlü, insanın kendini, kendi varlığının yokluğundan bir farkı
olmadığına ikna etmesi işten bile değildir ve bu; içsel çöküntünün başlangıcı olacaktır.
Kendini önemsiz, ehemmiyetsiz hisseden insan zorluklar ile baş edecek gücü ve motivasyonu
hiçbir yerde bulamaz hatta aramak zahmetine bile girmez çünkü ona göre bu çabanın da bir
anlamı yoktur, nasıl olsa yetersiz kalacak ve boşa gidecektir. İnsan böylesi bir mantalite,
böylesi bir düşünüş ile ne kadar mutlu olabilir, yataktan nasıl duygularla kalkar, yaptığı
işlerde ne kadar hevesli olabilir ki? Herhangi bir motivasyonu kalmamış biri, geleceğe ümit
dolu gözlerle bakabilir mi? Heyecan, heves, sevinç, azim gibi duyguları tadabilir mi? Bu
oldukça güç gözüküyor... Kim olursa olsun, her ferdin bir umuda, bir inanışa ihtiyacı vardır.
Bu inançlar, değerler değişiklik gösterse de bu kritik ihtiyacın bütün insanlık için geçerli ve
ortak olduğunu düşünmekteyim. Hepimizin bir şeylere inanmaya ihtiyacı var, bu dünyadaki
varlığımızın ve tecrübe ettiklerimizin bir tesadüften veya rastlantıdan ibaret olmadığına,doldurduğumuz spesifik yerin bir önem arz ettiğine ve mevcudiyetimizin bu dünyada,
etrafımızdakilerin hayatında bir değişikliğe sebebiyet verdiğine... İşte tam olarak bunlardır
yaptığımız işi en iyi ve en güzel şekilde yapmamızı sağlayacak, güne gülücüklerle
başlamamızı sağlayacak görüş tam da budur bana göre. Umarım bu fikir ile hayatımızı ve
çevremizdekilerin de hayatını daha yaşanılır, daha güzel hale getirebilir, daha mutlu ve daha
iyi insan olma yolunda ilerleyebiliriz.
Kaynakça:
Kutlu, Mustafa. Vitrinde Olmak. Dergah Yayınları, 2015.
!
|
TEK TOPRAĞIN İNSANLARI
Mülteci; Türk Dil Kurumu vasıtasıyla sözlüklere “sığınmacı” olarak geçmiş bir
kelimeden ibaret çoğumuz için. Geçmiş yerine sığdırılmış demeliyim galiba çünkü tıpkı
mültecilerin kaderi gibi kelimenin anlamını da sınırlandırmayı tercih etmişiz. Ona da kendi
olabileceği bir alan vermemişiz. Şimdi diyeceksiniz ki bir insanın kendisi olabilmesi için
illa bir mülkiyete mi ihtiyacı vardır? Benim alandan kastım başınızı sokacak bir ev ya da
sahip olduğunuz her şeyden çok daha fazlası. Bir duygu, kendini bir yere ait hissetme
duygusu… Yabancı olduğun ya da yabancıymışsın gibi davranılan bir mahallede bir evin
olsa ne yazar? Yahut etrafında senin insanlarının olmadığı, sabahları bir günaydına hasret,
tüm gün üzerinde suçlayıcı bakışları gezdirdiğin bir sokağın olsa… Kemal Siyahhan ile hiç
yaşamadığım bir duyguyu en içimde hissettim; kimsesizlik...
Uzun yıllardır Ankara’da yaşıyorum fakat bazen bu şehirden de buradaki insanlardan da
bıktığım oluyor. İşte o zamanlarda başımı gökyüzüne çevirip koca bir “oh” çekiyorum. Zira
biliyorum ki her zaman gidebilecek bir başka yerim, sığınacak insanlarım var. Bu zamana
kadar yaşadığım şehirler, memleketim, oradaki insanlarım... Yalnız değilim ve bu dünyada
ait olduğum bir yer var. Peki, hem havası hem de insanları son derece soğuk olan bu şehirde
yürürken her gün gördüğüm yüzlerce eğik baş..! Bizler bu buruk bakışlara, eğik başlara
alıştık ama onlar ne yeni zamana alıştılar ne de eskiyi unuttular. Çünkü buradan başka
gidebilecekleri bir yerleri yok. Hatta bulundukları yerlerde bile kendilerine ait olan hiçbir
şey, tanıdıkları hiçbir insan yok. Resmi olarak “oturma izni” olmayan biri aslında yalnızca
kömür, yiyecek ya da sağlık hizmetleri gibi olanaklardan mahrum kalmaz, kendinden de
mahrum kalır. Çoğu, ailesini ve arkadaşlarını savaşta yahut göç ederken ruhlarının takılı
kaldığı tel örgüler ardında bırakmak zorunda kalmış bu insanlara, “Sen yoksun aslında!”
demekten başka bir şey değil bu kaçak damgası. Hâlihazırda kimsesizleştirilmiş bu
insanlara haymatlos* olduklarını bir kere daha hatırlatmak belki de.
Bu kitap sayesinde mültecilerin yaşam koşullarına dışarıdan bakan birinden çok daha
fazlası haline geldim diyebilirim. Anladım ki “acımak” ile “acı” aynı kökten türeyen
kelimeler değilmiş. Acımak aşağılamaya eş değermiş aslında. Şimdilerde bu buruk
bakışları görünce içimi yalnızca hüzün kaplamaz oldu. Çünkü o insanlara değil, o insanların
maruz kaldığı bakışlara çevirdim bakışlarımı. Öfke ama en çok da utanç duyuyorum bu
bakışlardan. Benim insanım oldukları için utanıyorum hatta. Hele birde aile üyelerimden
bazılarının yaptığı çirkin genellemeleri duydukça yerin en dibine girmek istiyorum. Kitabı
okurken kitabın başkahramanı Ezelhan’a, ona ve ülkesine basılan etiketlere karşı ağzını
açıp tek bir kelime etmediğinden ötürü bir hayli kızmıştım. Kimsenin duymadığı bu
düşüncelerimden utanıyorum şimdi. Sanırım kendi insanlarıma hatta kendime dahi
yabancılaşıyorum ve yavaş yavaş kimsesizliği öğreniyorum ama daha ilginci kimsesizliğin
öğrenildiğini öğreniyorum.
Haymatlos*: Vatansız, yersiz yurtsuz.Mülteci bir çocuk, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 20 Kasım 2016.
Kemal Siyahhan ve kitabında yerine geçtiği insanlar, yalnızca hislerimde değil insanlığa
karşı bakış açımda da bir hayli değişikliğe sebep oldular diyebilirim. Başka bir kültüre
uyum sağlamak zor bir durumken aşkı tutunacak tek dal haline getirmiş bu Afgan gençlerin,
kendi coğrafyalarındaki kadın ile bu coğrafyadaki kadının yeri üzerine aralarında geçen
konuşmalarına ve onların konuşmalarındaki tezatlıklara hayran kaldım. Bu tezatların kitaba
kattığı gerçeklik hissinin yanı sıra bizlere genelleme yapmanın aslında ne kadar imkânsız
olduğunu, herkesin bir başka düşünceyle var olduğunu göstermeye çalıştığı kanısındayım.
Bunu bildiğimiz halde niçin hala insanları kâğıt üzerinde çizdiğimiz sınırlara hapsedip bir
sınırın içindeki tüm insanlara aynıymış muamelesi yapıyoruz? Psikolojik analizler ve
Afgan kültürüne dair öğrendiğim şeyleri geçip yalnızca bu farkındalık için bile bu kitabı
kitaplığıma koyabilirim. Çünkü bizler sadece bu farkındalık ile sahip olduğumuz tek
dünyada birbirimizi yargılamadan yaşamayı öğrenebiliriz. Her ne kadar bu kitabın son
sayfalarını okuduktan sonra birçok felsefecinin aksine, insanın özünde iyi bir varlık
olduğunu* reddetmeye başlasam da topraklara hatta insanlara sınır çizmemeyi
öğrendiğimizde dünyamızın çok daha farklı bir yer olacağı konusunda hala umutluyum.
Sanırım bir şeyler öğrenmenin vermiş olduğu keyiften ziyade sorgulayacak yeni konular
bulmamı ve bu konuların beraberinde getirdiği yepyeni bakış açılarını fark etmemi
sağlayan kitapları seviyorum, Mülteci gibi.
Yazımın sonunu da Mülteci’ nin zihnime çengellediği sorularla bitirmek istiyorum.
Çünkü son 1 haftadır sürekli kendime kim yerli kim göçmen?* diye sorar oldum. Kâğıt
üzerinde çizdiğimiz sınırlara neden hapsoluyoruz? Neden alışkın olmadığımız şeylere
karşın ilk izlenimlerimiz hep kötü yönde? Ne için en ufak terslikte önce en farklı olanı
suçluyoruz? Neden öyle olmadığını bile bile basmakalıplara inanıp genellemeler
yapıyoruz? Ne zamandan beri acımak ve acı gibi iki farklı duyguyu birbirine karıştırır
olduk? En önemlisi bize, hiç yaşamadığımız bir duygu olan kimsesizliği başkalarına
öğretmeyi kim zorunlu kılıyor? Hiç bir yere ait olmamaktan daha kötü ne olabilir ki?
Umuyorum ki kafamdaki bu soruların cevabını insanlığımızı kaybetmeden çok daha öncebulmuş olurum zira onun daha ilerisini düşünmedim, düşünemiyorum. Kitabın son satırını
okuduktan sonra söylediğim gibi; sınırsız, sürgünsüz bir dünya hayali bu kadar uzakta
durmamalı ve kimse kimsesizliği öğrenmek zorunda kalmamalı.
KAYNAKÇA
Siyahhan, Kemal. Mülteci. İstanbul: Sel Yayınları,2016. Baskı.
Mülteci bir çocuk, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 20 Kasım 2016.
Yıldırım, Ömer.” Felsefe Anarşizm (Kargaşacılık) Nedir, Ne demektir? Felsefe.Gen.Tr.y.
Web. 2005.
Bandista adlı müzik grubunun Kim Yerli Kim Göçmen şarkısından bir söz.
HİLAL ŞİMŞEK
|
Bahadır Yüzlü 21903504
ASLOLANIN ARAYIŞINDA
Duyu organlarımız yaşadığımız dünyayı algılamamızı sağlayan en önemli yardımcılarımızdır.
Onlar sayesinde görür, duyar, dokunur, koku alırız. Bunun yanında aramızdaki karşılıklı çıkar
ilişkisinden bahsetmezsek olmaz tabii. Hizmetleri karşılığı onların her türlü ihtiyacını
karşılamamızdan bahsediyorum. Peki ya duyu organlarımız bizi yaşamak uğruna yanıltıyorsa. Ya
bütün duyu organlarımız bizi organize bir suç çetesi gibi sanal bir gerçeklikte yaşatıyorsa. Şu
bahçede gördüğümüz çiçek gerçekte o renk değilse mesela? Ya da fırından yeni çıkmış ekmek
gerçekte öyle mis gibi kokmuyorsa? Bunun farkında olabilir miydik?
İnsan olmanın güzel tarafı bu işte. Hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olmamak, etrafında olup
bitenlere kuşkuyla yaklaşmak…
Sıradan bir güne uyandım bu sabah. Kafamın içinde birbiriyle çarpışan bin bir düşünce,
sabah ritüelimi gerçekleştirmek için banyoya gittim. Gözlüğümü unuttuğumu fark etmem uzun
sürmedi. Ama önemli değildi çünkü yüzümü yıkadıktan sonra odama dönecektim. Yüzümü
musluktan akan serin suyla buluşturduktan sonra puslu görüntüme baktım aynada. Bir anlık
dalgınlığım yeni kapılar aralamıştı zihnimde. Algıladıklarımızın gerçek olmama ihtimali zihnimi
kurcalıyordu bir süredir. Kafamdaki paradoksu kısık sesle tekrarladım: Ya bu gördüklerim gerçek
dünyaysa? Ya gözlüğü, görme bozukluğu olan diğer insanlarla aynı şekilde görebilmek için
takıyorsam? Sonuçta duyularımız da beynimiz gibi aldatılabilirdi pekalâ.
Bu beyin fırtınası aklıma son okuduğum kitap Pia Mater’deki sinestezi rahatsızlığı olan Alef’i
getirdi. Alef düzenli bir şekilde gözleri başta olmak üzere bütün duyu organları tarafından
kandırılıyordu. Onun için her rengin bir kokusu ve her kokunun da bir görüntüsü vardı. Örneğin,
yeşili her gördüğünde havada süzülen belli belirsiz bir dumanı da yanında görüyordu
(Karaismailoğlu 74). Duyu organlarının adeta büyük bir suç örgütüymüşçesine Alef’i kandırmasının
adil olmadığını düşündüm. Sonuçta hepimiz insandık ve bu güzel dünyayı olduğu gibi tanımaya ve
keşfetmeye hakkımız vardı. Ama atladığım nokta şuydu ki, asıl olan Alef’in gördüğü belli belirsiz
bulutlar da olabilirdi. Yani kandırılan Alef yerine biz de olabilirdik.Bahadır Yüzlü 21903504
Giderek karmaşık bir hâl almaya başlayan zihnimdeki düşünceleri toparlamakta
zorlanıyordum. Bir diğer duyu organı olan kulağı düşündüm. Kulak dışarıdan bakıldığında kendi
halinde, aldığı uyarıları beyne ileten bir organdı. Gerçekten böyle miydi? Bu kadar basit miydi
işlevi? Pia Mater’in yazarının Patrick Rothfuss’dan alıntıladığı o nefis söz aklıma geldi bu sırada.
“Kelimeler onlara yaptırmak istediğiniz işleri her zaman beceremezler. İşte bu yüzden müzik
vardır” (Karaismailoğlu 24). Bu yaklaşımı sadece sıfır ve birlerle çalışmak istemeyen kuantum
bilgisayarlarına benzettim. Sanki besteciler basite indirgenmiş -analog- konuşma dilini bir kenara
koyup kendilerini neredeyse sınırsız veri çeşidi taşıma özelliğine sahip melodilere bırakmış
gibiydiler. Sahi neydi kulağı ve müziği böylesine eşsiz kılan? O da tıpkı diğer duyu organları gibi
aldığı bilgileri beyne iletiyordu. Görünürde her şey olması gerektiği gibiydi. Acaba kulak
kandırılamıyor olabilir miydi? Yazar, Alef’in duyularını birbirine karıştırırken herhangi bir işitsel
karışıklıktan söz etmemişti. Üstüne üstlük işitsel verilerin beyinde ne kadar kalıcı olabileceğine
değinmişti. Galiba sorunu kendi içimde çözmüştüm. Fakat yine de düşünmeden edemedim. Alef’in
kulağının aldığı uyarılar yanlışlıkla beynindeki görme lobuna gitseydi ne olurdu acaba? Eğer bu
olsaydı, gözünün önüne gelen her bir nota farklı bir renge karşılık gelir ve sesler şiddetine göre
dinamik kazanıp bir renk cümbüşüne dönüşürdü muhtemelen.
Duyu organlarımız neyi, nasıl algılamamızı istiyorsa öyle oluyor. Bu, şu ana kadar
yüzleştiğim en can alıcı, en önemli gerçeklik… İşitsel duyunun bir yere kadar kandırılamaz
oluşundan ise memnunum. Doğanın derinliklerinde duyduğum kuş seslerinin gerçekten o
notalardan çıktığını bilmek duyu organlarıma –en azından kulağıma- olan güvenimi tazeliyor. Ve
sonunda, kendi kendimi kandırmaktan ölesiye korkan ben, sahte olamayacak kadar güzel olan
toprak kokusunu içime çekip bu konudaki nihai kararımı veriyorum.
Kaynakça
Karaismailoğlu, Serkan. Pia mater. 1. bs. Ed. İpek Erman. Ankara: Elma Yayınevi, 2019
|
Derin Deniz DİLAVER
22003445
21. Yüzyıl Sancısı
Annem son günlerde ne zaman odama girse her yerin mumlarla dolu olduğu, tütsü kokusunun
perdelere sindiği romantik bir senaryoyla karşılaşıyor. Hoparlörden buhranlı tınıların yükseldiği sırada,
yatağa sırtüstü uzanmış ve tavanı izleyen beni gördüğünde bıkkınlıkla omuz silkiyor. Ne düşündüğünü
çözemiyorum elbette ama az çok aklından geçenleri kestirebiliyorum. Ne yapıyor olduğumu sorsa cevabını
alamayacağı için ağzını açmıyor. Nasıl olduğumu yokladıktan sonra çıkıyor sakince odamdan. Bunları
yazarken oldukça depresif ve iç karartıcı bir manzara çiziyormuşum hissine kapılıyorum ancak durumun
böyle olmadığını bilmenizi istiyorum.
Kafamı kurcalayan pek çok şey var. Kaygılıyım, stresliyim, yaşlanacağıma ihtimal dahi
veremiyorum. Şu anda içinde bulunduğumuz dünya ve onun gidişatı beni oldukça ürkütüyor. Düşünecek,
kafaya takacak çok şeyim var fakat kimin yok ki? Eskiden bu soruyu kendime yönelttiğimde hep,
“Başkalarının da sıkıntıları var hatta benden daha büyük sıkıntıları olanlar var. Eve ekmek getirme kaygım
yok, bakmam gereken kimse yok, sağlıklıyım, ailemleyim, tek yapmam gereken derslerime çalışmak. Ne
olmuş yani haberleri okuyunca, ülke gündemini takip edince geriliyorsam ve mutsuz oluyorsam.
Şükretmem gerek.” diye düşünerek hiçe sayıyordum hissettiklerimi. Başkalarıyla kendimi bu bağlamda
kıyaslamam, sıkıntılarımın beni usulca boğmasından ve karabasan gibi üstüme çökmesinden başka hiçbir
şey yapmadı. Mutsuzluğumu küçümsemek bana sadece acı verdi. Tam da bu noktada Rabindranath
Tagore’un “Güçlünün suç işlemesini önlemeye gücü yetmeyen adaletin, tek başına için için ağladığını
gördüm. Genç çocuklar gördüm, koşup kederli başlarını acı içinde amansız taşlara vuran.” (30) sözü aklıma
geliyor. Neredeyse her gün haberlerde duyduklarımı, okuduklarımı düşünüyorum; öldürülen kadınlar,
tedavi olamayan hasta çocuklar, işkence edilen sokak hayvanları, iyi yönetilemeyen bir salgın,
ekonomimizin ne kadar harikulade olduğunu söyleyen vatandaşlar, öğrencileri ellerinden geldiği her
şekilde sindirmeye çalışan polisler, devlet büyükleri ve nicesi. Bunların hepsini düşündükçe başımı taşlara
vurasım geliyor. Doğruyu söylemek gerekirse, benim gibi hisseden onlarca genç tanıyorum ve onlarcasının
daha olduğunu biliyorum. Çoğu zaman hiçbirini görmek, duymak istemiyorum ama görmezden gelmemem
gerektiğini de biliyorum çünkü ben de bu düzenin bir parçasıyım, ben de yaşadığım ülkenin bir yarasıyım.
Bazı günler, nasıl bir geleceğe doğru ilerlediğimi düşünmek içimi yiyor. Öyle çok yiyor ki, annemin
rahmine geri dönmeyi diliyorum. Diliyorum çünkü düşünüyorum ki biyolojik olarak çocuk sahibi olmanın
bile bencillik haline geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Üzerinde ne kadar daha hayat sürebileceğimizi
bilmediğimiz, yoksulluk içinde milyonlarca insana rağmen tüketimin ve sömürünün boyumuzu aştığı bir
dünyada yaşıyoruz. Bir insan bu dünyaya çocuk getirmeyi nasıl düşünebilir ki? Ben bu dünyaya bir geleceği
olduğuna güvenerek nasıl çocuk getirebilirim ki? Yine bazı günler, “Ne anlamı var?” diyorum. Sabah
kalkmamla başlayan ve tüm gün süren, ruh emici bir akademik maratonu sürdürmenin ve uğruna hayattan
alınabilecek en küçük zevkleri dahi feda etmenin ya da insanlarla ilişkilerimi kompleksleştirmenin,
davranışlara, sözlere, hislere hatta eşyalara bir sürü anlam yüklemenin ne anlamı var? Ne için yapıyoruzbunları? Neyin uğruna bu mücadele? Yarın bu yarışa devam edip edemeyeceğimin bile garantisi yok diye
düşünüyorum.
Bazı günler ise yerimde duramıyorum. Kendim için, ülkem için, dünya için bir şeyler, işe yarar
şeyler yapmak arzusuyla dolup taşıyorum. Bütün gençlere, kadınlara, çocuklara, bütün sokak hayvanlarına
sarılmak, bütün üst makamlardaki insanları bir odaya toplayıp “Neden?” diye haykırmak istiyorum.
Yapabileceğim şeyler sınırsız diye düşünüyorum. Kadın meclislerine üye oluyorum, sosyal medyada
ilanlarını gördüğüm hasta çocuklar için bağış yapıyorum, hayvansal ürün tüketmeyi bırakıyorum. Sırayla
iyiler mi diye arkadaşlarımı yokluyorum. Okuduğum bölümü dahi okuyacağıma, bir değişiklik yaratabilmek
arzusuyla dolduğum bu anlardan birinde karar veriyorum. Yine de içimdeki bu coşkunluğu
dindiremiyorum. Her şeyin anlamsız olduğunu düşündüğüm ve hayatımı üçüncü bir göz olarak izlediğim
zamanların ardından Tagore’un başka bir sözünü düşünüyorum bu sefer: “Ölüm kapını çaldığı gün ona ne
ikram edeceksin?” Bu soruya cevap veremeyişimin ıstırabını çekiyorum adeta. Ne ikram edeceğim
gerçekten? Ne iz bırakarak gideceğim buradan? Bunları düşünmek beni yerimde duramadığım ve daima
bir faaliyet halinde olmak istediğim o periyoda sürüklüyor. Yaptıklarımın tatmin etmediği noktada da
korkunç bir umutsuzluğa kapılıp tekrar diğer periyoda girmiş halde buluyorum kendimi. Hep de böyle
devam ediyor; iki uç noktada gidip geliyorum sürekli. Bu sırada bitkin düşüyorum ve kendi kendime
diyorum ki “Bu kadar genç yaşta, bu kadar yaşlı ve yorgun hissetmeyi hak etmedim.” Yorgunluk hissi öyle
gücüme gidiyor ki, en güzel yıllarımı geçirmem gereken zamanda ben, kaygı ve endişenin beni
kemirmesine izin veriyor, üstüne bir de başkalarıyla kendimi kıyaslayarak halime şükretmeye çalışıyorum.
Oysa biliyorum ki benim gibi hisseden, ne yapacağını, ne yapmak istediğini, ne olmak istediğini, bu
dünyadan kim olarak gitmek istediğini bilmeyen ve bunun sancısını çeken bir sürü insan var. Benim ve
diğer benim gibi hisseden bütün insanların bu son derece yoğun ve yorucu döngünün içinden çıkmak için
atması gereken adım ise çok basit gibi görünen ancak bir o kadar da zor bir eylem olan nefes vermek. O
kadar uzun süredir nefesimizi tutuyoruz ki sanki birazını bıraksak her şeyin yoluna gireceğine dair inancımız
geri gelecek. Çünkü biliyorum; bazen bir yolda yürürken, durmak ve sakince nefes alıp vermek, belki de
biraz etrafı izlemek gerekir. Yolu yürümeye değer kılan da budur. İnanıyorum ki biraz dursam ve kendimi
bir şeyler yapmak zorunda olduğuma ikna etmeye çalışmasam veya her şeye anlam yüklemektense küçük
şeylere küçük anlamlar yükleyerek dünyadaki vaktimi değerli kılmaya başlasam ve ne olacak diye endişeyle
kıvranmaktansa ipleri biraz dünyanın eline versem her şey yolunu bulacak. Ben bunu keşfetmeden önce
Tagore, adeta insan ruhuna dokunurcasına ifade etmiş bile; “Sakin sakin otur yüreğim, toz kaldırma. Bırak,
dünya sana gelecek yolu, kendisi bulsun.” (66)KAYNAKÇA
Tagore, Rabindranath. “Kimse Bize Ait Değildir”. Çev. Nabi Resuloğlu. İstanbul: Destek Yayınları. 2020,
Baskı.
|
21903295
F.BetülKÜÇÜK
TURK 102
Alternatif Gerçeklik
Milattan önce305yılındayaşayanbir çiftçi olarakdünyanın düzolduğunainanmak,1983’te
yaşayanmasumbir Amerikalı olupRambo’yubiraz fazlakaçırmaktandolayı Vietnamlıların
şeytanolduğunainanmak, 2023’teyaşayıppolitikacılarınahlaklı insanlarolduğuna inanmak
veyaWitzleben gibi pekhayırsızbir torun olupbaşarısızlıklarınıörtmek içinyalan söylemek
gibi çeşitli tercihlerpektabi mümkündür. İnsanlartarihtevar olduğundan beri-henüz
konuşmayıbilmeselerdahi- yalansöylemek vebuyalanlarainanmakmodasıhiçgeçmeyen
durumlardanbir tanesiolmuştur.Avladığı hayvanı paylaşmamakiçin yalansöyleyenilkelbir
insandan,vergi vermemek içinaz gösterilengelirlerekadaruzanan yalanlarıngeleceği de
tarihi kadarumut vadedici.Peki insanlararasında yalan nedenbukadarpopülerolmuştur ve
onlara inanmakgerçektenkötümüdür?
Yalan söylemeninveyalanlarainanmanınüzerimizde sahipolduğu rahatlatıcıetki sadece
yalanlarındeğil bizimdeişimizi kolaylaştırır. Yemektesebzeolmadığını iddia edenbir anne,
hastaolduğu içinişe gelemediğini söyleyenbir çalışan,henüz tanıştığıinsanlarasana şu
kadara olurdiyenesnaf, bilmediğiadresi yinede tarifeden yardımseverleriki taraf içinde
işleri kolaylaştırabilirler.Bazen yalanlarınfarkındaolan sadecebir taraf olurkenbazeniki
taraf daher şeyinfarkındadır. Yalanısöyleyentaraf söyledikleriyle başlıbaşınaalternatif bir
gerçeklik yaratmaktır.Yalan söylenilenkişiler debuyalan hoşlarına giderseyalan olduğunu
veyayalan olmaihtimalinin yüksek olduğubualternatif gerçekliklerekolaylıklainanmayı
seçebilirler.Sevdiklerimizin-pekiyi insanlar olmasalarda- öldüktensonrahep iyiyerlere
gideceklerinidüşünmek, VictoriaSecretürünlerini kullandığımızda meleklere
dönüşeceğimize inanmak,iklim değişikliğiningerçek olmadığınısavunmakrevaçta olan
örneklerdenbirkaçıolabilir.
Butip yalanlarainanmakkendimizi dahaiyi hissetmemizeyardımcı olur. Tabiiaynı
zamanda gerçeklerdenkaçmak olarakalgılanabilir olsa dabuaslındahayatlabaşa çıkmanın
yollarından birisidir.İnsanlarınhayatlarıboyunca yüzleşmesi,üstesindengelmesi gerekenbir
çok durumvardır.TıpkıWitzleben’in deiçindebulunduğudurumlar gibi; insanların
beklentisineuymayak, onlarakendini kabulettirmeye, beğenilmeye,değergörmeye çalışmak
Witzleben’inyalanlarıgibi kendinigösterebilir. Birçoğumuz onunkadarilerigitmesek de
kendimiz olduğumuzkişidendaha çokolmak istediğimizkişi gibigöstermek için belirlibir
çaba harcarızokumadığımız bir kitabıokumuşgibi davranmak,kötübir gündeki nasılsın
sorusuna iyiyim cevabınıvermek, ufak başarılarızaferleredönüştürmek, insanlarınetrafında
çoğu zamankendikarakterinidahi göstermemekgünlükhayatta zatenbirçoğu insanınusta
hale geldiği durumlardır.Öbürtarafta dabunlardanbağımsız olanhayatındiğerzorlukları;
ölümler,felaketler,dipsizkuyugibi hissettiren,sağlıklı bir biçimdeherkesinbaşa çıkmasının
pek demümkün olmadığıdiğerduygular…Aynı zamanda bunlarıntam karşısındabizi
bekleyenumutlar,istekler, beklentiler,daha iyigünlerin, insanların,dünyanınvarlığına
inanmaihtiyacıve buihtiyacındoğurduğu yalanlarainanmagerekliliği.
Gerçekliğin anlamınıngöreceliolduğuve herkesebaşka bir anlamifadeettiğifilozofların
tartışmalarına dasıkçakonuolmuştur.Yaşadığımız ‘gerçek’hayatındagerçekliğisorgulanabilir,bunedenle‘gerçek’hayatlarımızdainanmayı tercihedeceğimiz,bize daha
rahat vekonforlu gelentürlü türlü gerçekliklerde yaratılabilir.Kısacasımutsuz,
memnuniyetsiz birşekildeyaşamak yerinebir kurguyuyaşamakbelki deinsanların
kendileriniiyi hissetmek içinbaşvurduğuyollardan birisiolarakokadarda kötüdeğildir.
Tabii kisüreklilikkazanıpgerçekliğintamamen reddedildiğibirdurumadönüşmesi deolası
olabilir amabunungerçekleşmeyeceğineinanmayı seçipyolumuzadevamda edebiliriz.
Kaynakça
Zelther, Joachim.YalanınErdemi.Çeviri RegaipMinareci,İstanbul,Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları,2022.
|
ÖTEKİLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
İlk ne zaman ağladığınızı hatırlıyor musunuz? Elbetteki hayır, yaşam denen bu maratonun
başlama düdüğüyle eş zamanlıydı ilk ağlayışımız. Henüz çıkmışken anne rahminden -hatta
doğmadan önce- bir kimlik sahibi oluveriyoruz. Nerede doğacağımız, hangi ailenin çocuğu
olarak hayata merhaba diyeceğimiz bunun yanında hangi dine mensup olacağımız belirlenmiş
oluyor. Kümeleniyoruz, bu “A” kümesi şu “B” kümesi gibi isimler takıyoruz kendimize ve
“diğer”lerine. Daha sonra ortak kümeler yaratıyoruz ve “biz” oluyoruz fakat her “biz”in
karşısında bir de “siz” yok mudur? Öteki, beriki, şucu, bucu, Doğulu ve Batılı etiketleri henüz
ilkokul sıralarında çıkıyor karşımıza. Kendinin dahi kim olduğunu bilmeyen o tertemiz
ruhlarımız hemen “öteki”ni görüyor, kendinden farklı olanı. İlk öğretilen şeydir belki de
kendimiz gibisini bulmak ve başka olana sırtımızı dönmek. O masum yıllarımızdan sonra da
bırakmaz peşimizi bu öğreti, vardık mı tadına bir kere düşmez yakamızdan. Hayatımız
boyunca bizimle beraber gelir, yeni bir ortama girdiğimizde hemen bizim gibi olanı arar
gözlerimiz. Biz yeni taşındık bu bozkır şehre ve açıkçası bir hayli gelenekçi bir aileyiz. Gelir
gelmez hemşehri ya da ortak kültürden birilerini aradı bizim evdeki üç emekli. Aynı dilden
konuşacağı -Türkçe’den bahsetmiyorum- ortak birkaç değerin olduğu eş, dost bulma telaşı
içine girdiler. Buldular mı? Evet, lakin bulana kadar izole ettiler kendilerini, çekindiler. Bu
arayış o sıralarda, yaşlarda aşılanıyor işte, duvara asılı olan harita bile yedi bölge.
Babil Kulesi efsanesini bilir misiniz? Kadim bir efsaneye göre, bundan çok uzun zaman önce
yeryüzündeki her insan tek bir dil konuşurmuş. Zaman sonra Babil Kulesi’nin yıkılmasıyla
birlikte bu insanlar farklı dillere, bir rivayete göre yetmiş iki dile, kültürlere, inanışlara ve
yeryüzünün farklı bölgelerine ayrılırlar. Artık kimse kimseyi anlamaz olur, ötekileşir,
berikileşir. Herkes kendine dilinden, dininden, ırkından ve statüsünden yapabildiği en iyi
kalkanı yapar. Çoğunluğu oluşturup azınlığa karşı yürür tabi yanına kalkanını ve zırhını
almayı unutmadan. Herkes bir yandan sıkıştırır azınlığı fakat tarihin tekerrür tekerleğinde
devran döndüğünde o azınlık da bir öncekiler gibi alır cephesini. Sonra da doğanın kanunu bu
diyerek normalleştirilir bu döngü.
“Hepimiz farklılıklarımızla özeliz, güzeliz” , “yaşasın kültürlerin mozaikliği” ve benzeri
sloganları duymuşluğumuz çoktur. Evet bunlar klişedir fakat Murathan Mungan’ın da dediği
gibi, klişe olmanın getirdiği yoğun kullanım, aşınmaya, içerik ve etki kaybına yol açsa da bazı
klişeler güçlerini gerçekliğinden alır. Karşı karşıya koyulmuş iki ayna gibiyiz, farkında
olmasak da ötekileştirme yaparken diğer yandan onlar için de biz öteki oluveriyoruz. Aynaya
baktığımızda kendimizi gördüğümüzü zannediyoruz. Zannetmek filini kullandım çünkü
aslında diğer aynadan bizim gibi olmadığını düşündüğümüz ve başkalaştırdığımız insanlar
yansır gözümüze. Şunu unutmayalım, öteki yoksa biz de yokuz! Düşünelim, karanlık
olmasaydı aydınlığı bilebilir miydik hiç? Yahut olmasaydı yokluk varlığın bir anlamı olur
muydu? Her şey, her insan, her renk birlikte güzel.Bildiğimiz gibi beyaz, tüm renklerin bir
araya gelmesiyle oluşur.Tıpkı çocukluğumuz gibi.masumluğun, temizliğin sembolü olan
beyaz. Bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa insanlar el ele tutuşsa birlik olsa
uzansak sonsuza... Bir zamanlar dillere pelesenk olan bu şarkıyla büyümüş nesillerin
günümüzde sınırlarını bu denli çizmiş olması ne kadar üzücü olsa da insanlık tüm ilâve
kimliklerinden kurtulup yalnızca insan kimliğiyle bakarsa birbirine Babil Kulesini yenideninşa edebiliriz. Aynı dili konuşabiliriz tekrar, insanca. Hepimizin eşit olarak yaratıldığı, hiç
birimizin bir diğerinden üstün kılınmadığı bu dünyada başarmak zor olmamalı.
KAYNAKÇA
Mungan,Murathan (2015),Güne Söylediklerim.İstanbul: Metis Yayınları
BÜŞRA ŞEBİN
|
Her Genç Kızın Hayali: Fındıkkıran
Roma’nın devasa sütunlarını andıran giriş kapısıyla Ankara Devlet Opera ve Balesi, misafirlerini bir
balinanın ağzına giren küçük balıklarmış gibi yutuyor. Herkesi bir telâş almış, herkes ayrı bir yöne
koşturma derdinde. Yolu oradan geçen bir sinek, opera binasının önünde pinekleyen köpeğe bu
hengâmenin ne için olduğunu soruyor. Gürültüden bıkmış köpek, “Bu akşam Fındıkkıran’ın
prömiyeri var, biletlerin tükenmesi 3 saniye sürdü” diyor. Gerçekten de tüm çabamla ancak en
arkadan bilet alabilen ben de hâla bu sinek gibi merak içerisindeyim, acaba içeride ne var?
Gösteriden on dakika önce koridorlarda dolaşırken Dame Ninette de Valois heykeline
rastlıyorum ve Türkiye’de balenin kurucusu olduğunu öğreniyorum. Fındıkkıran
heykeliyle fotoğraf çekinen insanları geçerek salona döndüğümde Türkiye’de sanatın
gelişmesi için başta Atatürk olmak üzere çok emek veren isimler geliyor aklıma ve
minnet duyuyorum.
Derken ışıklar kapanıyor ve aylardır beklediğim Fındıkkıran Balesi başlıyor. Dekorlar
uzun bir uğraşın sonucu olduğunu belli edercesine görkemli ve Broadway’de
izlediğim Les Miserables (Sefiller) müzikalinin dekorlarını anımsatıyor. Sahnenin buz
üstüne kurulu olduğu izlenimi veriliyor, çocuklar ayaklarında patenlerle kayarken
ilkokulda okuduğum Gümüş Patenler’i düşünüyorum. Adeta süzülüyor gibi kayıyor
göstericiler ve Tchaikovsky bestesinin yetenekli balerinler ve baletlerle mükemmel bir
prodüksiyonda birleşmesini büyük estetik haz duyarak seyrediyorum.
Bir sonraki sahnede Noel gecesi tasvir ediliyor, herkes hediye alırken ben de acaba ne
isterdim diye düşünüyorum. Ne isterdim bilmiyorum ama kesinlikle bir “fındıkkıran”
istemezdim. Ancak Clara’nın Fındıkkıran’ı eline aldığında yaşadığı sevinç görmeye
değerdi gerçekten. Oyuncağı sımsıkı tutup göğsüne bastırışı asla ayrılmama isteğinin
fiziksel ifadesiydi. Okuduğuma göre Clara, Fındıkkıran’ı bir prens olarak hayal ediyor
ve sahnede olaylar gelişiyor. Güçlü ve cesur Fındıkkkıran korkunç farelere karşı
savaşıyor. Bilinçaltının sahneye akması gibi... Farelerin Clara’nın korkuları olduğunu
düşünüyorum. Korkuları fare silüetine bürünmüş karanlıkta sinsice dolaşıyor, neyse ki
Fındıkkkıran var. Her genç kızın hayallerindeki prens sahnede de tasvir ediliyor.
Sonrasında Fındıkkıran yine oyuncak boyutuna dönüyor ve Fındıkkıran’ın başrol
olduğu birkaç dakikayı geride bıraktığımızda farklı kültürlerden insanların danslarını
sahneleyen birçok balet ve balerin geliyor sahneye. Çinliler, İspanyollar,
Hintliler...Danslarda vücutlarını hiç zorlamadan kuğu gibi süzülmeleri beni çok
etkiliyor. Herkes hangi notada nerede duracağını biliyor. Ahenk o kadar iyi oluşturulmuş ki bazen
dünyaya ait olamayacak kadara güzel olduğunu düşünüyorum. Rengarenk elbiselerin
içinde bir uçtan bir uca zıplayan, dönen, parende atan, yuvarlanan insanların müzik ve
kareografiyle böylesine uyumlu bir pozisyona oturabilmesi balenin en inanılmaz yanı
olmalı.
Ne yazık ki bir şarkı dışında müziklerin ne kadar unutulmaz olduğunu
söyleyemeyeceğim. Elbette dansla muazzam bir uyum içinde ancak Tchaikovsky’nin
diğer baleleri Kuğu Gölü ve Uyuyan Güzel müziklerinin etkileyiciliği yok maalesef.
Belki de sahnenin curcunası fazlasıyla gözümü aldığı için kulağımı ayırıp müziğe
yeterince odaklanamıyorumdur. Ancak balerinin o bembeyaz eteğiyle solo
performansını sergilediği sahnenin müziği her bir notasıyla zihnimde kalmış gibi
hissediyorum. Notaların kelimelerle ifade ediliyor olabilmesini çok isterdim. O zaman
belki de hislerim en berrak varlığıyla kağıtlarda vuku bulabilirdi. Fransız
sembolistlerinin bu gizemi yakaladığını düşünüyorum çünkü Baudelaire, Rimbaud ya
da Valery okuduğumda/dinlediğimde kulağıma gelen seslerin yalnızca harflertopluluğu olmadığı çok açık. Bu büyük sanatkârlar notaları harflerin içine gizleyerek
yazıyor şiirlerini. Ahengi ister Tchaikovsky gibi anlatsın ister Valery gibi anlatsın,
sanatçının yüce ruhu eserinde hissediliyor.
Her ne kadar duyularımı yalnızca sahneyle sınırlandırmak istesem de estetik değeri
çok yüksek olan performanslarda bir de bakmışım eserin bana çağrıştırdıkları içinde
kaybolmuşum ve sahnede bir balerin dans etmiyor da Valery dans ediyor, Dame
Ninette de Valois dans ediyor, Atatürk performans sonrası sanatçıları tebrik ediyor ve
ben de kulise gidip orkestra şefiyle tanışıyorum. Sonra kendimi kaybedip tüm odağımı
yitirdiğim için üzülüyorum ama bu durumun tuhaf yanı her eserde dalıp gitmiyor
olmam. Ahenk çok etkileyici olduğunda bazen beni adeta kendimden geçiriyor ve hayallerimin
içine sarılmış, koltuğumda uyuyorum. Oysaki tam tersi durumda genelde pek de beğenmediğim
gösterilerde ne hikmetse pür dikkat ayaktayım. Gittiğim ilk klasik müzik konseri Borusan Filormoni
Orkestrası’nın Cemal Reşit Rey salonundaki gösterisiydi ve çok beğenmeme rağmen
uyuyakalmıştım. Zannediyorum buna güzelliğin uyutucu etkisi adını verebiliriz.
Dalıp gitmeler, kendinden geçmeler, alkışlar, takdirler, tebrikler, iç çekmeler derken
perde çekiliyor ve bir gösterinin daha sonuna geliyoruz. Biraz olsun ilgileneceğini
tahmin ettiğim insanlara Fındıkkıran’ı mutlaka görmeleri gerektiğini söylüyorum.
Evde ayaklarını kanepenin üstüne uzatıp kuruyemiş yerken seyredilebilecek hiçbir şey
sahnenin karşısından dimdik oturarak seyredilenin yaşattığını yaşatamaz. Hele de
mevzubahis olan Fındıkkıran gibi bir mucizeyse...
Zeynep Ceren Şen
21703537
|
Damla Nur Parıltı
10210
22.12.14
Sınır Tanımayan Beden
Gregory House dünyanın en aykırı ve en iyi doktoru olarak birçok ülkede adından
bahsettiren güçlü bir karakterdir. House dizisinin ana karakteri farklı bir kişiliğin ve güçlü bir
zekânın birleşiminden ortaya çıkan üründür. İşte bu yüzden insanların dikkatini ilk bakışta
kendine çekmektedir. Dizi her bölümde bambaşka bir noktaya parmak basıp olaylardan değişik
anlamlar çıkarsa da aslında House ve çevresindekilerin göründüklerinden daha derin anlamları
perdeledikleri çok aşikâr.
House’un etrafındaki dokuz kişi; Foreman, Wilson, Chase, Cuddy, Cameron, 13, Taub,
Kutner ve Amber, onun olmazsa olmaz üç eşyası ve “bacağı” onu tamamlayan olguların
temsilcileridir. Yani House bir beden ise geriye kalanlar da onu tamamlayan parçalarıdır.
Bedenin en çok ihtiyaç duyduğu, onun var olması için en çok gereken şey ruhudur. Foreman en
başından beri ekibin içinde olan ve House’a en çok benzeyen karakterdir. House’un özelliklerini
yansıttığı için Foreman bedenin ruhu olmuş, ona hayat vermiştir. House’un en yakın arkadaşı
hatta anlaşabildiği tek arkadaşı Wilson’dır. Wilson; sadece kendi adına değil başka insanlar
adına da çok uçuk kararlar veren House’un kararlarını sorgulayan, onun kafasında soru işaretleri
yaratan kişidir. Yani Wilson vicdan rolündedir. Bedenin yaptıklarının sorumluluklarını hatırlatır,
içinde bir yük yaratır ve onu sorgulamaya iter. Chase ise başından beri House’un yancısı olan,
onun her istediğini yapan ve bu yüzden House’u daha da sınır tanımaz hâle getiren kişidir.
House’u pohpohlayarak onun egosu hâline gelir. House’un Chase’i kovması da büyüyen egosunu
tatmin etmek ve bastırmak içindir. Cameron ekibin belki de en zayıf halkasıdır. House yaratılan
kişiliği gereği kararlarının doğru veya yanlış olmasını önemsemedeğinden Cameron’ı pek
dikkate almamaktadır. Cameron, House’un verdiği kararların etik yanını düşünür, çoğu zaman
bunların doğru olmadığını iddia eder. Doğruluk Cameron’ın içine gizlenmiş duygudur. 13
genetik olan ve çaresi bulunamayan hastalığı yüzden hızlı ve anlık kararlar vermektedir.
House’un onu ekibe seçmesinde bu durum çok etkili olmuştur. Yeni şeyler denemeye açık ve
fazlasıyla değişik kişiliğiyle cesaretin vücut bulmuş halidir. Taub ise 13’ün tam aksidir, genelde
düşünerek hareket eder. Bazen duygularına yenilse de Taub’un bedenin mantığı olduğunu
söyleyebiliriz. Kutner diğerlerinin aksine bir saflık örneğidir. Üvey bir ailenin elinde çok sıkı
korunarak büyümüş ve bu yüzden insanların ya da olayların sadece iyi kısmını görebilmektedir.
Ama House’un yanında çalışıp vakit geçirdikçe Kutner’ın da kötülüğün farkına vardığı
görülüyor. En sonunda da intihar ederek hayatına son veriyor. Bunu küçükken insan bedenin
saflıkla dolu olduğuna ve zaman ilerledikçe bu saflığın gittikçe kaybolmasına bağlayabiliriz.
Amber ise bilinçaltıdır. Zaten dizinin belirli bir bölümünde de onu House’un bilinçaltının dilegelmiş hâli olarak görüyoruz. House’un kafasının bir köşesinde saklı kalmış en ufak bir bilgiyi
bile ondan öğrenmesi bunun kanıtıdır. House’un en büyük zaafı Cuddy onun patronudur.
House’un patronunun ve hastanenin kuralları çerçevesinde az olsa sınırlandırılması tıpkı bedenin
aşk tarafından kontrol edilmesine benziyor. Aşkın gücü karşısında onun isteklerini yerine
getirmekten başka şansı var mıdır bedenin?
House’u en çok zorlayan, belki de onu olduğu kişi yapan sürekli ağrıyan bacağıdır.
Agresif ve çekilmez biri olmasında bacağının büyük payı vardır. Bacağı insanların önüne çıkan
engelleri temsil eder. Bedeni ve onun bütün parçalarını zorlayan engeller… House’un ağrısı
yüzünden ekibi, Wilson ve Cuddy onun azizliğine uğrarlar. Laf sokmalara, küçük ama sinir
bozucu şakalara ve hatta kavgalara bile neden olabiliyor bu bacak. Bunların hepsi engeller
karşısında verilen tepkiler oluyor. Peki bu engellere karşı hiçbir çözüm yolu yok mu? Engelleri
aşmak için alınan destek de baston oluyor. Bu destek arkadaşlar da olabilir, insanın kendi çabası
ve istediği de. “Vicodin” yani ağrı kesici ise kesin çözümdür.. House ağrı kesici aldıkça
bacağının ağrısı diniyor ve daha rahat bir şekilde vakaları çözüyor. Onun bu ilaca olan
bağımlılığı da mutluluğu temsil eder. Engelleri aşan bir insanın hissettiği mutluluk gibi...
İnsanlar rahat yaşamak ister ve hayatları boyunca hiçbir problemle karşılaşmamayı diler. Son
olarak House’un masanın vazgeçilmez parçası olan kırmızı ve gri renkteki büyük topu onun
zihninde yolculuk yaptığı zamanlarda onu rahatlatan şeydir. Hayal gücünü kullanarak meydana
gelebilecek bütün olasılıklarını düşünür ve en uygun olasılığa göre hastaya tedavi uygular. Bu
yüzden topun hayal gücü yerine geçtiğini söyleyebiliriz.
|
Ölümün Sübjektifliği
Doğmak ,yaşamak ve ölmek. Hayat olarak adlandırılan döngünün temel adımları. Ama ilk ikisi
o kadar tartışılmazken ölmek farklıdır. Hemnedir ki ölmek ? Soluğukesilip , son bir bakış atmak,
tüm seslerinkesildiği anda sonsuzluğa veya boşluğa düşmek , sonvermek acılara , tüm
yüklerden kurtulmak ; usulca hiçbir fark yaratmaksızın… Bu yüzden , ölüm insanlığın en büyük
korkusudur ; ama herkes için değil çünkü ölümün anlamı , hayatın anlamınave yüküne bağlıdır .
Bu yüzdendir ki yazarın aktarmak istediği gibi , ölüm aslında herkes içinkorkunç değildir; kimi
içdi nd md udt dlu db idr sdo dn ddudr. d d d d d d d dd d d d dd
http://www.hicbisey.com/wp-content/uploads/2016/02/%C3%B6l%C3%BCm.jpg
İnsanların ölüm ve korkusu yüzünden çıldırması gerektiğini düşünüyorum. Oysa tüm
insanlar bir şekilde ölüm düşüncesinden kendisi soyutlayıp, kendilerine türlü türlü uğraşlar
buluyorlar; ölümü düşünmemek için.Bu yüzden ölümden sonra yaşamı icat ettiğimize
inanıyorum. Böylece korkularımızı bir kapı ardına bırakıp kendi oluşturduğumuz gerçeklere
inanıyoruz. Bu durumun nedeni olarak ; sonsuzluğu ve ölmeyi anlamlandıramadığımızdandüşünüyorum.Çünkü, insan bir şeyi hissetmeden gerçeği tam olarak kabullenemez ,
kabullenmek istemez, beyninin içinde yarattıklarıylabaş başakalır. İşte tam olarak bu yüzden,
ölümün tanımı insandaninsanadeğişir; kimiiçin son, kimiiçinbaşlangıç, kimi için ayrılık ,kimi
için kavuşma anlamınagelir. Buanlamlar sayesinde kendi silik hayatlarımızı değerli veeşsiz
olduğu yanılgısına kapılıyoruz.Çünkü, aslındahayatlarımıza anlamkatan;anlamsız bir sonu
olması. Aa aa a aa a a a a a a a a a aa a a aa a a aa a aa
Öleceğinin bilincinde olan tek canlı insanolabilir, buyüzden derin bir hüzün ve dehşete
sebepoluyor,inanılmazbir kaygı hissediyoruz ; bu kaygıyla başa çıkmak için kendimize uğraşlar
buluyoruz ,hayatımızıboşa geçirmemeye çalışıyoruz . Hayatlarımız anlamlarını hiç
bulamayacağına inandığımız için sonlu hayatlarımızda , sonsuz bir arayışa giriyoruz. Bu yüzden ,
daha büyük ve değerli bir şeylerin parçası olmaya çalışıyoruz . Mesela , dinlere mensup
oluyoruz,Tanrı’dan bir parça olduğumuzu sanıyoruz. Çünkü , anlamsız ve boşbir hayat
geçirmekistemiyoruz, hayatlarımızın anlamlarını daha büyük ve kudretli bir şeylere bağlıyoruz
.Böylece ,bir hiç uğrunayaşamamış hissediyoruz ve “yaşadım” diyoruz hafif bir pişmanlık
haliyle. Aslındabu tutumutemel mesele olarak görüyorum . Güçlü görünmek için ; kalıplaşmış
düşüncelere ,dinlerimize ve dinsizliğimize , milletimize vecinsiyetlerimizinarkasına sığınıyoruz
.Bu yüzden ,farklılıklarortaya çıkıyor.
Buraya kadar sorun yok , sorun olan arakasına gizlendiğimiz bukimliklerle diğer
insanlara ve de canlılarayaptığımızbaskı ve kötülük. Çünkü, her insan kendiyarattığıkimliğin
daha yüce olduğuna inandığı için seçer ve savaşır . Her savaş gibi bu da yıkımyaratır. Sözgelimi ,
farklı dinlere sahip insanlar için , dünyadaki en doğru din kendisinin mensupolduğu dindir . Bu
da bizi yeni düşüncelere ve anlayışlara kapalı yapıyor ve saldırganlaştırıyor.Çünkü, haksız
olabilmenin ihtimalikor gibi yakıyor gönlü ve zihni , yine ve yeniden ölümünyarattığı büyük
boşluğu düşüyor , hayat anlamını yitirmeye başlıyor. Bu yüzden ölümün hayata
kazandırdıklarını tam olarak iyi veya kötü olarak ayıramıyorum. Hem anlam katıyor , hem de o
anlamda insanı boğuyor. Ama şu nokta önemli ; ölüm kaçınılmaz ve doğal olandır , doğmak
ve yaşamakgibi.
|
YILDIZLI BİR GECE
Gece, zifiri karanlık… Eğer şehrin sönmek bilmeyen ışık kargaşasından uzaklaşma fırsatını
yakalamışsanız görebilirsiniz yıldızları. Sonsuz, en koyusundan lacivert, dümdüz bir örtü üzerine
serpilmiş gümüş toz tanecikleri…Kalp atışlarımla eş zamanlı bir parlayıp bir soluyorlar; sanki
içlerinde yaşam gizli. Oysaki gördüğüm onların eski, havada asılı kalmış fotoğraflarından başka
bir şey değil. Belki de çoktan sönüp evrenin sonsuzluğuna karışmışlardır.
İşte böyle anlarda, hastane odasının dar pencerelerinden geceyi izleyip o ünlü tablosunu yapan
van Gogh’un da benim gibi düşünüp düşünmediğini merak ederim. O da yıldızları benim gibi mi
görüyordu? Zannetmiyorum. Zira onun yıldızları çok daha canlı, çok daha büyük ve parlak.
Benimkiler gibi gecenin karanlığı tarafından yutulup gitme riskleri yok; onunkiler gecenin derin
lacivertleriyle adeta dans ediyor, kendi etraflarında girdap gibi dönerek geceyi aydınlatıyorlar.
Vincent van Gogh’u bu kadar olağan dışı yapan belki tam da budur. O, çaresizliğini, kederini ve
ıstırabını aldı ve canlı, umut dolu eserler yaptı. O, benim için, yaşamış bütün ressamlar ve fikir
adamları arasında en büyüleyicilerinden biridir bu yüzden.
“Yıldızlı Gece” van Gogh’u çok iyi yansıtır, çünkü o umudun ve çaresizliğin birleştiği büyülü bir
eserdir. Alt kısımda Saint-Remy kasabasını olanca kasvetiyle görmek mümkün. Renkler daha
koyu, tek hareketlilik ise kasaba evlerinin küçük pencerelerinden aheste aheste süzülen ışık
huzmeleri. Evlerin ve ağaçların hatları kalın bir siyahla belirlenmiş, resmin yukarısındaki akışın
tam zıttı. Issız ve uzak dağlar ise aynı kasvetli havaya derinlik katıyor. Acıyla ağlayan o yalnız
adama sırtını dönen kasaba, o anda ölümsüzleşiyor.
Eserin yukarı kısmı ise apayrı bir hikaye. Koyu yeşiller yerlerini açıktan koyuya mavinin tonlarına
bırakmış durumda. Fırça darbeleri daha özgür, belki de daha hareketli. Buna rağmen, renkler o
kadar sakin bir biçimde birbiriyle bütünleşiyor ki bakanlar da o dinginliği hissetmekten
kendilerini alamıyorlar. Bu kısımda keskin hatlar ve sert darbeler yok, akıcı bir hareket var. Her
fırça izi, izleyicinin gözünü bir diğer izi takip etmeye itiyor ve insan bu hipnotik dansta kendini
kaybediyor.
Bu iki çarpıcı kontrastı bir köprü gibi birbirine bağlayan ise bir servi ağacı. Genelde mezarlara
dikilen bir ağaç türü olması ise ilginç bir nokta, ama ressamın bilerek bu ağacı seçtiğini
düşünmek çok da yanlış olmayacaktır. “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer.” diyen van Gogh için
ölüm, dışlanmışlıklarla dolu bir hayattan mutluluğa geçişin köprüsü olabilir mi?
Bu sorunun cevabını ya da bu resmi yaparken van Gogh’un aklından neler geçtiğini hiçbir zaman
tam olarak bilemeyeceğiz, tahmin dahi edemeyeceğiz. Çünkü o, zamanının çok ötesinde bir
beyindi. Zaten zamanının çok sonrasında keşfedildi.
van Gogh’un “Ben çoğunlukla gecenin, günden daha canlı ve daha zengince renklendirilmiş
olduğunu düşünüyorum.” sözü ise “Yıldızlı Gece”yi özetler bir bakıma. Gecenin soğuk renkleri
arasından kendini gösteren yumuşak sarılar, onu alt etmeye adeta yemin etmiş yaşama karşı
umudu simgeliyordur belki de. Vincent van Gogh, yaşamının acısını büyülü bir güzelliğedönüştürdü. Acıyı resmetmek zor değildir, fakat onu sevinci ve umudu göstermek için kullanmak
sıra dışı bir yetenek ister. Ve van Gogh tam olarak buydu: sıradışı bir yetenek.
Bazı tablolar içimizde anlık bir kıpırtı uyandırır. Bazıları ise içimize nüfuz eder. Çok azı ikisi
arasındaki ince ipte bir cambaz gibi dengede yürür. “Yıldızlı Gece” de bunlardan biridir. Bu tablo,
en karanlık ve ölü anların bile ne kadar parlak ve canlı olabileceğini gösteren bir belgedir adeta.
Umudun ve güzelliğin, hüzün ve çaresizlik ile olan harmonik dansını göz alıcı renkler eşliğinde
bize sunar.
Kaynakça: “Vincent van Gogh.” Vincent van Gogh – Vikisöz,
tr.wikiquote.org/wiki/Vincent_van_Gogh.
|
Çağla Durak
21301552
Ölümün Kıyısında Küçük Bir Umut Işığı
Kaybetme korkusu her zaman içimizdedir. Bir sevgiliyi, anneyi, babayı, bazense bir dostu kaybetme
korkusu. Ne yaparsak yapalım bu korkunun önüne geçemeyiz. Kalbimizin ortasına yerleşir elimizde
olmadan. Gerçekten kaybetmekse belki de başımıza gelecek en kötü şeydir. Çünkü birini kaybetmek
içimizdeki kaybetme korkusunu da yok eder. Ardında ise kocaman bir boşluk bırakır. En fenası da elimizde
olmadan kaybetmektir sevdiğimizi. Hiçbir şey yapamayız bu durum karşısında. Ölüm, hem değer
verdiklerimize karşı duyduğumuz kaybetme korkusunu hem de varlıklarıyla içimizi ısıtan o ışığı alır götürür
ve geriye yüreğimize saplanan buzdan hançerler bırakır. Başkahramanımız Hazel’ın da hissettiği tam da
böyle bir şey. Hazel kanser hastası, çok arkadaşı olmayan bir kız. Küçük yaşta başlayan hastalığına rağmen
ailesinin yanında çok neşeli. Belki de ailesinin yaşadığı kızlarını kaybetme duygusunu hissettiği için böyle.
Fakat Hazel yalnız kaldığı zamanlarda yalnızlığın derin sessizliğini kalbinin en derinlerinde yaşayan bir kız.
Fakat bir gün her şey değişiyor. Annesinin zoruyla gittiği destek grubunda ona hastalığını dahi unutturacakbiriyle tanışıyor. İşte aşk ve kaybetme korkusu burada başlıyor Hazel için. Gus, kendi gibi kansere
yakalanmış genç bir çocuk. Hayatı boyunca spor yaptığı halde bacağının birini kaybetmiş biri. İkisi de
çaresizlik dolu hayatlar yaşarken umut ışıklarını birbirlerinde buluyorlar. Gus, Hazel’ın durumunun
kendisinden daha ağır olduğunu, ölüme ondan bir adım daha yakın olduğunun bilincine vardığında
kaybetme korkusu bütün vücudunu sarmaya başlıyor. Her fırsatta Hazel’ın daha iyi olması için çabalıyor ve
hatta devletin ona verdiği tek dilek hakkını Hazel’la Hollanda’ya gitmeye, tek aşkının en sevdiği yazarla
tanışabilmesi için kullanıyor. İkisinin bu mucize aşkı hayal bile edebileceğimizden çok daha güçlü oluyor.
İster istemez kanserli bu iki gencin aşkına ve birbirlerini kaybetme korkularına özenirken buluyorsunuz
kendinizi. Ölüm etrafta kol gezinirken, bu karanlıktan çıkmak için birbirlerine tutunmuş bu iki genci
hayranlıkla takdir ediyorsunuz. Ne yazık, işler hiç planlandığı gibi gitmiyor. Bir anda Hazel kendini durumu
bir anda ağırlaşan Gus için cenaze konuşması hazırlarken buluyor. Ölüm kapkaranlık bir perde gibi aşklarını
gölgelemeye başlarken bu korkuyu siz de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Buna kader mi denir, şans mı
denir bilinmez fakat Hazel bu korkuya yenik düşmeyerek aşkını son nefesine kadar yaşatmayı başarmış,
hastalığına ve ölümün her daim ensesinde dolaşmasına rağmen gücünü hiçbir zaman kaybetmemiştir.
Filmin bir bölümünde Hazel’ın kendi içinde hesaplaşmasına şahit oluyoruz. Hastalığının ağırlığı onu çok
yorarken Hazel, Gus’ın onun için duyduğu korkunun ağırlığını daha fazla kaldıramıyor ve Gus’tan ayrılmak
istediğini söylüyor. Bu kararı kalbiyle vermediği çok açık. Fakat şu bir gerçek ki insanoğlu mantığıyla,
etrafına verdiği zararı en aza indirmek için istemediği kararlar verebiliyor. Hazel’ın da yapmak istediği tam
da bu. Vermesi çok zor olan bu kararı Gus’a açıklamaksa onun için ayrı bir kâbus. Bu da kaybetme
korkusunun filmde anlatılan bir diğer yüzü.
Kaybetmek sadece ölüm demek değildir. Bir insanı hayatınızdan çıkarmak ya da bir insanın kendi
isteğiyle sizin hayatınızdan çıkması da onu kaybettiğiniz anlamına geliyor. Hayatı hastalıkla geçmiş olan
Hazel’ın bildiği tek korku ölüm olduğu için belki de bu kararın arkasında duramıyor. Bu da filmin bize
gösterdiği bambaşka bir dram. Yüreğimizi parçalayarak biten Aynı Yıldızın Altında filmi bizi duygulandırdığı
gibi aynı zamanda kendi hayatımızda var olan duyguları da fark etmemizi sağlayan etkileyici bir film.
|
Ceylaner 1
Ege Efekan Ceylaner
21501891
Alevler İçinde Bir Gül
İçinde bulunduğumuz dünyada kadınlara yapılan eşitsizlikler her zaman sorun
olmuştur. Her ne kadar günümüz kanunlarına göre içlerinde ülkemizin de bulunduğu birçok
ülkede kadınlar ve erkekler eşit olarak görülse de, bu kanunlar tam anlamıyla uygulamaya
geçirilemiyor. Belki işlenen suçların yaptırımları yetersiz olduğu için belki de dinin yanlış
yorumlanmasından doğmuş inanışlarımızdan ötürü, kadınlar hiçbir zaman tam anlamıyla
özgür yaşayamıyorlar. Kanunlara rağmen sağlanamayan bu özgürlüğü düşününce yasaların
kadınları desteklemediği ülkelerdeki durumu hayal bile edemiyorum. Asıl üzücü olan şey ise
insanların bu durumu sanki doğal bir şeymiş gibi karşılayabilmesi. Birçoğumuzun da farkında
olduğu gibi bu sorunu çözmek için atılabilecek en önemli adımlardan biri, daha iyi eğitilmiş
bir nesil yetiştirmektir. Halkımız eğitimsiz olduğu sürece kültürümüzün getirdiği bu
eşitsizlikleri aşmamız mümkün değil.
Atalarımız ne güzel söylemiş “Ağaç yaşken eğilir”. Pek çok ülkede kanunlara göre
kadın erkek eşitliği olsa da çocuklarımıza bu kültürü aşılayamıyoruz. Misafir geldiğinde hep
kadınlar hizmet ediyor, evi hep kadınlar topluyor, hatta birçok ailede kadınların ne
giydiklerine veya nerelere gidebileceklerine bile erkekler karar veriyor. Böyle bir ortamda
yetişen bir nesilden kadınlara eşit davranmalarını veya bu kültürü elli yaşına geldikten sonra
öğrenmelerini nasıl bekleyebiliriz ki? Özellikle ülkelerin kırsal kesimlerinde yaşanan eğitim
sorununa acilen bir çözüm bulunması gerekiyor. Ne yazık ki bu bölgelerde eğitim genellikle
erkeklere yönelik veriliyor. Hâlbuki yeni nesillere verilmesi gereken eğitim çift taraflı
olmalıdır. Eğer erkeklerin yanında kadınlar da düzgün bir şekilde eğitilirlerse ilerde kendi
başlarının çaresine bakabilecek hâle gelirler ve erkekler de ister istemez onları eşitleri olarak
görmek zorunda kalırlar. Christina Lamb de Ben, Malala adlı kitabında diğer birçok ülkede
olduğu gibi kadınlara adil davranılmayan Pakistan’da yaşayan Malala adlı bir kızın bu
haksızlıklara başkaldırıp eğitim hakkını kullanmaya çalışmasını ve bunu yaparken başına
gelen korkunç olayları anlatıyor. Bu kitabı okurken özellikle gerçek bir hikâye olmasından
çok etkilendim ve bir yandan da sinirlendim. Herhangi bir insana sırf eğitim hakkını
kullanmak istediği için bunlar nasıl yapılır aklım almıyor. Hâlbuki kadınlar hayatlarımızın en
değerli parçaları değil midir? En başta bize can veren, hayatları pahasına koruyan ve bu gün
olduğumuz insanlar olmamızı sağlayan annelerimizi nasıl kendimizden daha değersiz
görebiliriz?
Olaya bir başka perspektiften bakacak olursak, bu konuda umutsuzluğa düşmemiz için
bir sebep göremiyorum. Bundan yaklaşık yüz yüz elli yıl önce kadınların sahip oldukları
haklar ile şimdiki karşılaştırılamaz. Hatta o kadar bile geriye gitmeye gerek yok. Babam her
zaman anlatır; daha otuz yıl önce halam, dedem başka bir meslekte çalışmasını istediği için,
puanı tuttuğu halde hayalindeki üniversiteye gidememiş. Bu olay her ne kadar çok yakın bir
zamanda gerçekleşmiş olsa da, bu süreçte dünya o kadar hızlı değişmiş ki şu an anlatıldığında
inanmakta güçlük çekiyorum. Artık eskiye oranla çok daha fazla kadın eğitim görebiliyor.
Birçok ailede kadınlar istedikleri kıyafeti giyebiliyor, istedikleri adamla evlenip istedikleri işi
yapabiliyorlar. Eğer o dönemlerden bu dönemlere bu kadar hızlı bir geçiş yapabildiysek kısa
bir süre içerisinde geriye kalan sorunları da geride bırakabileceğimize eminim.Ceylaner 2
Sonuç olarak, başta eğitim konusunda geri kalmış olan kırsal bölgeler olmak üzere
bütün dünyada kadınlara ciddi haksızlıklar yapılıyor. Kadınların erkeklerle eşit görülmemesi
kabul edilemez bir durum ve bu eşitsizliğe dur demenin vakti geldi de geçiyor. Bu sorunu
çözmek için atmamız gereken en önemli adım ise halkımızın eğitim hakkından mahrum
bırakılan kısmına bu olanağı sağlamak ve eğitim alabilenlere de bu bilinci kazandırmak.
Umarım kısa bir süre içinde kadınlara hak ettikleri değeri göstermeyi öğreniriz ve bu sorun da
tarihin tozlu sayfalarına, bir utanç kaynağı olarak karışır.
Kaynakça
Lamb, Christina ve Yusufzay, Malala. Ben, Malala. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2014.
Baskı.
|
Gümrükçüoğlu
|
Can Utku Karadağ
Hayatın Pas Tutmuş Zincirleri
Sonsuzluk denizine bir rüya fırlatıyorum. Kimisi hayal diyor. Dinlemiyorum. Böylesine
mantıksız, uçsuz bucaksız dilekler dizisi olsa olsa bir rüya olur, diyorum. Sonsuzluk denizine bin
bir rüya fırlatıyorum. Onlara sıkı mı sıkı sarılıyorum. Kıyıdan okyanusa sürükleniyoruz. Dalgalar
yükseliyor. Fırtına hiddetleniyor. Her su darbesiyle eksiliyoruz. Nelerle çıkmıştım yola, neler
kaldı elimde? Tanımıyorum yolumu, yoldaşlarımı, savaşlarımı. Çığlıkları duyuluyor son
serzenişlerimin, yakında batacağım. Vaveyla kopardığın kadar duyulduğun bu dünyada, sema
sesimle inlese de duyanım yok. Atlas’ın göğü yüklendiği gibi bütün bir denizi sırtıma
yükleniyorum. Yakında batacağım. Yine de fırtınanın gözüne yürüyorum. Kadere soracağım
sorular susuyor, mezarlar yalnızlığıma küsüyor. Kara çok uzakta, hayat dediğin bu okyanusun
tam ortasında, ilerliyorum.
Edvard Munch’un Fırtına tablosunda, bütün
bir felaketin içinde fırtınaya doğru yürüyen,
beyazlar içindeki o kadını kendime bu yüzden
yakın hissettim. Alabildiğine siyah diyarla zıt bir
şekilde pirüpak elbisesini takınmış, yolunu
herkesten ayırıyor ve insanlar onu şokla izliyor. Bu
normlardan sıyrılmanın bedeli olsa gerek. Çok iyi
biliyorum. Ağaçlar reverans ediyor, çatıları evlerin kanatlandı kanatlanacak. Her şey susuyor,
sadece rüzgâr uğulduyor. Ne anlatmaya çalışıyor, dinliyorum.
Herkes Edvard Munch’u Çığlık tablosundaki dışavurumuyla mimler gözünde. Oysa bu
tablo bence daha büyük buhranları dillendiriyor. Öte yandan beyazlar içindeki kadının jestleri
bana Çığlık tablosunu da anımsatmıyor değil. Peki neden herkesten ayrılmış, fırtınaya doğru
yürüyor, diye soruyorum kendime. Cevabı tabloda bulamıyorum, kendimde arıyorum. Zihnimin
dehlizlerinde tanımadığım bir insanla yolculuk yapmaya başlıyorum. İnsanın zihni anılardan çok,
cevap aramayı bırakılan sorular labirentinden oluşur; beyaz elbiseli o kadınsa bilinçaltımın soru
dolu labirentlerinde bana bir rehber oluveriyor. Önce ona soruyorum: “Neden fırtınaya doğru
yürüyorsun?” Fırtına olmasaydı savaşım, hayata boyansaydı bu tablo yine de sorar mıydın aynı
soruyu, diyor ve susuyor. Hak veriyorum. Dışavurumculuğun gerçeklerini hatırlıyor ve tabloyuCan Utku Karadağ
zihnimde hayata boyuyorum. Evler, ağaçlar, tanımadığım diyarların kara bulutları... Birer
deneyime dönüşüyor gözümde. Kulaklarını tıkayıp, feryat figan eden o kadınlar birer gözyaşına
dönüşüyor. O beyaz kadınsa yanımda Çığlık’ın o tanıdık tonlarına evriliyor ve bütün bir hayat
savaşını dillendiriyor. Annesini ve kız kardeşinin ellerinde ölmesini izleyen ve onun için ölüm
dolu bir diyarı fırtınaya boyayan bir ressamı anlatıyor. Dinliyorum. Dinliyor ve anlıyorum.
Zihnimin karanlık sularına bir soru daha fırlatıyorum: “Zaman ve mekânın gerçekliği
duygularımızdan mı gelir, bir diyara duyduğumuz sevgi orada yaşanan güzel anların toplamına
mı tekabül eder?” Bir ses daha yükseliyor tablodan: “Hayatı, mekânı, zamanı dillendirdiğimiz
şekilde tasavvur ederiz. Dış dünyaya armağan ettiğimiz öyküler, iç dünyamızın beden bulmuş
halidir.” Ardından yine derin bir sessizlik.
Tabii ya! Fırtına diyoruz bir hayatın pas tutmuş zincirlerine, o zincirler birbirine geçip
katlanılmaz uğultularla boğarken bizi. Bu tablo bir hayatı anlatıyor. Buhranı, ziyanı, dur durak
bilmeyen bir kahroluşu... O beyaz kadın benim, sensin, biziz. Tertemiz niyetlerle, yeni doğma
umutlarla tam gözüne yürüyoruz hayatın. Bazı diyarların rüzgarları bizden onları çalıyor,
eksiliyoruz. O diyarlardan nefret eder oluyoruz. Bazı diyarlarsa bize yeni dilekler, yeni rüyalar
bahşediyor; o diyarlara sıkı sıkı sarılıyoruz. “Fırtına olmasaydı savaşım, hayata boyansaydı bu
tablo yine de sorar mıydın aynı soruyu?” Sanırım sorardım. Zira alışmışım hayatın denizinde
rüzgarlarla bir oraya bir buraya savrulmaya fakat durup düşününce garipsiyorum. Hayatın
zincirleri benden milyonlarca kat büyük çarkların etrafında dönüp dururken pas tutmuş. Onları
ilk hallerine döndürmem mümkün değil. Fırtına olmasaydı savaşım, hayata boyansaydı satırlarım
sanırım bugünü yaşıyor olurdum. Zincirler birbirine geçip durur, hayat çığlıklarını bir fırtınanın
ardına saklardı. Yine de fırtınanın gözüne yürürdüm. Kadere soracağım sorular susar, mezarlar
yalnızlığıma küserdi. Hayat dediğin bu okyanusun tam ortasında. Bin bir rüyaymış takmışım
koluma, peki kaybettiklerimin kederi kazandıklarımın değeri ile gölgelenebilir mi? Bu soruyu
cevaplamak dirayetini kendimde bulamıyor, satırlardan uzaklaşıyorum. Hayatın paslı
zincirlerinin uğultusu yükseliyor, fırtına tenime çarpıyor. Hayat devam ediyor, yeni savaşlar beni
bekliyor.
Kaynakça
Edvard Munch The Storm 1893. (tarih yok). MoMA:
https://www.moma.org/collection/works/80644 adresinden alınmıştır
|
İcatlar, İnsanlık Tarihi ve Bedeller Arasında: Günümüzün Prometheusları
Yunan mitolojisinin en meşhur efsanelerindendir Prometheus’un hikayesi. Özetle,
Prometheus Zeus’u kandırarak onun insanoğlundan uzak tuttuğu ateşi alır ve bir kıvılcım
halinde insanoğluna armağan eder. Efsane, Zeus’un dehşetengiz intikamının anlatımıyla
devam eder: Prometheus Kafkas Dağları’na zincirlenir ve Zeus’un görevlendirdiği bir kartal
Prometheus’un kendini her gün yenileyen karaciğerini aynı sıklıkta, her gün, yer. İnsanlığın
bilim ve sanat ile tanışması, aydınlanma serüvenine başlaması, Prometheus’un akılalmaz
fedakarlığı sayesinde olmuştur (Encyclopaedia Britannica, 2017).
Daha adından bile okuyucudan hayranlık duymasının beklendiğini belli eden bir kitap
Ioan James’in “Büyük Mühendisler”i, bunun sebepleri de ortada. Kolaycılığa kaçacak olursak
ilk sebebin “büyük” insanlardan bahsediliyor oluşu olmasını söyleyebiliriz, nitekim James’in
bu eseri ile “kapağına bakarak kitap alınmaz” düsturuna bir istisna oluşturduğu yazıdan da
anlaşılacaktır. Bir diğer sebebe gelince: çok farklı kökenlerden ve bir o kadar farklı
disiplinlerden de olsalar, birer “mühendis” bu insanlar. Zekalarına ve becerilerine duyulan
hayranlık bir yana, geldiğimiz noktada ve ilerleyeceğimiz gelecekte bütün gelişmelerin
arkasında olmuş ve olmaya devam edecek karar adamlarıdır bu insanlar. Daha gündelik bir
dille anlatılacak olursa; bu yazının bilgisayarda yazılmasını, bu yazının internet üzerinden
iletilebilmesini ve değerlendirilebilmesini bile borçlu olduğumuz insanlardır. Üstelik
neredeyse bir kesinliktir, yapacağımız bir sonraki harekette bile onlara borçlu olduğumuz bir
şeyin mutlaka kullanılacağı.
Sözlük tanımları birbirini tekrar eder nitelikte “mühendis” kelimesi için, ama gerek de
yoktur böyle bir resmi tanıma. Bir kişinin, bir soruna çözüm ürettiğini söyleriz, işte genel ve
bir o kadar da eksiksiz bir tanım mühendisler için (James, XI). Tanım bir mühendisi
anlatmayı amaçlamıştır, ama içinde sakladığı şey insanlığın tarihidir. Nedenine gelince...
Kim bilir nasıl bir lükstü zamanında, birine ulaşabilmek için en iyi ihtimalle saatlerce
beklemenin gerektiği tek renkli telefonlar; günümüzde ise metroda kablosuz internet
bağlantısı sunulmaması bariz bir eksiklik. Şu anda anlamlandırmak ne kadar zor geliyor değil
mi, bir yığın insanın “ateş”i bulduğunda deliler gibi sevinmesi? Örnekleri çoğaltmak çok
kolay, ama konunun özü de en az örnekler kadar çarpıcı. Her mühendisin icadı, insanoğlunun
sorunlarına çözüm olduğu kadar onun doğasındaki kolaycılık için de bulunmaz nimettir.
Çözülen her sorun daha farklı ve daha kapsamlı sorunları getirir, bir an önce çözülmeyi
bekleyen.
Bu zaman içinde tekerrür eden süreçler, insanlığın tarihidir; ve bu tarihin hız
kesmeden ilerleyebilmesini borçlu olduklarımız, doğalarındaki kolaycılığa karşı gelebilen bir
avuç insandır. Bu kişiler, insanlara ilerlemenin ilk aracını armağan eden Prometheus’un
günümüzdeki temsilcileridir.
Onlar, mühendislerdir.
Afilli duran bir benzerlik mühendisler ile Prometheus arasındaki, bir yandan eksiksiz
de. Prometheus’un insanlara aydınlığı getirmesiyle mühendislerin sorunlarımıza çözümgetirmesi arasındaki benzerlik hepimizin malumu, peki ya diğer bir benzerlik? Hani
Prometheus’un bu iyiliğinin karşılığında özgürlüğünü kaybetmesine ve her gün bir kartalın
karaciğerini yemesi ile cezalandırılmasına dair özelliğiyle ilgili bir benzerlik de var mıdır?
Kitap, bu karanlıkta kalan benzerliği de olanca sertliğiyle yansıtıyor; bu benzerliklerin
çoğu birer “ortak özellik” olmak üzere: “Birçoğu, doğdukları ülkeden ayrılıp, kariyerlerinin
büyük bir bölümünü sürdürecekleri başka bir ülkeye göç etmişlerdi.” (James, XIV).
Sayılamayacak kadar çok örnekte en azından eğitim yıllarında parasızlık ve imkansızlıklar
var, mesleki başarılarının ayakta kalma mücadelelerindeki tek şansları olduğu gerçeğiyle
yaşamak durumunda kalmış hemen hemen hepsi. Yalnızlık, Joseph Henry gibi birkaç istisna
haricinde adeta bir zorunluluk (James, 92). Sosyal hayat, hatta John Ericsson örneğinde
olduğu üzere bir evlilik, biraz daha başarılı olmak uğruna feda edilenlerin ilk sıralarında
(James, 99). Makine mühendisleri Thomas Telford (James, 38) ve George Stephenson’ın
(James, 66) meslektaşlarını tarihten bile silmeye itecek kadar derin hırsları, onlar için sıradan
bir hayatın olanaksızlığının belki de en büyük delili. Thomas Alva Edison için işitme
duyusunun kaybolmaya başlaması, “işine yoğunlaşmasını kolaylaştırdığı” için bir “avantaj”
olarak görülüyor, eski müdürünün “(Edison’un) vicdanının olmasının gerektiği yerde bir
boşluk olduğuna inanmaya başladığını” söylemesine hiç girmemeli (James, 145). Fikirlerinin
çalınması korkusunu taşıyan Nikola Tesla ise kusursuz bir çözüm bulmuş: “Sırlarını korumak
adına en önemli buluşlarını kağıda dökmemiş, onları şaşmaz belleğinde saklamıştı.” (James,
186).
Yukarıdaki sorunlar yumağı mühendisler için Prometheus alegorisinin son halkasını
oluşturduğu kadar, bizler ve hayatlarımız için de görülmeye değer bir gerçeği gözler önüne
seriyor: bugün başvurduğumuz her yeniliğin, her ilerlemenin ve her kolaylığın ardında
gözünü budaktan sakınmayan, acımasız bir disiplini yaşamı edinen ve insanlara sağladığı
kolaylıklardan birazını bile kendisine hak görmeyen “büyük mühendislerin” güle oynaya
çektiği çileler gizlidir. Onlardan geriye kalan ise, çektikleri çileler sayesinde geçen her
saniyede farklı bir yenilik ile gelişimine devam eden insanlık tarihinin ta kendisidir.
Kaynaklar:
“Prometheus, Greek God”. Encyclopaedia Britannica. İnternet.
https://www.britannica.com/topic/Prometheus-Greek-god . Erişim tarihi: 19 Kasım 2017.
James, Ioan. “Büyük Mühendisler: Riquet’den Shannon’a”. Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Mayıs 2017.
|
Erdoğan Yağız Şahin
Kripto Para: Yeni Bir Neslin Başlangıcı
1
990’larda ortaya çıkan cypherpunk hareketi tarafından temelleri atılan özgür,
merkezi olmayan dijital para fikrinin uzun bir sessizlikten sonra, 2009 yılında
anonim kişi veya kişiler tarafından yeniden doğuşu ile başlayan süreç giderek
büyümekte ve dünyayı etkilemekte. Fakat bu gidiş iyiye bir gidiş mi? Terör, suç ve benzeri
faaliyetleri düzenlemek için kusursuz bir çevre mi hazırlanıyor yoksa dünyanın dört bir
yanından tüm insanların faydası için, tüm insanların özgürleşmesi için bir mücadele mi
veriliyor?
Banking on Bitcoin filminde belirtildiği gibi paranın aslında sadece bir muhasebe
sistemi olduğunu ve daha da gelişebileceği fikrine katılıyorum. Bu sistem, yıllardır insanların
kendi paralarını kendi isteklerince yönetememelerine yol açıyordu ve hiçbir alternatif
olmaması yüzünden şimdiye kadar basit işlemler yapmak için dahi üçüncü bir partiye yüklü
miktar para ödemek zorunda kalıyorduk. Artık bu devrin kapanması için işaret fişeğinin
atıldığını düşünüyorum. Merkezi olmayan dijital para birimi fikri hakkında insanların çeşitli
görüşleri - olumlu veya olumsuz - oluşmaya başladı.
Bitcoin’in çıkışıyla giderek artan bağımsız elektronik marketleri ve şirketlerin
ürünlerini veya servislerini kripto paraları kullanarak sunmalarını sonuna kadar
destekliyorum, Silk Road benzeri marketler de buna dahil. Şu anki birçok kripto para marketi
yasa dışı amaçlarla kullanılmasa da ilk Bitcoin marketi Silk Road, yalnızca uyuşturucu satışı
yapılan bir platformdu, daha sonra kapatılsa da halen benzeri amaçla kullanılan marketler
bulunmakta. Uyuşturucu vb. maddelerin internet üzerinden satılmasının genel halk sağlığını
olumlu olarak etkileyeceğini ve bu maddelerin kullanımını azaltacağını düşünüyorum. Ürün
satmak için okul önlerinde bekleyen satıcılar, sokakta tehlikeli kişiler olması yerine
kullananların sadece kendileri için alacağını ve bunun sonucunda da halk huzurunun,
güvenliğinin ve sağlığının artacağını düşünmekteyim.
Kripto paraların giderek büyük şirketlerin ürünleri için kullanılabilmesinin en faydalı
yanının, sınırları, üçüncü partileri ve diğer unsurları etkisiz kılarak küresel bir dünya
yapılanması için büyük bir adım olduğunu düşünüyorum. Bir öğrencinin veya dünyanın
ekonomik olarak güçsüz bir yerinde yaşayan insanların kredi kartı veya banka olmadan
alışveriş yapması mümkün. Benim de kripto paralar ile tanışmam bu şekilde oldu, bir oyun
alarak.
Birçok kişinin ve kurumun kripto paraların kullanımının artması ile duyduğu ortak bir
endişe bulunuyor, para aklama ve terörizm alanında para aktarımını kolaylaştıracağı ve
hepimiz için bir tehdit olduğunu düşünüyor bazı kişiler. Banking on Bitcoin filminde
bahsedildiği gibi bunun paranoyadan, özgürlüğü engelleme çalışmasından veya bilgisizlikten
kaynaklandığı fikrine katılmaktayım. Günümüzde birçok terör saldırısında nakit para hatta ve
hatta arabalar ve kamyonlar bile kullanılıyor. Bu endişelerin tamamen yanlış olduğunu
düşünüyorum; tam tersine işlemlerin alıcı ve verici tarafları belli olmasa da tüm işlemlerin
halka açık olduğu biliniyor. Bu yüzden Bitcoin bu tip faaliyetlerde asla tercih edilen bir para
olmayacak, olursa da benzeri faaliyetlerin takibine fayda sağlayacak.Bitcoin, blockchain teknolojisi ve diğer kripto paralar halen çok genç ve şu an
bankalara, çevrim içi ödeme sistemlerine ve diğer ‘güvenilir’ üçüncü partilere karşı bir
özgürlük savaşı veriyor. Ne olacağını şimdiden kestirebilmek mümkün değil fakat her geçen
gün gelişen teknoloji, küreselleşen dünya ve getirdiği olanakları göz önünde bulundurunca
gelişmesi ve yaygınlaşması için bulunduğu ortam gayet iyi. İnsanların son 10 yıl içerisindeki
ekonomik krizleri değerlendirmesi, enflasyon ve devalüasyon kavramlarına aşina olması
sonucunda küresel tek bir para birimine geçmek isteyen insan sayısı az olmayacaktır. Bu
süreç şu an devam ediyor, Yunanistan ve Venezuela’da olanlar ve bunun kripto paralara
katkısı en güncel ve bariz örneklerden yalnızca biri. Küçük bir proje olarak başlayan
Bitcoin’in bu kadar kısa sürede böyle bir yol kat etmesi kesinlikle inanılmaz bir şey. Yakın
gelecekte aktif olarak kripto paraları kullanacağımızı düşünüyorum.
|
AKDENİZ HEYKELİ
İstiklal Caddesi’nde yürürken her geçen gün grilere daha da çok bürünen bu şehirde ne
yaptığınızı sorabilirsiniz kendinize, karşınızda yaşama sevincini kaybetmiş, asık suratlı yüzlerce insan
dururken. Kendinizi kalabalık içinde kaybolmuş gibi hissedebilirsiniz, zira attığı her adımda hayatının
bir adım daha eksildiğini bilen her insanda olur bu. Derken camdan bir kafesin ardında kollarını iki
yana açmış, ay gibi parlayan bir kadın görürsünüz; duygulardan arınmış bu şehirde size kucağını açan
ve sevgiyle bakan bir kadın… Şerit şerit dokunmuştur sanatkârı tarafından; ilk bakışta biraz var, biraz
da yoktur bu yüzden. Onu gördüğünde kimileri eski bir dosta bakıyor gibi hisseder, ancak kim
olduğunu çıkaramaz ve yoluna devam eder. Derin bakmayı bilen gözler ise onu hemen tanır; o, yani
Akdeniz Heykeli insanın ta kendisidir.
İlhan Koman yıllar önce Akdeniz’in hayalini kurarken diğer eserlerinde yaptığı gibi seyircisini
de eserine katmak ister, ancak bu sefer seyircisinin yorumlarıyla anlam kazanacak bir eser değildir
inşa ettiği, yaptığı bu güzide sanat eserine onların bir parçasını katar: herkesin karşısında görmeyi
arzuladığı, kendisine kucak açan sevgi dolu bir insanı. Heykelini yapraklardan oluşturur, kıvrım kıvrım
olan bu yapraklar yanından geçenlere dalgalanıyormuş hissi verecektir. Büyüklüğü, sevgide sınır
tanımayan cömertliği ve dalgalarıyla bu eser bir denizi hatırlatmaktadır; İhsan Koman ona bizden
olan, sıcaklığı ve cömertliğiyle bizi kuşatan Akdeniz’in adını verir. Onu Akdeniz kenarına yerleştirmek
ve mavinin her tonuna boyayarak gökyüzü ve denizle bir bütün hâline getirmek ister. İster ki Akdeniz
Heykeli kuşlarla sohbet etsin, gemilerle selamlaşsın ve dalgalarla oynayabilsin; böylece adına yaraşır
bir şekilde yaşayabilsin, mutlu olsun ve mutlu etsin. Ne var ki hayatın da Akdeniz Heykeli için bazı
planları vardır…Çoğu zaman karşılaştığımız sıkıntılardan şikâyet ediyor olsak da bizi biz yapan çektiğimiz
mihnetler ve içinden geçtiğimiz zorlu süreçlerdir. Yoğrulan bir hamur gibidir insan, aldığı darbeler onu
güçlendirir ve kıvama getirir, işte hayat insanları o zaman yaşamaya layık bulur. Hayat, Akdeniz
Heykeli’ni sevmiş olacak ki onun da önüne tıpkı biz insanlara yaptığı gibi zorlu sınavlar koyar, bu
sınavları geçip gerçekten bizden biri olabilsin diye. Akdeniz Heykeli masmavi olacakken beyazlara
bürünür; deniz ve gökyüzünü âdeta birleştirecek ve özgürlüğü simgeleyecekken beyaz bir kundak
içinde ağlayan bebeği, gelinliği içinde mutluluk gözyaşları döken bir gelini ve dünyadaki süresi dolan
kefenlenmiş bir insanı temsil eder. Akdeniz’in kenarında gemileri selamlayacağını, türlü eğlencelerinin
olacağını sanırken kendini bir insan deniziyle çevrelenmiş bulur; gemileri selamlamak yerine önündeki
buz tutmuş binalara bakakalır. Yalnızlığı ve uğradığı düş kırıklığı yetmez çevresindeki insan denizi ona
en sert dalgalarını gönderir. Tıpkı bir deniz gibi evrensel olan sevgiyi, barışı ve özgürlüğü temsil etmesi
gerekirken farklı ideolojilerin konak noktası olur, kimi zaman da hedefi. Onu kırmaya, parçalamaya
çalışırlar, direnir. Tüm bu olanlardan sonra insanlar onu koruyacaklarına söz verirler ve camdan bir
kafese hapsederler. Oysa Akdeniz’in fırsatı olsa kendine ait olan heykeli koruyacaktır; ona kuşlar
gönderecek, onu okşayan dalgalarıyla etrafına bir set çekecek, zinde rüzgârlarını heykelin yaprakları
arasına gönderecek ve onu olası tüm tehditlerden himaye edecektir. Ancak kimse Akdeniz’e bir şans
vermemiştir.
Karşılaştığı tüm zorluklara göğüs geren Akdeniz Heykeli’ni hayat kendine layık görür ve onun
insanın özünü simgelemesine izin verir. Ne zaman ki sanatseverler Akdeniz Heykeli’ni anlamaya
çalışacak, o zaman Akdeniz Heykeli bir aynaya dönüşecektir. Bakan kişi onda “insan”ı görecektir;
sevinciyle, acısıyla ve güçlü duruşuyla ilk insandan bu zamana kadar gelen ve “insan”ı temsil eden her
şeyi. Akdeniz her boşluğunda bir acıyı, kırgınlığı, terk edilmişliği ve ait olamayışı temsil eder; heryaprağında da insanı insan kılan barışı, özgürlüğü, mutluluğu ve cömertliği. Her şeyden önemlisi ona
bakan insanlar heykelin gözlerinde İlhan Koman’ın çok sevgili eserine verdiği değeri görürler; bir
insanın hayatta sahip olabileceği en özel şeyi, Akdeniz Heykeli’nin dünyadaki en kıymetli varlığını…
HATİCE KÜBRA ÇAĞLAR
KAYNAKÇA
Fotoğraflar https://www.teget.com/akdenizinhikayesi/’den alınmıştır.
|
Mehmet CUMAOĞLU
21102355
TURK 102- Sec. 021
Gönenç Tuzcu
2 Aralık 2014
SENDEN ÖNCE BEN / JOJO MOYES- ROMAN 2
TEK ÇARE ÖLÜM MÜ?
İnsan hiç ölmek ister mi? İnsan kendi ölümünü planlar mı? Ölmek için ailesiyle
bir antlaşma yapar mı? Kendi ölümü için gün belirler mi? Bir insanı bu duruma düşüren, bu
kararı almasında etkili olan süreç ne olabilir?
Senden önce ben, insanı ağlatan, hüzünlendiren, düşündüren bir roman. Jojo
Moyas’in okuduğum ilk kitabıydı. Elden ele dolaşacak, herkesin herkese tavsiye edeceği bir
kitap olduğuna inanıyorum. Kitabı okurken farklı bir dünyanın içinde, sorgulamalarınız
başlıyor. Hep ben olsaydım ne yapardım? Diye düşünüyorsunuz. Aslında herkesin başına
gelebilecek, herkesin bir anda engelli olabileceği gibi bir gerçeğin farkına varıyorsunuz. Evet,doğuştan engelli değilsiniz, şu anda engelli değilsiniz ama biraz sonra yaşayacağınız bir
olayla engelli olabilirsiniz. “Her insan bir engelli adayıdır” sloganı aslında doğru bir
slogandır. Belki bir gün ben de engelli olabilirim diye düşünmektense şu an için engellilerin
sorunu nedir diye düşünmek daha da doğrudur. Kitabı okurken bunu da düşünüyorsunuz.
Will’in yaşadığı sorunları okudukça şöyle bir durup etrafınıza bakıyorsunuz. Gittiğiniz
restorana, okuduğunuz okula, işyerinize, caddelere, yollara, otobüslere, otobüs duraklarına,
hatta evinize çıktığınız merdivene bir bakıyorsunuz ve düşünüyorsunuz. Eğer tekerlekli
sandalyede olsaydım bu engelleri nasıl aşardım. Düşünün hayatınızın büyük bir bölümünü
geçirdiğiniz eviniz, apartmanın ikinci katında, evet asansör var fakat asansöre ulaşmak içinde
çıkmak zorunda olduğunuz küçücük bir merdiven var. Sizin için küçük gözüken o merdiven
bir engellinin, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir insanın gözünde bir dağ gibidir. Sizin iki
saniyede çıkacağınız o küçük merdiven, bir engelli için büyük bir sorundur. Kitabı okurken bu
konularda farkındalığınızı artıyor. Artık etrafınıza bakarken daha dikkatli bakıp, daha
sağduyulu olmaya çalışıyorsunuz.
Basit bir hayatı olan, hayatın detaylarıyla boğuşan biraz sakar, biraz saf bir kız
olan Lou, Will’in hayatında neleri değiştirebilecekti? Will ‘in bakıcısı olarak işe alındı ama
Will’in, onun hayata bakış açısını değiştirebileceğini hiç tahmin etmedi. . Aslında O Will’in
hayatında bir fark yaratmak istedi ama Will onun hayatında birçok şeyi değiştirmesine sebep
oldu. Maalesef yanlış bir zamanda, yanlış bir aşk yaşandı. Ama ikisi de yaşanan bu aşktan
pişman olmadılar.
Çaresizlik herhalde insanoğlunun yaşadığı en kötü duygudur. Belki çözümler
vardır ama bu çözümler çaresizliğin ve acizliğin karşısında yeterli değildir. Ya da bazı
insanlar için bu çözümler yeterli değildir. O insanı, bu çözümler mutlu etmeyecektir. Willi’de
mutlu etmediği gibi. Bu çaresizliğin içinde insan kendine en doğru gelen çözümü üretmeye
çalışıyor. Kendi için bu çözüm doğru olabilir ama ya etrafındakiler. Annesi, babası, kardeşive sevgilisi ya da bakıcısı, nasıl dayanacaklardı. Will, bir karar vermişti, tek istediği
etrafındakilerin bu karara saygı duymasıydı.
İnsan yaşamaktan nasıl vazgeçebilir? Nasıl bir anda her şeyi bitirmek isteyebilir
ki? Ötenazi… Hayatını normal bir şekilde devam ettirebilen insanlar için bu düşünce
anlaşılmayabilir belki ama gene de zor bir karar olsa gerek. Basında bazen bu haberlere
rastlıyoruz. Ötenazi doğru mu yanlış mı diye hala tartışılmaktadır. Bazı ülkelerde ötenazi
isteği yasal olarak kabul edilmekte. Olaya dinler açısında bakıldığında, din olgusunda bu
istek günah olarak değerlendirilmektedir. Ötenazi isteyen insanların yaşadığı şartlar
düşünülünce, bu isteklerinde haklı olup olmadıkları belki tartışılabilir ama kendi istekleri
olduğu içinde saygı duymak gerekir.
Will bir karar vermişti, tek istediği sevenlerinin bu karara saygı duymasıydı.
Çünkü o bu şekilde yaşamak istemiyordu. Hayatın akışı içerisinde hep kararlar alırız, nerede
okuyacağımız, nerede çalışacağımız, kiminle evleneceğimiz, bu yaz tatilimizi nerede
geçireceğimiz ile ilgili bir dolu kararlar alırız ve aldığımız kararları da bir şekilde uygulayıp
hayatımıza devam ederiz. Ama Will’in kararı devam etmek değildi, bitirmekti. Bizler okurken
belki ağladık ama Will ölürken çok mutluydu.KAYNAKÇA
Moyes, Jojo. Senden Önce Ben: Pegasus Yayınları, 2013
|
Helin Kalkan
21902125
HAYATI BEKLEMEK
İnsanoğlu çoğu zaman kaygıyla yaşar. Kendisi, sevdikleri, hedefleri, hayalleri için
endişelenir durur. Kafalarda soru işaretlerine yol açar bu endişeler. Her daim neden, nasıl, ne
zaman diye düşündürür. Asıl cevaplanması gereken ve merak uyandıran soru ise çok basittir
esasında: Bu koca ömür nasıl geçecek? Hele ki sizler de benim gibi daha yolun başındaysanız
bu soru kafanızda dönüp durur. Cevap biraz ürkütücü olsa da gerçeklerin suratımıza
çarpmasından başka bir şey değildir aslında. Beklemek, hayatın belki en korkunç belki de en
güzel yanı, yanıt olarak karşımıza çıkmaktan geri durmayacaktır.
Küçüklüğümden beri en sevdiğim şeylerden biridir, gözlem yapmak. Son zamanlarda
daha da sık yaptığım bu eylem bir noktada kafamdaki o esas soruya cevap bulmamı
sağlıyordu aslında. Geçen cumartesi sabahı da babamı gözlemleyerek başladım güne. Saat
daha yedi olmadan yatağından fırlamıştı, işe gitmek için hazırlanıyordu. Önce duşunu aldı
daha sonra tıraşını oldu ve dişlerini fırçaladı. Banyodaki işi bittikten sonra özenle
kıyafetlerini dolabından çıkardı ve üstünü değiştirdi. Aynada kendine bakarken nasıl bu kadar
enerjik ve mutlu olabildiğini sordum babama. Aldığım cevap ise şuydu: ‘’ Yarın günlerden
pazar, kızım.’’ Şaşırmamıştım dersem yalan olur. Yani altı gün boyunca babamın şevkle
yatağından kalkmasını sağlayan şey, televizyonun karşısına geçip keyif yapabildiği pazar
günlerini heyecanla bekleyişinden başkası değildi, öyle mi? İşte tam da o an ömrümüzün her
daim bir şeyleri beklemek ile geçeceği ve bunun bir döngü olduğu gerçeği aniden kafama
dank etti. ‘’Bu herkeste böyle midir acaba?’’ diye bir korku sardı içimi. Babamı yolcu ettikten
bir süre sonra kitap okumak için salona geçtim. Haydar Ergülen’in Meğer isimli deneme
kitabını okuyordum. Sayfayı çevirmemle beraber ‘’ Beklemek Olmasaydı’’ adlı bölümü
gördüm. Bugünkü düşüncelerim ardından böyle bir denemeye denk gelmem son derece
manidar bir olaydı. Yazar, tam da düşüncelerime tercüman oluyor ve içimdeki korkunun ne
denli haklı olduğunu açıklığa kavuşturuyordu kitabında. Şöyle diyordu yazar ilk paragrafta:
‘’Ömrüm beklemekle geçti. Hep bir şeyleri bekledim. Sevgilinin dönmesini, çocukların
büyümesini, savaşın bitmesini, baharın gelmesini…’’ (Ergülen 90). Tam o esnada annemçarptı gözüme. Televizyonun karşısına geçmiş gündüz kuşağı programlarından birinin
başlamasını büyük bir heyecanla bekliyordu. Program bittikten sonra ne yapacaktı peki? Bu
sefer de akşam olup babamın eve gelmesini, hep beraber sofraya oturup yemek yememizi
bekleyecekti. Ertesi sabah belki abimin telefon etmesini bekleyecek, istediği telefon
gelmeyince üzülecekti. Hafta içi olduğunda ise faturaları yatırmak için bankaya gidip orada
sıra bekleyecekti belki de. Bekleyecek bir şeyi kalmadığında ne olacaktı peki? Bu sefer
kendimden pay biçmeye çalıştım. Ben ne yapıyordum? Bekleyecek bir şeylerim
kalmadığında bu sefer de canım sıkılıyor, bekleyecek işlerim olsun diye âdeta yalvarıyordum
Allah’a, beklemeyi bekliyordum. Tıpkı Haydar Ergülen’in kitabında söylediği gibi: ‘’Bazen
de yalnızca bekledim, neyi beklediğimi bilmeden bekledim yalnızca. Çünkü hep bir şeyleri
beklemekle geçen hayat, sonunda beklenecek hiçbir şey kalmayınca, yalnızca beklemekle
geçiyor. Beklemeyi beklemekle geçiyor.’’ (90).
Esas sorunun cevabını almıştık; kısa ya da uzun fark etmez, neredeyse tüm ömürler
beklemekle geçiyordu. Doğru durakta bekler isek ne güzeldir beklemek ama ya yanlış
durakta isek? Ya gelmeyeni bekliyorsak? Sanıyorum ki o zaman cehennemden farksız olurdu
beklemek. Ancak güzelliği ve kötülüğü bir kenara bırakacak olursak, kabul etmemiz gereken
bir şey vardır ki o da hayatın ve zamanın beklemek ile anlam kazandığıdır. Haydar Ergülen’in
de yazısında bahsettiği gibi: ‘’Bugün zaman her şeyin üstünde ve ötesinde, adeta göksel bir
ulaşılmazlığa sahipse ve hakkında söylenenler, düşünülenler, yazılanlar bir nehir gibi
durmadan akıyorsa, zamanın önünde akan sular duruyorsa bunun ilk nedeni bekleyiş, ikincisi
ise umuttur.’’ (97). İşte böyleydi hayat, beklemeyi âdeta başrol yapmıştı kendi hikâyesinde.KAYNAKÇA
Ergülen, Haydar. Meğer. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018. Baskı.
|
Hasna Gül Dülgeroğlu
BAŞKALARININ GÖLGESİNDE
Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk hepimizin aşina olduğu bir konuyu derinlemesine
işliyor. Okumadan önce yazarı hakkında çok fazla bir fikrim yoktu, bir kitapçıda gezinirken
sadece ismi dikkatimi dikkatimi çektiği için aldığım bir kitaptı ki isminin hakkını da
fazlasıyla veriyor diyebilirim. Son yıllarda hepimizin mustarip olduğu sıradanlaşma olgusunu
o kadar güzel anlatıyor ki kendi hayatımıza dönüp, şu an ben gerçekten istediğim yerde
miyim? Hayallerime ne kadar yakınım? Ya da en kötüsü, benim bir hayalim var mı?
Sorularını tekrar tekrar sormanıza sebep oluyor. Bazen hayatın akışına kendimizi o kadar
kaptırıyoruz ki, rüzgar bizi nereye savurursa oradan yaşama tutunmaya devam ediyoruz. Ne
sorguluyoruz ne de sitem etmeye vakit bulabiliyoruz. Günlük telaşlarımıza o kadar
kaptırıyoruz ki kendimizi, bir gün bir yerlerde bir hayal kurmuş muyduk onun bile ayrımına
varamayacak hale geliyoruz. Özetle, hayal kurmanın bile bir hayale dönüştüğü bir dünyada
kurduk kendimize, farkına bile varmadan sadece nefes alıp veriyoruz.
Halbuki, biz güzel hayalleri olan çocuklardık. Büyüyünce şunu olacağım, diye
başlayan cümlelerimiz vardı bizim, hala sonunu getiremediğimiz. Hayallerimizi de kendimize
benzettik, tek tipleştirdik. Ulaşamayacağımız hayaller kurmamayı o kadar iyi öğrettiler ki
bize, hayal kurmayı unuttuk. Bize verilen hayat şartlarının en iyisi olduğuna o kadar iyi
inandırdılar ki bizi, daha iyisini yapabileceğimizin farkına bile varamadan yaşlandık. O kadar
çok insan var ki neden yaşadığını unutan, en başında bu yola neden çıktığını unutup başka bir
yola sapan. Sahi benim en büyük hayalim neydi? Bir zamanlar sahip olmak için yanıp
tutuştuğum. Ne kadar uzağındayım şimdi onun, unutmuşum. En güzel meyveleri sıkmıştı
annelerimiz güçlenelim diye, büyüyüp hayallerimize kavuşalım diye, şimdi posaları
hepimizin boğazına dizildi.Kimi durdurup sorsan şimdi yolda, acelesi, yetişeceği bir yeri, belki geç kaldığı bir işi
vardır hatta bazıları durmazlar bile. Hepimiz o kadar meşgulüz ki, sormayı unuttuk kendimize
şuan istediğin şeyi mi yapıyorsun diye. Belki de o kadar uzun süre sormadılar ki bize,
sorgulamak aklımızın ucundan bile geçmez oldu. Ana karakterimiz Gerhard Warlich işte tam
da böyle bir zamanda sorgulamaya başlıyor hayatını. Hayalleri elinden alınan bir adam
olduğunu, aslında bir gün ölmek için yaşadığını, belki de ölmesinin hayatını anlamlı kılacak
tek şey olduğunu böyle bir zamanda fark ediyor. Yalnızlaşıyor sonra, çünkü ondan başka
kimse sorgulamıyor bu düzeni. Sınırlarını başkalarının belirlediği bu hayatı o sınırlara
yaklaşmadan kimse fark edemiyor çünkü.
Aslında mutlu değiliz hiçbirimiz, ama mutluluk aramayı da bırakmışız zaten, ufak
memnuniyetler yetiyor bizi hayatta tutmaya. Sorgulamaya başlarsak mutsuz olmaktan
korkuyoruz o kadar korkuyoruz ki hatta, o sınırlara yaklaşmaya bile cesaret edemiyoruz çoğu
zaman. Çünkü mutlu değiliz ama en azından mutsuz da değiliz, hele heyecanlı hiç değiliz,
sıradanız, normaliz, ortalama bir ruh halinde yaşayıp gidiyoruz. Belki de artık birilerinin
durun demesi gerekiyordur. Belki de birilerinin bize hatırlatması gerekiyordur, yaşamanın bu
olmadığını. Belki birinin bize ilham olması gerekiyordur. Belki de bir cevabı olmasından
korktuğumuz ama asıl verebilecek bir cevabımız yoksa korkmamız gereken o soruyu
sormamız gerekiyordur kendimize: Benim bir hayalim var mıydı? Sonra, Gerhard kadar
şanslıysak bir cevap buluruz bu soruya, ve artık korkularımızı bir kenara bırakıp kendimiz
için çabalamaya başlarız. Sonunda mutsuz da olsak, gerçekleştiremesek de hayalimizi, en
azından denemiş oluruz, en azından bu bizim başarısızlığımız olur, en azından kendimize ait
bir şeyimiz olur. Hepimiz kendimize bunu borçluyuz.
|
Yeşim AYDIN
DOYUMSUZLUK
Günümüz dünyasının yaşam temposuna kendini kaptırmış olan insanoğlu, ne yazık ki
doyumsuzluk noktasına ulaşmış durumda artık. Kimisi kendi ekmeğinin peşinde; herkesle
aynı standartları paylaşan, mutlu bir aile ile hayat yaşarken, öte yandan bazıları ise lüks
içinde; herkesten farklı olan o imrenilesi hayatı yaşıyor. Hayatın bizi sunduğu olanaklar ve
içinde bulunduğumuz yaşam şartları ne kadar farklı olursa olsun, insanlığın tek bir problemi
var artık; sürdürülen hayat biçiminden memnun olunmaması. İşin ilginç tarafı; deyim
yerindeyse dünyalara bedel parası, mutluluğu, sağlığı veya hepsine birden sahip olan
insanların yine de doyumsuzluk noktasında olmalarıdır. Bu memnuniyetsizliğin ve
doyumsuzluğun aşk teması üzerine konu edildiği Aldatmak kitabı ile hayatımızın ilerleyişine
ve içsel dünyamızdaki iniş çıkışlara benzer örnekler bulabiliyoruz.
Gerçek hayatta örneklerine rastlayabileceğimiz bu tür kitaplarda, aynı veya benzeri
durumları yaşayan tek insanın siz olmadığınızı düşünür ve yalnız olmadığınızı hissetmenin
rahatlığını duyarsınız içinizde. Okurken içe dönük bir sorgulama yapar ve düşünmeye
başlarsınız; benim hayatımda neler oluyor veya ben bu durumu yaşadığımda nasıl
hissetmiştim gibi. Her insanın başına gelen veya gelebilecek olan “aldatma” durumunun ele
alındığı bu kitapta; aldatma süresince bireyin hayatındaki iniş çıkışlar, yaptığımız eylemler
sonucu ruhsal durumumuzda meydana gelen depresyon ve bireyin bu kötü durumdan kaçma
isteği, herkesin kendinden bir parça bulabileceği türde yazılmış. İhanet etme durumunun
çiftler ve evlilikler üzerindeki yıkıcı etkisi herkes tarafından bilinirken, birey bu davranışı
sergilemekten kendini alıkoyamıyor. Bu durumun sebebi olarak zannediyorum ki içimizdeki
sönmüş ve tekrar alevlenmeyi bekleyen duygular etkin rol oynuyor. Hayatımızda eksikliğini
hissettiğimiz bu duygular bizi yanlış yapmaya itiyor. Kendi içsel dünyamıza psikanaliz
yaparak sorunu saklandığı yerde bulup çözmek, kendimizi kaybetmiş bir şekilde dışarılarda
bir yerlerde çözüm yolu aramaktan aslında daha kolay bir iş. Bir insana duyduğumuz aşkı,
sevgiyi, tutkuyu her zaman ilk günkü seviyede tutmak çok zor bir iş belki ama istenildiğinde
tüm bu sönmüş duyguları tekrar alevlendirip hayatlarımıza dâhil edebilmek mümkün.
Yeniden aşık olmayı istemek ve mutluluğu başkasında tatmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm
olmayacaktır birey için çünkü elbet bir gün bu yeni heyecanlarda içimizde bir yerlerde sönüp
gidecektir. Bir zamanlar sevdiğiniz, deyim yerinde ise uğrunda ölmeyi göze aldığınız insanları
ruhsal veya fiziksel yolla aldattığınızda, öncelikle fark etmeniz gereken şey şudur ki siz öncekendinize ihanet etmişsiniz. Aldatma eylemenin kökünde bireyin kendi iradesinin var
olduğunu düşünürsek bu durum zaten hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Tam da bu noktada, yani
bireyin kendi iradesi ile kendisine ihanet ettiği noktada insanın aslında ne kadar nankör
olduğunu ve ben merkezli düşünerek hareket ettiğini görürüz; ne kadar bencil olursak o kadar
da doyumsuz olacağımız olgusu da yadsınılamaz bir gerçek haline gelir.
Kendi irademiz doğrultusunda yaptığımız eylemin etkisi, sefası veya cefası ister küçük
ister büyük olsun; birey her zaman hayattan ne istediğini, ne beklediğini ve kendini hayata
karşı hangi yollarla ispat edeceğini bildiği sürece asla yanlışa düşmez. Öncelikle kendi
içimizde sağlamamız gereken istikrar durumu, daha sonrasında elimizde olanlar ile yetinmeyi
de bize öğretecektir. Para, kariyer, aşk, tutku veya aklınıza gelebilecek olan her türlü maddi
ve manevi konularda bizi hata yapmaya iten doyumsuzluk faktörü içimizdeki nankörlük
duygusunun evrimleşmiş bir halidir ve kendi içimizde çözmemiz gereken bir olgudur.
Elimizdekilerin kıymetini bilmeyerek onlara ihanet etme durumu, kendimizi kandırmak ve
çevremizdekileri de bu yönde etkilemek adına yapılmış bir yanlıştır aynı zamanda. Hırslı
olmak ile doyumsuz olmak arasındaki farkı anlamakta güçlük çeken veya bildiği halde bu
farkı göz ardı eden bireyler olduğumuz sürece hiçbir zaman sağlıklı bir toplum yaratamadan
varlığımızı sürdürmeye devam edeceğiz.
|
ELMA BİZİ SEVİYOR DİYE BİZ DE ELMAYI SEVMELİ MİYİZ?
İnsan, doğası gereği toplumla birlikte yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Bir takım ihtiyaçlarını
gidermek için toplumla birlikte yaşamaktan başka çaresi yoktur. Hiçbir insan yalnız yaşamaktan
hoşlanmaz. Yalnız yaşadığında duyguları, fikirleri kendinde saklı kalır. Oysaki iletişim, insanın en temel
ihtiyaçlarından biridir. İnsan, bu temel ihtiyacı toplum sayesinde diğer insanlarla karşılayabilir. Duygu
ve düşüncelerini birilerine aktarmak ister. Bunu da toplumdaki insanlarla iletişim kurarak yani onlarla
paylaşarak karşılar. Bu paylaşımı yaparken bazen karşısındaki insanı çok büyütebilir kafasında.
Karşısındaki insanın düşünceleri daha çekici gelmeye başlar ve o düşüncenin peşine takılır. Hatta artık
kendi düşüncesini unutur, peşine takıldığı düşünceyi kendi düşüncesiymiş gibi benimser. Karşısındaki
insanın doğrusunu kendisine doğru edinir. Artık kendisi olmaktan çıkmış, kendi benliğini unutmuştur.
“Kendisi olarak” nasıl hissettiğini, ne düşündüğünü hatırlamamaya başlar. İşte bu noktada artık insan
kendi yolunu kaybeder ve bunun sonuncunda da insanın başkasına bağımlılığı başlamış olur. Fakat
insan başkasına değil kendisine bağımlı olduğunda daha mutlu olur.
Dünyada sayısız kötülük ve çirkinliğin bulunduğu bir devirde bunu söylemek belki biraz tuhaf gelebilir
fakat insan özünde duygusal bir varlıktır. Sürekli birileri tarafından sevilmek, onaylanmak, beğenilmek
ister. Toplumdaki insanlar onu sevsin diye kendi benliğinden bile vazgeçebilir. Halbuki bu hayatının en
büyük hatasıdır. Toplum içinde yaşıyoruz, diğer insanlara ihtiyacımız var fakat her ne kadar toplum
içinde yaşasak da biz ‘bir birey’ olarak toplumda bulunuyoruz. Bir birey demek bir düşünce, bir renk,
bir şarkı veya bir şiir demek. Bir toplum demek binlerce, milyonlarca birey dolayısıyla milyonlarca
düşünce, renk, şarkı ve şiir demek. Benliğinden vazgeçmek ise bunların her birinden vazgeçmek
demek. Bu şekilde davranan insanlar yalnızca benliğine değil topluma da zarar vermiş, toplumu tek
düzeliğe itmiş, farklılığı ortadan kaldırmış oluyorlar. İnsan unutmamalı ki, her insan toplum için ayrı
önemlidir. Kendisi için önemli olan bir insan toplum için de önemlidir. Kendisine saygısı ve inancı olan
insana toplumdaki insanların da saygısı ve inancı vardır. Eğer insan kendisinin önemini fark edip
kendisine inanırsa gerekli durumlarda kendisine yetebilmeyi de öğrenmiş olur. Başarabileceği bir işi
yapamam düşüncesi ile başkasına yükleyip sorumluluktan kaçan ya da sonunda üzüleceği için
sevmekten korkan insan mutsuzlukla yüzleşmek zoruda kalır. Fakat insan kendisini üzecek şeyin
farkına varıp bu durumu kontrol altına alabilmeyi öğrendiğinde kendini mutlu hisseder. İnsan kendi
hislerini, düşüncelerini, kendisini neyin üzeceğini ya da neyin mutlu edeceğini herkesten önce kendisi
farkına vardığı zaman daha güçlü bir birey haline gelir.
Kısacası insan, benliğine sahip çıkarak ve kendisinin farkında olarak yaşamayı öğrenmelidir. Bu şekilde
yaşarken yapacağı çok önemli ve bir o kadar da basit bir kural vardır: “İnsanın toplum içinde
yaşadığını unutmayıp diğer insanların özgürlük haklarını ihlal edecek davranışlardan
kaçınması.”İnanıldığının aksine aynı renkleri ya da şiirleri sevmek değil farklılıklara saygı
gösterebilmek toplumda birlikte huzurlu yaşayabilmenin temel anahtarıdır. Karşımızdaki insan maviyi
seviyor diye biz de maviyi seveceğiz diye zorlamamalıyız kendimizi. İnsanlara kendimizi sevdirmek için
sevdiğimiz şiirden ya da şarkıdan vazgeçmemeliyiz. İnsanların bizi sevmesi için önce kendimizi
sevmeyi bilmeliyiz. Bunun için de kendimizi keşfetmeyi bilmeliyiz öncelikle. Yeni yerler görüp yeni
insanlar ve kültürler tanıyıp nelerden hoşlanabileceğimizi keşfedebiliriz. Sürekli okuyup hayal
gücümüzü genişletip, ufkumuzu açmak kendimizi keşfetmenin adımlarındandır. Okuduğumuz her
cümlenin bize bir şeyler katmasını umut ederecek okuduğumuzda, tanıdığımız her insanın bize farklı
açılardan bakmamızı öğreteceğini düşünerek insanlarla tanıştığımızda toplum içindeki çeşitliliklerin
farkında olarak kendi benliğimizle yaşamayı öğreniriz. Yargılamadan dinlemeyi öğrendikten sonra
yargılanmadan dinleneceğimizi hatırlamalıyız. Biz de kendimizi paylaşmaktan korkmamalı,
utanmamalıyız. Kırmızıyı seviyoruz diye utanıp maviyi seviyormuş gibi davranmak bize mutluluk değil
mutsuzluk getirecektir.
|
Mehmet Berk Gülen
Çocukluktan Yetişkinliğe Bir Hüzün Hikâyesi
Bir çocuğun en çok istediği şey nedir? Havalı bir oyuncak mı, yoksa sabahtan
akşama kadar televizyon seyredebileceği rahat bir koltuk mu? Bu sorunun cevabı her
çocuğa göre değişir ancak çoğu çocuğun ortak bir isteği vardır: anne ve babası gibi yetişkin
olabilmek: onlar gibi araba kullanabilmek, onlar gibi konuşabilmek ve onlar gibi para
kazanabilmek… Kısacası anne ve babalarının yaptıkları her şeyi yapabilmek. Ama büyümek
iyi midir? İnsan büyüdükçe hayat daha mı kolaylaşır? Bu sorular daha on yaşındayken
soramayacağımız sorular. Hangi çocuğun aklına büyüdükçe sorumluluğun arttığı gelir ki
daha doğru düzgün bir sorumluluğu olmamışken.
Gözlerinizi kapatın ve beş yaşınızdaki halinizi düşünün. Dünya ne kadar renkli ve
güzeldi değil mi? Küçük yaşın verdiği saflıkla her şey gözlerinize daha güzel ve daha renkli
gözüküyor. Üstünde koştuğunuz o çimler daha yeşil, sırt üstü uzanıp baktığınız o gökyüzü
daha mavi geliyor gözlerinize. Her şey bu kadar güzel olmasına rağmen hepimizin hayalini
kurduğu bir şey var: büyümek. Oysa biz o saf çocuklar bilmiyoruz ki büyüdükçe üstünde
koştuğumuz çimlerin daha sarılaştığını, gökyüzünün daha grileştiğini, daha doğrusu biz
büyüdükçe her şeyin daha kötüleşmeye başladığını. Bence bunun nedeni ise insan
büyüdükçe onun üstündeki baskının artması: insanlar sizden daha fazla şey beklemeye
başlıyor, insanlara karşı sorumluluklarınız artıyor. “ Ne kadar iyi bir şey bu, büyüyorsun işte”
diyebilirsiniz ama bence hiç güzel değil, hatta şansım olsa on beş yıl geriye, beş yaşıma,
giderim. Hatta, bütün gün boyunca oturup düz duvara bakacaksın deseler yine giderim.
Çünkü küçükken, boş duvara bakarak bile hayaller dünyasına dalabiliyorsunuz ama
büyüdükçe hayal kurmaya bile zamanınız olmuyor...
Her çocuk hayatında bir kere bile olsa da anne ve babasının günlük rutinini taklit
etmiştir. Her kız çocuğu, annesi makyaj yaparken onun yanına geçip kendine makyaj
yapmaya çalışmış ya da her erkek çocuğu, babası her sabah tıraş olurken kendi yüzüne
sabun sürüp “babaaa, ben ne zaman tıraş olucam?” gibi sorular sormuştur. Açıkçası ben
yaptım, hatta bu olayı o kadar abartmıştım ki babam bana Ulus’tan plastik ustura bile almıştı.
Şimdi, o günleri düşündükçe yaptıklarım çok çocuksu geliyor ama keşke büyümek için bu
kadar çok dua etmeseydim diyorum. Çünkü o günler daha güzeldi ve daha mutluydum. Tek
derdim bir sonraki çizgi filmin ne olacağıydı.
Bana sorarsanız insanın büyümesi, daha doğrusu algısının gelişmesi, ona
bahşedilmiş bir lanet. Nasıl bu kadar iddialı konuşuyorsun diyebilirsiniz ama bir düşünün:
çocukken dünyada olup bitenler hiç umurunuzda mıydı ya da çocukken geleceğiniz hakkında
hiç endişelenmiş miydiniz? İşte bunlar, insan büyüdükçe insanın aklına gelen şeyler ve belki
de o çimleri solduran ve gökyüzünü grileştiren şeyler bunlar. İnsan, çocukken gelecekte ne
olacağını hiç düşünmez hatta o sırada ne hoşuna giderse onu olmak ister (ben bir keresinde
benzinlikte pompacı olacağım demiştim). Ama o çocuk büyüdüğünde “gelecekte ne olmak
istiyorsun?” sorusunun cevabı diğer çocuklar gibi avukat ve doktora dönüyor. Neden? Çünkügelecek kaygısı başlıyor ve ailesi ondan bir şeyler beklemeye başlıyor. Ailesinin yüz üstü
bırakmamak isteyen çocuksa prestijli bir meslek istiyor yani üstündeki yük daha da artıyor.
Bu kadar yazdık,peki nereden geldi bu düşünceler? Geçenlerde Hayao Miyazaki’nin
2001 yapımı animesi Ruhların Kaçışı’nı (Spirited Away) izlerken geldi. Çünkü filmin
başkahramanı Chiro’nun çocukluktan yavaş yavaş bir yetişkine dönüşü bana kendimi
hatırlattı. En küçük şeyden bile mutlu olabilen bir çocuk, yavaş yavaş etrafındaki kötülükleri
fark eden ve geleceği hakkında endişelere kapılan bir insana dönüştü. Keşke o çocuk hiç
büyümeseydi, o renkli dünyasında mutlu bir hayat sürseydi ama ne yazık ki bu mümkün
değil çünkü zaman durmadan işliyor.
|
NE İLK NE SON KATLİAM
Tarihi romanları okurken nedense kendimi bir senaryoyu okuyormuş gibi hissederim.
Senaryo, başı belli, sonu belli, sıra dışılıkların nadir olduğu kurgu... Sanıyorum ki bunun
sebebi romancılarımızın bu tür romanları yazarken tarihin aslında spontane gelişen bir süreç
olduğunu unutmaları ve karakterleri belirli kalıplar içerisine hapsetmeye çalışmalarıdır.
Tarihin bilinen kesin gerçekleri kadar bilinmeyen karanlık noktaları da var ve kurguların bu
karanlık noktalar üzerine yapılmasının okuyucuda spontanelik hissini kuvvetlendireceği ve
tarihi karakterlere daha geniş bir hareket alanı kazandıracağı kanaatindeyim. Örneğin Kayıp
Gergedanlar romanında yazar Cem Kalender, hem konu olarak tarihin en karanlık
noktalarından birini, Maraş Katliamı'nı, ele alarak hem de bu hazin olayı 'isimsiz'
karakterlerin ağzından 'isimsiz' mekanlarda anlatarak kendine, hikayeye gergedanları bile
dahil edebilecek kadar geniş bir hareket alanı açmış. Bu durum da bende romanın tamamen
spontane geliştiği hissini uyandırdı. Tabii olayın kendisinin, Maraş Katliamı'nın, üzerinde
başlıca durulması, düşünülmesi gereken bir olay olduğu da elbette unutulmamalı.
Belirttiğim gibi Maraş Katliamı, Türkiye'nin yaşadığı en karanlık en acı tecrübelerden
sadece birisi. Olaylarla ilgili ne zaman bir habere, bir anekdota rastlasam bu insanlarda hiç
vicdan yok muydu diye düşünürüm. Böyle zamanlarda, ideoloji, inanç ve manipülasyon
kavramlarının önemini daha ciddi bir şekilde kavrarım. ''İdeolojilerin peşine takılanlar
pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı.'' diyor Cemil Meriç. Öyle ya,
hangi güç bir insana, karnında daha doğmamış bir bebeği olan anneyi öldürme kararını
verdirtebilir? Eğer bunu yaptıran şey ideoloji, inanç ve manipülasyon üçlüsünden biriyse ya
da hepsi birden bu kararda rol oynuyorsa bu kavramların insanlara yaptırabileceklerinden
gerçekten korkmak gerekir. Albert Einstein mesela, tarih böylesine mükemmel zekaya sahip
bir insanın ABD'ye atom bombası üretmesi için bir tavsiye mektubu yazdığını söylüyor.Niyeti belki iyiydi ama sonuçları göz önüne aldığımızda bu dalaletin savunulacak bir tarafı
yok maalesef. Benzer şekilde Türkiye tarihi de mahşerin bu üç atlısının getirdiği yıkımlara
birçok örnek teşkil ediyor. Bu acı hadiseleri tek tek yâd etmektense Maraş Katliamı ve roman
bağlamı üzerinde biraz daha durmak isterim.
1978, Kahramanmaraş. Kaynak: www.cnnturk.com
Kitap bir isimsizler romanı. Ne isimler ne milletler ne de mekanlar tarihle alakalı. Tüm
bu kurgusal ürünleri değerli kılan şey üzerlerine yüklenen semboller zannımca. Suna Hanım
mesela, çocuklarını dış dünyadan tamamen izole ederek onların saflığını koruyabileceğini
düşünen bir anne. Suna Hanım bu yönüyle geleneklerini göreneklerini içine kapanarak, içinde
azınlık olarak yaşadığı toplumdan korumaya çalışan, asimile olmamaya çalışan bir Alevi
toplumu bence. Sümer Bey bir arayış, belki bir kaçış... Kayıp Gergedanlar ise aranılan mutlak
değer. Masumiyet belki... Belki barış, belki huzur... Herkesin istediği halde hiç bir zaman tam
olarak gerçekleşmeyenin sembolü gergedanlar. Romandaki dört çocuğun neyi simgelediği ise
aşikâr. Maraş katliamı yıllarına ait en bilindik hikayelerdendir bu dört çocuğun yaşadıkları.
Annelerinin ölümü üzerine onu bulabilmek adına intihar eden dört masum çocuk... Evet, belkiKayıp Gergedanlar romanında içlerinden bir tanesi kurtuluyor ve bu da gelecekte hâlâ güzel
şeyler olabileceğine dair, yazarın içten bir inancı olduğu kanısını uyandırdı bende. Bu
noktada yazarla aynı umut tomurcuklarını beslediğimi söylemeliyim. Bu tomurcukları
yeşertmek, gövde atmasını sağlamak bilinçli nesillerle mümkün. Bilinçli nesillerse Kayıp
Gergedanlar gibi ruha dokunan kitaplarla...
Maraş Katliamı'nın üzerinden 38 yıl geçmesine rağmen hâlâ gereken dersi almış gibi
durmuyor ülkemiz. Çeşitli ideolojilerin, sloganların ve inançların ardından akıntıya kapılmış
bir yaprak edasıyla gidiyoruz. Sorgulamıyoruz, kendi rotamızı çizemiyoruz. Hâl böyle olunca
toplum akıntı içinde bir birinden kopuveriyor, farklı yerlere yöneliyor. Farklı şeylere
üzülmeye, sevinmeye, farklı değerleri benimsemeye başlıyor. Alevilerin yaşadığı acıları
kendimiz yaşamışçasına hissetmememiz, üzülmememiz bunun açık bir göstergesi değil mi?
Artık bu akıntıda istediğimiz yöne doğru kürek çekmeye başlamamız lazım. Ve tabii o kayıp
gergedanları aramak ve bulmak...
Kalender, Cem. Kayıp Gergedanlar. İstanbul: Alakarga, 2013. Baskı
Kazım KARTKAYA
|
Oğuz Karabay
21502734
“Alçak ruhlu olanlar para arar yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar”.
Nikolay Ostrovskiy
Maskelerden Uzaklaşın
Daha önce sizler de benim gibi defalarca bir şeylerinizi kaybettiniz değil mi?
Anahtarlarınızı, cüzdanınızı belki çok önemli evraklarınızı vs. Bu olay hepimizin
başına gelen gündelik hayatın adeta bir rutini haline gelmiş bir durumdur. Ya
peki aradığımız şey bizim olsa dahi bulmamız oldukca güç ve hatta neredeyse
imkansız bir şeyse? Bu üzüntü bana kalırsa o kadar da basit bir şey değildir.
Kaybettiğimiz şeylerin varlığı belki elle tutulur gözle görülür değildir. Hatta
belki o kaybettiğimiz şeyi daha önce görmemişizdir veya yaşamamışızdır. Bu
satırlarım sizlere kendi içimde tezata düştüğümü düşündürebilir lakin, kabettiğimiz
şey mutluluk ve huzursa? Belki etrafimizda değişik maskelere bürünmüş insanların
samimiyetsiz hareketlerinin olduğu bir dünyadır aradığımız. Bizimdir içimizdedir o
hayat ama belki sadece hayallerimizde. Ayhan Geçgin’in kaleminden çıkmış Uzun
Yürüyüş adlı romanda olduğu gibi bizim olan sadece bize ait olan gerçek anlamdaki
huzuru ve dinginliği bulabileceğimiz bir yer olabilir o aradığımız şey. Hayali bile
yüzünüzde bir tebessüme oluşturabiliyor değil mi? Düşünün sadece bize ait bir yer,
gündelik hayatın karmaşıklığı, yoruculuğu ve uğraştırıcılığından eser de yok.
İstirahate çekiliyorum. Bir dağın eteklerinde buz gibi rüzgarların estiği bir yerdeyim.
Sadece ben var evet sadece ben ve sesleri adeta bir senfoniyi anımsatan kuş
toplulukları. Hayatımda samimiyetsizlikleri ve adeta bir hatamı arayan tavırlarıyla yer
etmiş o insanların hicbiri yok. Kendime ait bir yer arayışımda böylesine bir hayal
gezip gördüğüm yerler göz önünde bulunduruldugu takdirde beni huzura
kavuşturuyor. Çünkü orda sadece ben varım bir de hayal dünyam. Herhangi bir baskı,
zorbalık, gündelik koşuşturma asla yok.
Şimdi bütün bunları bir kenara itelim ve asıl olarak “Neyi, Neden?”
aradığımızı ve bu kadar istekli olduğumuzu sorgulayalım birazcık da. Geçgin’in
anlattığı gibi yok olma arzusunun tetiklemesi ile yokluğun, var olmamanın arayışı mı?
Yoksa birazcık daha ılımlı bir bakış açısıyla bu kargaşadan, insanlardan ve daha geniş
bir deyiş ile kent yaşamından mı kaçmak kurtulmak istiyoruz? Yani bu arayışımız
daha rahat hissedebileceğimiz bir yer için mi?
Yok olmayı bu derece arzulamamızın su götürmez bir nedeni ise bana kalırsa
samimiyetsiz insanlar ve artık sırtlan panayırına dönen yaşam döngümüzdür. Charlies
Darwin’in bahsinde geçen yapay seleksiyon kuralları gelişen dünyamız ile beraber
hayatımızdaki en temel olgu haline gelmiştir. İnsanlar sadece kendi çıkarları
doğrultusunda kararlar almak da ve hareket etmektedirler. Evet bu itici çevre ve
dünya düzeninden uzaklaşmak istememiz kendimize ait yeri bulma arayışımızın
temelinde yatan en büyük faktör olabilir bence.
İnsanlar karşılaştıkları problemleri çözebilmek için iki tip çıkar yolu bulur
birincisi geçici çözümlerdir. Yapması kolay olanıdır bu. Hemen kaçıcak bir yol bulup
problemden uzaklaşırız. Bu çözüm kısa bir süre için geçerlidir. Genel mutsuzlukhalimize pek de etkisi olacağı savunulamaz. Diğer çözümleri ise uzun süreli
çözümlerdir. Problemin çıkış kaynağındaki faktörlere karşı alınan kararlardır. Bu tür
kararlar yürek ister. Zorunlu olan bu kargaşadan uzaklaşıp huzuru, kendine ait olanı
aramak için bir yolculuğa çıkmak yalnız cesur insanlara has bir karar olabilir. Bu
yolculuğun sonunu bilenimiz yok bana kalırsa, zira bu yolculuğa “Haydi ben
gidiyorum!” diyip bu önemli adımı atan bir insan dahi tanımıyorum. Lakin bunu
diyebilen insanlar olsaydı şu hayatta eminim ki daha mutlu bir hayat idame ettirirdik.
Pek tabii herkesten bu tavrı sergilemelerini bekleyemem, cesurca yola çıkıp
kendi huzur ve mutluluklarını aramalarını beklemek normal bir davranış değil. Yola
çıkanların kendilerini sorgulamaları veyahut bizlerin daha hicbir şeye başlamadan
nasıl olacak acaba diye içimizi yavaş yavaş kemirmemiz yaşamımız içeriside en
yıpratıcı sorgulamadır. Hayat bizim hayatımızdır. Söz sahibi olan tek kişi biziz kendi
hayatımızla ilgili. Esas olan huzurlu bir hayat idame etmemizdir. Tekrardan bir
noktaya değinmek istiyorum, bu yolculuğun sonunda elle tutulur gözle görülür bir şey
olacak diye bir kural yok elbette. Soyutluğun içerinde soyutu aramak için çıkılacak bir
yolculuk olacak bu. En önemlisi kendi içimizde yaptığımız yolculuklardır. Esas
olmazsa olmaz olan insanların bu arayışı benliklerinde yapmaları ve asla pes
etmemeleridir. Bu sayede hayatın kurtlar sofrası olması niteliğinden uzaklaşmış
olunur ve iç huzurlarına kanaatimce ulaşabilirler.
Kaynakça
Geçgin, A. (2015). Uzun Yürüyüş. İstanbul: Metis Yayıncılık ( Ayhan Geçgin, Metis
Yayıncılık, 2015)
|
Beyza Kurtulmuş
21502981
GÜNAHKAR, İNANANVEŞAŞKIN
Hiç kendi içinize yolcuğa çıktınız zamanlar oldu mu? Eğer olduysa daha iyi hayatlar
yaşamak için hangi sınıfa koydunuz kendinizi bu yolculuktan sonra? Hayatımı istediğim
gibi akıl ve mantığımla yaşıyorum, Tanrı'ya aldırmıyorum yani ben bir günahkarım mı
dediniz kendinize? Yoksa Tanrı'nın mükemmelliğine ve varlığına kefilim ben
inananlardanım mı dediniz? Havva'nın Üç Kızı romanındaki kızlar, Şirin, Mona ve Peri,
gibi ''Bir günahkar, bir inanan, bir de şaşkın.'' (Şafak 2016, 356) diye kendinizi sınıflara
koyarken şaşkın tarafınızı unuttunuz mu yoksa? Eğer unuttuysanız eksik hissetmediğiniz
mi hiç? İçinizde avaz avaz sessiz çığlıklar atan, o şaşkın tarafınızı henüz fark etmediniz
miyoksa?
Şirin gibi günahkarlardanım ben, hayatın beyazını kaçıranlardan, çünkü bir yanım
Tanrı'nın sadece insanların kendi kendilerine yarattığı bir fetişten ibaret olduğuna ve daha
iyi hayatlar yaşamamıza bir katkısı olmadığına inanıyor. Genelde fetişleri insanlar yaratır
ve inançlarını onlara bağlarlar peki ya Tanrı mı insanı yarattı yoksa insan mı Tanrı'yı?
Hayatı boyunca acıyı ve sevinci, tüm duyguları tadar insan. Bazı anlarda bu duygular o
kadar aşırı noktalara ulaşır ki, insan bilinçaltında bu duygularla nasıl başa çıkacağının
yollarını arar farkına varmadan. Mesela insan ölümün kendisine verdiği o tarif edilemez,
içine sığamayan kederi, üstünü yırtıp, saçını başını yolarak içinden atmaya çalışır. Bu
yaşadığı travmadan kurtulmak için bazı semboller yaratır.Yani insan başa çıkalamayacak
duyguları sembolize edip, basitleştirir ve böylece duygularıyla baş eder. Tanrı adını
verdiği sembol ise bu kederle başa çıkabilecek gücü kudreti olan bir varlıktır. İnsan artık
her üzüntülü anında Tanrı'yı hatırlar, biraz olsun ferahlatıcı düşüncelere kavuşmak için.
Tanrı' ya sığınarak gerçekleştirilen her eylem aslında duygularla başa çıkmak için
bulunan çözümlerin bir simgesidir. Benzer şeyler sevinç duyguları içinde geçerlidir.
Mesela insan içine sığmayan sevincini sembolize edip, basite indirgeyerek adaklar adar,
kurbanlar keser böylece içine sığmayan duygularla başa çıkar. Başka bir deyişle, Tanrı
insanın kendisi için yarattığı bir yardım kaynağıdır. Yani başa çıkma eylemini
gerçekleştirende, Tanrı'yı yaratanda insan olduğundan O'nun varlığının hayatı daha iyi
yaşamamızabirkatkısı yoktur.
Diğer yanımsa Mona gibi inananlardan, hayatın siyahını kaçıranlardan, kusursuz olan
Tanrı'ya ve O'nun eğer biz düzgün olursak bize mükemmel hayatlar vereceğine inanıyor.
Her gün vücudumuzun, dünya ve evren düzeninin ne kadar mükemmel yaratıldığına fakat
mükemmel işlemediğine tanık oluyoruz. Bu mükemmel işlemeyişte Tanrı’yı suçlamaktan
ve yok saymaktan vazgeçmeliyiz. Descartes'ın tanımındaki gibi etrafımızda mükemmel
bir şey görmediğimiz halde bizde mükemmellik kavramının var olmasının nedeniTanrı'nın varlığının ispatıdır çünkü Tanrı mükemmel olan tek valıktır. Biz mükemmel
olmadığımız için yaptığımız işler ve yaşadığımız hayatlarda mükemmel değil fakat Tanrı
mükemmel olduğu için tasarladığı evrenin ve içine koyduklarının yaratılışı mükemmel.
Eğer kusursuz Tanrı'nın yarattığı kusursuzluğa karakterimizle, hayat tarzımızla uyum
sağlarsak, kendimizi düzeltirsek bizdedaha iyi hayatlar yaşayabiliriz.
Günahkar ve inanan taraflarımın arasında, bana hem siyahı hem beyazı yakalatarak
daha iyi bir hayat vaat eden üçüncü bir yanımın varlığını farkettim geçenlerde; ne
Tanrı'sız ne de Tanrı ile yapabilen şaşkın yanım, içimdeki Peri. Sürekli vicdanınızın ve
merakınızın ortasında kalmak, hayatınızı bir kargaşaya çevirir. Ben bu kargaşaya,
kararsızlığa tahammül edemediğim için artık zar atarak yaşıyorum hayatımı. Eğer çift
sayı gelirse akıl ve mantık yani merak kazanır, eğer tek sayı gelirse kalp kazanır, yani
vicdan. Mesela geçenlerde yolda mendil satan küçük bir kız gördüm. Hemen çıkartıp para
verecekken sokağın başında bizi izleyen, yüzünde meymenet olmayan bir adamı gördüm.
Sonra anladım ki eğer ben bu parayı bu kızcağıza verirsem parayı bu adam alacak.
Önemli olan adamın parayı alması değil, önemli olan para verenler var diye adamın bu
kızı bu halde yaşamaya zorlamaya devam edeceği. Aklım ve mantığım dedi çek git ama
vicdanım rahat vermedi. Zar attım bende tek sayı geldi. şimdi ben günahkar mıyım o
parayı verip o kızı o hayatı yaşamaya mahkum edenlerden biri oldum diye? Yoksa ben
inanan mı oluyorum yoksul ve muhtaç birine yardım ettim diye? Ben nerdeyim, hangi
taraftayım yani? Siyahın ve beyazın, günahın ve sevabın tam ortasındayım, bugüne kadar
içimde hiç farketmediğim bir diyarda ; Araf'tayım, tıpkı Peri gibi. Ama rahatsız değilim
bundançünkühayatı iyi yaşamak, siyahıda beyazıda yakalamak, farkındaolmaktır.
Uzun sözün kısası, ben herkesin, bana yardım eden bensem Tanrı ne demeye var diye
isyanlarda bulunan bir günahkar, Tanrı'm sen bana mükemmelliği verdin, kendimi
düzeltip buna uyum sağlayacağım diye dualarda bulunan bir inanan, bir de günah ve
sevabın ortasında kalmış bir şaşkın tarafı olduğuna inanıyorum. Henüz birçoğumuz
farketmesek bile hepimizin birAraf'ı var. Hayatı tam ayarında, günah ve sevabın arasında
yaşayabilecekken, kendimizi ben günahkarım ben inananım diye kısıtlayıp hayata at
gözlükleriyle bakmak niye? Belkide bu sınıflandırmayı yapmak yerine akıl-mantık ve
vicdan arasındaki bu kargaşayla nasıl başa çıkabileceğimiz bulup ve ortada bir yerde
yaşamayı öğrenirsek mükemmel olmayan hayatlarımızı biraz daha iyileştirebilir, siyahsak
beyazı,beyazsak siyahı, gri olarak yakalayabiliriz.
Kaynakça :
Şafak, Elif. Havva'nınÜç Kızı.İstanbul:Doğan Kitap, 2016.
ReneDescartes, bilinmeyen kaynak.
Morris, R. C. ve Leonard D. H. (2017). The Returns Of Fetishism: Charles De Brosses
AndTheAfterlives OfAn Idea [Elektronik Sürüm].
|
HAYALLERİ ÖRTEN KIRMIZI KARANLIK
Merhaba! Size bu yazımda Sweeney Todd’un müzikali hakkında bilgi
vereceğim. Tam ismi Sweeney Todd: Flet Sokağı'nın Şeytani Berberi olan 2007
yapımı filmin başrollerinde Johnny Depp ve Helena Bonham Carter bulunuyor.
Tim Burton’ın yönetmenliğini yaptığı bu müzikal tarzındaki film, korku ve gerilim
sevenler için bulunmaz bir fırsat. Aynı zamanda her rengin, melodinin, sözün
arkasında başka anlamlar arayan sembolistlerin de Sweeney Todd’a
bayılacağına eminim. Film, izlediğinizde haftalarca aklınızda kalacak,
hayatınıza anlam katan bazı fikirler aşılayacak kadar güçlü; o nedenle
herkese öneririm ancak izlemeden önce kanlı ve ürkütücü sahnelere hazır
olmanızı da tavsiye ederim.
Peki, bu Sweeney Todd’u diğer filmlerden farklı kılan nedir? Öncelikle
müzikal olması! Şiirsel konuşmalar, karakterlerin ruh hâllerine göre hızlanan,
vahşileşen veya durulan melodilerin yerini ne tutabilir ki? Müzikallere özgü
danslara ne demeli! Sadece bunlar bile filmi, günümüz filmlerinden ayırıyor. Eşi
benzeri görülmemiş kıyafetler ve ağır makyajlar da filme kendine özgü bir
hava katıyor. Karanlık, gotik havasıyla ilk izlenildiğinde klasik bir Tim Burton filmi
olarak yorumlanabilir; ancak, bu eserde Burton havasından çok daha fazlası
var. Bu, müzikalin 1846-47 yıllarında yayımlanan “The String of Pearls” adlı
edebi eserden gelmesinden kaynaklanıyor olabilir.
The String of Pearls diğer bir deyişle Sweeney Todd: Flet Sokağı'nın
Şeytani Berberi, güçlü ve zalim bir hâkimin haksız yere sürgün ettiği saf
Benjamin Barker’ın hayatından bir kesit sunar. Benjamin Barker yıllar sonra
Londra’ya dönünce kızına hâkim tarafından el konulduğunu, karısının ise
kendini zehirleyerek intihar ettiğini öğrenir. İntikam ateşiyle tutuşan Barker işte
böyle Sweeney Todd’a dönüşür. Onun her şeyi olan ailesi elinden alındığında
Benjamin Barker ölmüş, yerini kızının ve eşinin hayalinin yanısıra Yargıç Turpin’in
ölümünün hayaliyle yaşayan Sweeney Todd almıştır. Zaman geçtikçe nefreti
onu kör etmiş ve sadece ailesinin dağılmasından sorumlu olanlardan değil,
tüm insanoğlundan nefret etmeye başlamıştır. “Herkes ölmeyi hak ediyor.”
diyerek genç yaşlı demeden tıraşa gelenleri kesmeye başlamış, acımasız
Bayan Lovett'in böreklerine et sağlamıştır.
Genel olarak konuyu da ele aldığımıza göre şimdi bu mükemmel sanat
eserini daha detaylı inceleyebiliriz. İlk olarak filmdeki renkleri göz önüne alalım.
Film boyunca duyguları, karakterleri ve düşünceleri yansıtan renkler filmi
incelerken belki de en çok dikkat edilmesi gereken unsur. Renkler ve duygular
arasındaki bağlantı filmin en başında, Sweeney Todd’un geçmişini anlatırken,eşini ve kızını düşünürken görülebilir. Filmin geneline hâkim olan puslu, gri
havanın aksine sarının ve turuncunun yani güneş ışığının yoğun olduğu bir
sahne görüyoruz. Hatıralarındaki canlı renkler, bize sadece umut aşılamıyor
aynı zamanda ana karakterimizin o zamandaki mutluluğunu ve iç huzurunu
da sembolize ediyor. Renkler ve karakter yapısı arasındaki ilişkiye ise en iyi
örneğin Adolfo Pirelli olacağını düşünüyorum. Kıyafetleriyle filmin gri havasını
bölerek göz kamaştıran Pirelli, tam bir gösteriş meraklısı. Sweeney Todd ile
iddiaya girdiklerinde bile insanlara şov yapmaktan, işini doğru düzgün
bitiremeyen bu karakter belki de renkler sayesinde filmin en dikkat çeken
simasıydı. Filmde renklerden sonra dikkat edilmesi gereken ufak tefek
semboller de bulunuyordu. İlk izleyişte gözden kaçabilecek bu detaylar da
filme ayrı bir değer katıyordu. Mesela, Sweeney Todd’un hatıralarında bir tane
bile fare görmememize rağmen filmin geri kalanında şehrin her yerinin
farelerle dolu olduğunu görüyoruz. Bu belki de Sweeney Todd’un geçmişte,
dünyanın kötü taraflarını değil de sadece güzelliklerini yani ailesini gördüğünü
ima ediyordur. Benim diğer bir yorumum ise Todd’un ailesinin elinden alınması,
onun için dünyayı çürümüş ve kokuşmuş insanlarla dolu bir mekan haline
getirmiş olmasıdır. İlgi çeken başka bir sahne de Bayan Lovett’in, Todd’a
acele etmemesini söylediği sahneydi. Şarkı boyunca Sweeney Todd’un
usturalarına bakması onun tek düşünebildiğinin intikam olduğunu anlatırken,
Bayan Lovett’in de durmadan Todd’a bakması ona karşı bazı hislerinin
olduğunu açıkça ifade ediyordu. Diğer bir detay ise Todd’un kızı Johanna’yla
tanıştığımız sahnede yer alıyordu. Kuşların orada ötmediğini, şarkı
söylemediğini anlattığı sahnede Johanna’nın yanında bulunan kafesteki kuş,
Johanna’nın da aslında özgürlüğe hasret bir kuş olduğunu sembolize
ediyordu.
“Hayat yaşayanlar içindir.” (Sweeney Todd:Flet Sokağı'nın Şeytani Berberi,Tim
Burton,2007)
Yazımızın sonuna gelmeden önce filmin en sevdiğim ve duygulandığım
kısmı hakkında da yorumda bulunmak istiyorum. Müzikal boyunca herkesi
uyarmaya çalışan fakir, evsiz kadının ölüm sahnesi… Sweeney Todd’un, berber
dükkânında yakalayarak boğazını kestiği hiçbir suçu olmayan bu kadının
ölümü, filmdeki dönüm noktalarından biri. Bu sahne, bir zamanlar tek hayali
ailesini bir arada görmek isteyen bir adamın nasıl kendi hırsına düşerek kör
olduğunu gösteriyor. Kendi eşini, hayatının anlamını tanıyamayacak ve
öldürecek kadar şeytana dönüşmüş bir adam. İntikam ateşiyle yandığından
kendi hayallerini de geleceğini de yakan adam. Bir berber dükkanı düşünün.
Bir koltuk, usturalar ve bir sandıktan oluşan. Koltuğun önünde fakir,üstü başı
perişan, boynu kesilmiş bir kadın. Tam karşısında kana bulanmış bir şeytan.
Sandığın içinde ise saklanan, erkek gibi giyinmiş bir genç kız. Bu sahnedehangisi daha korkunçtu bilemiyorum. Eşinin Sweeney Todd’a son sözünün “Sizi
tanımıyor muyum bayım?” olması mı yoksa Todd’un Johanna’yı, kızını sandıkta
bulduğunda öldürmeye kalkması mı. Nefreti ve intikam ateşi Todd’un gözlerini
her gün kullandığı o önlükler gibi örtmüş, hayalinin gerçekleştiğini
göremeyecek kadar kör etmişti.
Korkutan, hüzünlendiren ama aynı zamanda da gülümseten bu müzikal
bana çok güzel dizeler, düşünceler kattı. Ben çok beğendim. Sizin de
beğenmeniz dileğiyle.
Deniz KIZILELMA
|
Hayaller ve Gerçekler / İlayda Canaz-21201505
Kitap okurken soluğu kesilen, gözyaşlarına boğulan veya kalp atışı hızlanan insanları
duydukça ve gördükçe anlam veremezdim. Okuduğum bir şey beni ne kadar etkileyebilirdi ki?
Çoğu insanın da bunları yaparken çevrelerine gösteriş yaptığını düşünürdüm çünkü çoğu insana
göre kendilerini topluma mükemmel
tanıtma ve pazarlama isteği, bir işten
gördükleri yarardan daha ağır basar.
Evet, her şeyin istisnası olduğu gibi, bu
düşüncemin de istisna durumu vardı.
Bu kanıya varmam John Steinbeck’in
Fareler ve İnsanlar romanını okumamın peşi sıra oldu. Kitaba başladığım ilk sayfadan, son
sayfaya kadar nefesimi tuttum ve zaman zaman sesli tepkiler vererek, gözyaşlarım eşliğinde
kitabın son sayfasını kapattım. Anladım ki, kitaplar insaları etkileyebiliyormuş ve insan kitabın
içerisindeki bir karaker gibi duygularını dışarı yansıtabiliyormuş.
Çok sevdiğim bir arkadaşım, kah heyecanlı bir şekilde kah üzülerek bir romanın
sayfalarını çeviriyordu. O kadar davranışlarının kitaptan olduğuna inanamıyordum ki, bir
probleminin olup olmadığını sordum. O kadar yoğunlaşmıştı ki kitaba, sorumu dahi duymadı ve
belki birkaç seferde cevap alabildim. Kitabın çok akıcı olduğunu ve yer yer yüreğimin cız
edeceğini söyleyerek, şiddetle okumamı tavsiye etti. En yakın arkadaşım kitap okumayı
sevmediğimi bildiği için bu kitabı bana önermesinde bir bildiğinin olduğunu düşündüm ve kitaba
başlamam uzun sürmedi. İlk önce, kitabın adı Fareler ve İnsanlar olmasından yola çıkarak
bağlantı kurmaya çalıştım ve ardından Burns’un “İnsanlar ve fareler hiçbir zaman hayallerinigerçekleştiremezler.” sözünden yola çıkarak bu ismin verildiğini öğrendim. Ve şu gerçek ki,
kitaba başladıktan sonra bırakın aklıma takılan şeyleri araştırmayı, kendi günlük hayatımdan bile
fedakarlık ederek, kitabı okumaya devam ettim.
Kitap daha çok George ve Lennie adında iki karakter üzerinde geçiyordu ve bu iki
karakterin birbirinden tamamen zıt ve farklı olmasına rağmen aralarındaki kuvvetli dostluk bağı
insanın gözlerini doldurmuyor değil. Lennie iri yapılı, aşırı saf ve olağanüstü gücü olan bir adam
iken, George tam aksine sıska fakat zeki bir adamdır. Hayatlarını devam ettirebilmek için
çıktıkları yolda Lennie’nin özel durumu nedeni ile bir kadını istemeden ve farkında olmadan
öldürmesi bu iki dostun planlarının önüne beton döker. Evet, bundan sonra iş George da biter.
“Lennie onu arayan silahlı adamlar tarafından acı çekerek mi ölmeliydi?”. Özellikle kitabın sonu
olan bu sahnede gözyaşlarını tutabilen olduğunu sanmıyorum çünkü insan empati yaptığında
gerçekten bu işin içinden çıkamıyor ve ölümlerin içinden ölüm beğenmek bir insanın ömrü
boyunca karşılaşabileceği en zor durumdur.
Evet, o hazin son gerçekleşmişti ve Lennie en yakın arkadaşı George tarafından
vurulmuştu. Bu vurulmanın peşi sıra hıçkırıklara boğuldum ve kendimi tanıyamıyordum bile.
Özellikle de, Lennie’nin tüm bu olup bitenlerden habersiz oluşu insanın üzerinde aşırı
duygusallık yaratıyor çünkü Lennie saftı, Lennie her şeyi farkında olmadan yaptı ve Lennie
cinayet işlese bile o ölümü hak etmiyordu. Hele ki, konu George’a gelince, onun durumu
Lennie’den daha zordu çünkü o yol arkadaşı, can dostunu kendi elleri ile öldürmek zorunda
kalmıştı. Onların tek amacı vardı, o da hayatlarını sürdürebilecek kadar para kazanmaktı. Hiç
şühesiz ki, hayat biz planlarımızı gerçekleştiremeyelim diye elinden gelen ne varsa yapar fakat
önemli olan yılmamak ve doğru bildiğinin arkasında sonuna kadar durmaktır. Dahası, George,
arkadaşını vurarak belki de hata yapmıştır. Evet, daha kötü öldürülme ihtimali yüksekti amasavaşmadıkça, direnmedikçe ve hemen pes ederek hangi ihtimalin gerçekleşeceğini ve bizi neyin
beklediğini asla öğrenemeyiz.
Fareler ve İnsanlar her insanı düşüncelere sürükleyebilecek bir kitaptır. Çünkü ben bu
kitapta kesin bir hükme varamadım. Ortada haklı olarak karısının ölümüne sebep olan adamı
vurmak isteyen bir koca, elinde olmayan sebeplerden dolayı kadının ölümüne sebep olan saf bir
adam ve arkadaşının acı çekerek öldürülme ihtimali yüzünden onu kendi elleri ile vuran bir adam
var. Her bir olay kendi içerisinde mantıklı sebepler barındırıyor fakat benim kitaptan kendime
çıkardığım dersler ve anladıklarım; bu dünyaya gelen bizler asla pes etmemeliyiz ve kendimizi
bizi nelerin beklediğini öğrenmekten mahrum bırakmamalıyız.
Kaynakça:
Fareler ve İnsanlar, http://kitapozettanitim.blogspot.com.tr/2013/01/fareler-ve-insanlar-john-
steinbeck.html, ET: 12.12.2014
|
06.12.2023
Mariam Musaj
22302590
Ördek Olmak
Çocukluk ilk sarhoşluktur. Yaşamdan bihaberlik ya da safça bir algılayıştır. Bazen kelimeleri bir
araya getirememek bazen de harfleri yanlış telaffuz etmektir. Ben çocukken üst üste dizip kulübeler
yaptığım kocaman kare minderlerim vardı. Yatağım çok yüksekti, korkuyordum yere inmeye. Çay çok
sıcaktı, elimi yakıyordu. Dondurma da çok soğuktu ve ağzıma sığmıyordu. Dilim minicik olduğu için
külahtaki çilekli dondurmam ben onu bitiremeden eriyordu. Kaldırımda insan bacakları göğe yükselen
ağaçlar gibiydi. Aralarında ezilmemek; o desenli, desensiz, çıplak, giyinik bacaklar arasında kaybolmamak
için annemin elini tutuyordum. Ben çocukken yaşama aşağıdan bakıp nesnelerin büyüklüğü karşısında
şaşırıyordum. Yaşam, hassas gözlerime fazlasıyla parlak geliyordu. Ben çocukken bir kere uçak görmüştüm.
Devasaydı. Yıllar geçtikçe bir şeyler küçülmeye başladı. Önce en sediğim toz pembe, siyah puantiyeli
elbisem küçüldü. Onu son kez giyerken yırttım, bir daha da görmedim. Sonra dedemin kucağı küçüldü ve
bir gün dedem bana “Bu sefer kendin yürü,” dedi. Sonra kıyafet dolapları küçüldü, içlerine giremez oldum.
Yetişkinlik ikinci sarhoşluktur. Etrafıma bakıyorum da galiba insanlar alkolik. Müfettiş Ding Gou’er
içinden inliyor: “İçki ve yiyecek tuzağına düştüm! Güzel yüzlerin tuzağına düştüm!” (Yan 79). Burası bir İçki
Cumhuriyeti. Güzel yüzler, alkolün yarattığı yanılsamadan ibaret. Kimsenin gözünde ışık kalmamış. Gün
doğunca onları yataktan kaldıran sebep yalnızca yaşam dürtüsü. Leş gibi bir sarhoşluk kokusu yayılıyor
kalabalıklardan. Sanki yürümüyorlar da birbirlerinin ardından düşüyorlar merdivenlerden. Bilinçsizce
yürümeye düşmek derim ben, tutunamayıp yaşamın ucundan düşmek. İçki göze çekilmiş buzlu bir cam,
algıyı bulandıran bir sis. İçki Cumhuriyeti’nin soğuk sabahlarında insanlar aç karnına alkol alır, bir yerlerde
düşmek üzere evden çıkar. Ayaklarına hâkim olamayan sarhoşlar... Üç beş kuruş kazandıkları iş yerlerinde
ellerindeki ve nefeslerindeki alkol kokusu gidene kadar çalışır, akşama yakın düşe kalka evlerine dönerler.
İçki Cumhuriyeti’nin sarhoş demokrasisini bu insanlar korur. Seçim günleri içip içip oy verirler. Seçilen her
kimse içip içip İçki Cumhuriyeti’ni yönetir. Yaşamayı öğrendikleri için sarhoşlardır. Nasıl taşın sert olduğunu
taşa çarparak öğrendilerse, yaşamın sert olduğunu da yaşama çarparak öğrenmişlerdir. Taşın da yaşamın
da sertliğini unutmak için içerler.
Ben insan olmak istemiyorum artık. Ben, dünya üzerindeki ilk alkolik ördek olma şerefine erişmek
istiyorum. Yuvarlak ve yere yakın ördek bedenimi perdeli, turuncu ayaklarımla paytak paytak her yere
taşımak istiyorum. Çamurlu toprakta, orada burada vaklamak istiyorum. Şapşal suratımı su birikintilerinde
izleyip dümdüz gagamla su içmeye çalışırken kendimle öpüştüğümü zannetmek istiyorum. Yuvarlak
bedenimin arkasından koşup beni iki eliyle yakalamaya çalışan insanlardan ve çocuklardan, paytak paytak
koşarak uzaklaşmak istiyorum. Bira ve şarap fıçılarındaki ince girinti ve çıkıntıları çıtırt, çıkırt ve tırklamak,
içlerindeki alkole damla damla ulaşmak istiyorum. Sonra da alkolik bir ördek olarak çamurda dengesizce
vaklamak ve paytaklamak istiyorum. Varlığımın kodlarındaki tek korkunun bir insan tarafından pişirilmek
olmasını diliyorum.
Hiç ördek olmadım ve hiç ördeklerle yaşamadım. Yine de ördeklik yapmanın kolay olduğundan
neredeyse eminim. Bir ördek çıkıp bu iddiamın tersini ispat edene kadar da söylediklerimin arkasındayım.
İki paytak yürüyüp arada bir su içince, bir de vaklayınca ördek olunabiliyor. Fakat insan olmak öyle kolay
mı? İnsan olmak için var olur olmaz sayısız savaş, üstüne de iki tane dünya savaşı çıkarmak gerek. İnsanolmak için huzurdan huzursuzluk duymak gerek. Ördekken de içmekte fayda var. Tanrı korusun, ya ayık bir
şekilde paytaklarken günden güne bilinçlenirsem? Ya bilinçlenip gerisin geriye insanlaşırsam? Eğer bir gün
bu yazdıklarımı bir ördek okursa lütfen beni yanlış anlamasın. Nitekim, hiçbir ördeği incitmek istemem.
Bana kalırsa ördek olmanın basitliği kıskanılacak bir şey.
Korkuyorum insanlığımdan. Beni bir gün rezil edecek. Uzun insan bacaklarımda bir gün, güç
kalmayacak. Yere daha yakın olmalıyım. Toprağın yumuşaklığını çimlerin ıslaklığını bitli, beyaz ördek
tüylerimin arasında hissetmeliyim. Gün ağarırken turuncu gagam parlamalı, minicik gözlerim şapşal bir
heyecanla canlanmalı. Ördeğim ben. Bütün insanca kaygılarımdan arınmış, kabarık tüylerimin üzerine
oturmuş, yaşamın akışına bırakıyorum saf özgürlüğümü. Kimse ördekliğime laf edemez. VAAAAAKKKKK!
Kaynakça
Yan, Mo. İçki Cumhuriyeti. Çev. Erdem Kurtuldu. İstanbul: Can Yayınları, 2021. 2. Baskı.
|
NORMALLİĞİN ANORMALLİĞİ
Normal olmak nedir? Kime ve neye göre normal olunur? Toplumun normlarına en iyi sağlayan
mı en normaldir, yoksa kendi insanlığını henüz kaybetmemiş olan mı? Bu soruların hepsi
Meursault’ un hayatının son anlarına tanıklık ederken ki düşüncelerim.
Toplumun insanı duygularına göre değil de belli kalıplara göre hareket etmeye yönlendirmesinin
yine toplum tarafından garip karşılanması durumu Meursault’un ki. Duygular ve mantık arasında
sıkışıp kalırız çoğu zaman. Örneğin, çok fakir bir çocuğun ailesindeki hasta biri için ilaç çaldığını
düşünelim. Yasalara göre bu bir suç ve cezalandırılmalı. Duyguları olan (şu anda garip olarak
nitelendirilen) insanlar içinse çocuğun hiçbir suçu yok, bilakis çocuk haklı. Ama çocuk ailesine
olan sevgisinin ve yardım etmek istemesinin kurbanı. Şimdi bir de Meusault’u değerlendirelim.
Nedensiz yere bir adamı öldürmesiyle hapse giren Meursault, mahkemede annesinin
cenazesinde gösterdiği duygusuzluk ve işlediği suçtan hiçbir pişmanlık duymamasından dolayı
idama mahkûm edilir. Yargıçlara göre o en kötü ve affedilmez bir suç işlemiştir. Ölüme bile bu
kadar umursamaz tavır takınan bir adam nasıl olur da karşılarında durabilir. İki kişiyi
karşılaştırdığımızda hangisi masum? İdeal bir insan olarak düşünülen duygusuz adam mı daha
kötü, yoksa tamamen duygularıyla hareket eden mi? İşte bu ikileme dikkat çekmek için yazmış
Albert Camus Yabancı romanını. Toplum insanı makineleştirmeye, sorgulamayan, hissetmeyen
ve boyun eğen tek tip robotlara çevirmeye çalışıyor. Bu toplumun ne olduğu da ayrı bir konu.
Bizimde bugün bu kitaptaki karakter olduğumuz bir gerçek. Bizi yargıçlar yargılamıyor
davranışlarımızdan dolayı ama bugün bu dünyada o kadar çok acı yaşanıyor ki, bazılarımız
farkındayız ama umursamıyoruz, bazılarımız bu sorunun bir parçası olmamak için olaylarla
ilgilenmiyor bile. Onlarca insan açlıktan ölüyor, doğa katlediliyor. Hayatımıza hiçbir şey olmamış
gibi devam ediyoruz. Yani bir problemin ucu bize dokunmuyorsa yaşamaya devam ediyoruz. İşin
ilginç tarafı Meursault ölüm cezasına çarptırıldıktan sonra düşünmeye ve bir şeyler hissetmeye
başlıyor. Korkuyor. Oradan çıkamamaktan ya da bir anda onu hücresinden alıp götürmelerinden
korkuyor. Gökyüzüne bakıyor. Dışarıda yaşayabileceği hayatı hayal ediyor. Hapishanenin
papazıyla görüşmek istemiyor. Çünkü o hiçbir şeye inanmıyor. Umudu yok. Umut etmekten
korkuyor. Toplumun yarattığı robotu terk etmekten yani insan olmaktan, pişman olmaktan yani
belki kendi kendinin canını yakmaktan korkuyor düşüncelere ve duygularıyla. Umut etmeyen,
düşünmeyen, sadece çalışan, yemek yiyen, duygusuz bireyler. Peki, neden bu görevleri yerine
getiren insanlar yine de toplum tarafından kötü görülüyor. Hâlbuki onlar sadece normal olmaya
çalışıyorlar.
Ve kitapta “normal” olmayanın en uç noktası anlatılmış. Bir köpek ve bir adam. Adı Salamona.
Köpeğiyle beraber yaşıyor ve sürekli bağırıyor, ona hakaretler ediyor; yani dışardan bakılınca çokmemnuniyetsiz bir hayat yaşıyor. Köpeğin tüyleri dökülmüş yani hasta. Ben bunları okurken
köpeğe çok acıdım. Bir gün adam köpeğini yürüyüşe çıkartıyor ve onu elinden kaçırıyor.
Meursault’ tan köpeğini bulmasına yardımcı olmasını istiyor ve tüm bu okuması ıstırap dolu
olaylar o zaman açıklığa kavuşuyor. Adam köpeğini karısı ölünce almış. Eskiden çok güzel bir
köpekmiş ama hastalandıktan, bütün tüyleri döküldükten ve yaşlandıktan sonra aynı bir insan
gibi aksi ve huysuz birine dönüşmüş. Köpek adamla sürekli kavga ediyormuş aynı karı koca gibi.
Salamona karısının yerine aldığı küçük köpeği koymuş ona bebekler gibi bakmış, hastalandığında
derisine merhemler sürmüş. İnsanların sevgiye ne kadar aç olduklarının bir göstergesi. Biri
annesinin ölümünü umursamazken diğeri karısını yerini doldurmak için tüm hayatını değiştiriyor.
Birbirlerine yabancı olan bu insanları sadece bir kapı ayırıyor.
İşte toplumun bize yaptığı bu.
İrem Beşe
|
Ege Aksoy 22302522
İnsanın Keşif Yolculuğu
Bazen hayatın anlamını sorguladığım günler oluyor. Bu günlerin bir kısmında işin içinden
çıkamadığımı hissederim. Böyle durumlarda genelde kitaplara sığınıyorum, benimle aynı şeylere kafa
yoran başka insanlar da olduğunu düşünerek rahatlatıyorum kendimi. Bu sadece kendimi avutmaktan
ibaret değildir, elbette vardır böyle düşünen insanlar. Hatta benim hayatın anlamını sorgulayacağımı
tahmin ederek bu konu hakkında yazmıştır Ozan Bahar, Nasıl Mutlu Olurum? adlı kitabında. Bu kitabı
okurken, kendimi tanıma ve anlam arayışıma dair birçok düşünceye daldım. Her sayfada, içimde bir
yerlerde var olan duygularla yüzleşmem gerektiğini hissettim.
Hayatın anlamını sorgularken, Bahar’ın yazdıklarından ilham alarak, mutluluğun ve tatminin dışsal
faktörlerden çok daha derin bir yerde yattığını anladım. “Gerçek mutluluk, başkalarının gözündeki
başarıyla mı ölçülüyor, yoksa kendi içimdeki huzurla mı?” sorusu zihnimde dolaşıyordu. Belki de
mutluluğu kendi içimizde aramamız gerekiyor diye düşünürüm sonrasında. Sonuçta her zaman
yanımızda olan, her anımıza tanık olan, bizimle beraber büyüyen başka biri yoktur kendimizden başka.
Nasıl dış faktörler bizi kendimizden daha iyi tanıyıp daha çok mutlu edebilir ki? Şöyle demiştir Ozan
Bahar bu konu hakkında: “Dünyanın en önemli keşfi, hiç kuşkusuz insanın kendini keşfetme
yolculuğudur.” (99). Bahar, mutluluğun kendini keşfetmekle mümkün olabileceğini savunmuştur bu
sözleriyle. Bu sözler, mutluluğun köklerinin içsel bir yolculukta yattığını net bir şekilde ortaya
koyuyor. Dış dünyanın sunduğu tüm başarılar ve maddi kazanımlar, bir süreliğine mutluluk hissi
yaratabilir diye düşündüm. Fakat kalıcı bir tatmin arıyorsam içime yönelmem gerektiğini anladım.
Kendi içsel dünyamda yapacağım keşifler, gerçek benliğimi anlamama ve özgün potansiyelimi ortaya
çıkarmama yardımcı olur gibi hissettim. Bu nedenle kendime diğer insanlardan daha çok zaman ayırır
ve kendimi tanımaya ne istediğimi ne istemediğimi anlamaya daha çok önem veririm. Benim keşif
yolculuğum, kendime sorduğum “Gerçekte kimim? Neyi arıyorum?” sorularıyla başladı ve bunlara
cevaplar buldukça hayatın karmaşasında kaybolmuş gibi hissettiğim anlarda bile içsel huzurumu
bulmak için gereken dengeyi sağlamaya başladım.
Kimi zaman hayatın anlamını sorguladığım gibi tatmin olma duygumu da sorgularım. Gerçekten bu
hayatta beni ne tatmin eder bunu düşünürüm. Etrafımdaki olaylarla veya nesnelerle kendimi
bağdaşlaştırmaya çalışırım. Kendimden bir parça bulma umuduyla yaparım bunu. Bu sayede kendimi
daha iyi tanımaya başlayacağımı düşünürüm. Ozan Bahar’ın da dediği gibi : “Kendini tanımaya
başlayan bir insan, olayları ve resmin bütününü çok daha iyi idrak eder. Yaşamının anlamını
keşfetmesi kolaylaşır. Her şey bilmekle başlamıyor mu zaten?” (243). Yazarın bu cümlelerini okur
okumaz derin düşüncelere daldığımı hatırlıyorum. Uçsuz bucaksız düşünceler… Bilmek, insanın
kendine ve evrene dair anlam arayışında derin bir yolculuktur. Bu yolculukta öğrendiğimiz her şey,
aslında ne kadar az bildiğimizi gösteren bir ayna gibidir. Bilgi, sınırları zorlamamıza olanak tanısa da,
bilmenin sonsuzluğu içinde varoluşumuzun sınırlarını da kabul etmek gerekiyor. Böylece bilmek,
yalnızca cevapları bulmak değil; aynı zamanda soruların içinde var olabilmeyi de öğrenmektir. Asıl
önemli olan da budur aslında. Soruların içinde var olmayı öğrenip onlarla bütünleştiğimiz zaman
varlığımızın sınırlarına bir adım daha yaklaşmışız demektir. Ancak bu şekilde çevremizi ve kendimizi
tamamıyla keşfedebiliriz. Bu uzun ve sıkıcı bir süreç olabilir. Bazen istediğimiz sonuca da
ulaşmayabilir. Zaten kolay olsaydı herkesin filmlerdeki gibi bir hayatı olmaz mıydı? Zorluklara ve
engellere göğüs gerip sabırlı bir şekilde mücadele edebilenler en sonunda mutlu sona ulaşabilir. Her
şey güzel giderken herkes devam edebilir. İşler beklendiği gibi gitmediğinde sabırlı olup zorluklara
göğüs gerenler mutlu sona ulaşacaktır. Ve mutluluğun asıl kaynağı da tam olarak budur.
KAYNAKÇA
Bahar, Ozan. Nasıl Mutlu Olurum, İstanbul. İnkılap Kitabevi. 2022. Kitap
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.