text
stringlengths
0
17.6k
BAŞI AYNI SONU AYNI 1 Hayatın içindeki koşuşturmacaların arasında bir şey fark ettim. Aslında uzun zamandır farkındayım bu durumun ama hayatın neredeyse her anında tanık olmak beni şaşırttı. Belki siz de fark etmişsinizdir; her şeyin başı ve sonu aynı. Dikkatli bakıldığında anlaşılacaktır eminim ki. Peki, aynılıktan kastım ne? Gelin bir göz atalım bu envai çeşit benzerliklere. “Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk.”(Toptaş, 2014, s. 17) derken bile aslında sadece ortadaki sürecin farklılığını anlatmış okura Hasan Ali Toptaş. Yazıyı yazmadan evvel de bitirdikten sonra da hep yalnızız. Tek başımızayız; fikir bizim, el bizim, kalem bizim. Yarattığımız karakterler belki bir nebze kalabalıklaştırabiliyor dünyamızı, ama onlar da paylaşılınca başka başka insanlarla, bizi bir başımıza bırakıyorlar en sonunda. Karakterler sizin çocuğunuz, evladınız gibidir. Size özeldir, sadece siz bilirsiniz ve sizi yalnızlığın derin karanlığından tutup çıkaracak olanlar da onlardır. Konuştururken yazıdakileri, siz de sohbete dahil olursunuz farkında olmadan. Çok eğlenceli bir iştir o yüzden yazı yazmak. Çocukluklarıyla çocuk oluverirsiniz o karakterlerin yetişkin biri olsanız bile. Başka dünyalara yolculuk edersiniz fark etmeden. Ne güzeldir o maceraya atılmak; yazarlar iyi bilir. 1 https://tr.pinterest.com/izabellarx13/root-cause-tree-logo/Bu maceralardan çıkıp gerçek hayata tekrar döndüğümüzde de, yazının en başında da dediğim gibi bazı benzerlikler göze çarpıyor. Bizler doğduğumuzda bir kadının kucağında aciz, zararsız, buruşuk yüzlü bebekler olarak dünyaya geliyoruz. Yürüyemeyen, konuşamayan, dişsiz bir varlık… Gençlik elden gittiğinde de öyle olmuyor mu? Yaşlanınca da buruşuk, dişleri dökülmüş, yine acziyet ile hayatımıza bir yerde son veriyoruz. Sanki tekrar en başa dönüyoruz bu hayat ağacında. Başımız aynı sonumuz aynı. Yoktan var oluyoruz yine yokluğa dönmek için. Bir ağaç gibiyiz, kökleri ve dalları nasıl benzer birbirine hiç düşündünüz mü; köklerinden doğar kollarıyla toprağı sarar tıpkı bebekliğimiz gibi. Ardından büyür, gövdesiyle gökyüzüne uzanır gençliğimiz gibi. En sonunda tekrar kökleri gibi dallanır, açılır ama incelerek; yaşlılığımız gibi. Bu bir düzendir esasında. Hani Tanrı’nın varlığına inanmayanlar da vardır içimizde belki. Böylesine muazzam bir düzen nasıl kendiliğinden olabilir ki? Bakın somut örneklerden bahsetmiyorum bile; doğa, dağ, taş, toprak değil sadece bu mükemmellik; ömür. İnsanlar bu harikulade nizamı ya görmüyor ya da görmezden geliyor. İçinde yaşadığımız dünyayı yaratan birinin olduğunu kabullenmek istemiyor. Kaldı ki bu onların göz ardı ettiğinde doğruluğunu yitirecek bir mesele de değil çünkü gerçek ve kanıtlı. Birilerinin çıkıp da “böyle bir şey yok” demesi bizim bakış açımızı daraltmamalı. Perspektifimizi, ufkumuzu geniş tutalım ki etrafımızdaki aldatıcı varsayımlara hemen kapılmayalım. Bunlar herkesin fark edemeyeceği küçük detaylar, hayatın yoğun akışına kendini kaptıranların anlayamayacağı nitelikteler. Bir an durup kafanızı kaldırıp bakarsanız etrafınızdakilere, bu kusursuz ahenk sizleri de içine alacaktır. Yeter ki üzerine düşünmeyi, anlamaya çalışmayı bilin. Ayrıca bana kalırsa hayatın bu ince güzelliklerinin farkına varır iken, kendimizin de farkına varıyoruz ve ne kadar kutsal varlıklar olduğumuzu hatırlıyoruz bu nizamı hatırladıkça. İnsanoğlu düşünen bir hayvan değildir; insanoğlu düşünen, konuşan ve duygulara sahip olan çok kıymetli varlıklardır. Bize sarf edilen ve atfedilen bu nahoş sıfatlar, ancak kendilerini öyle görenler için geçerli. Bilirsiniz; insan kendi nasılsa etrafındaki insanları da öyle sanırmış. Sonuç olarak, benim naçizane görüşüm ortada; her şey bir düzen içinde ahenk ile hareket eder iken, bunları görmezden gelerek yaşayanlar kendilerini kandırırlar sadece. Ve kendilerini düzensizliğe mahkûm ederler istemsizce. Senanur Akça
MELANKOLİ Aralık olan kapıdan içeri girdiniz. Şöyle bir göz attınız etrafınıza, tanıdık birini görür müyüm umudu ile değil de, dikkatinizi çekecek ve sizde merak uyandıracak bir şey bulma umudu ile. Çok geçmeden fark ettiniz, hatta belki uzun bile sürdü farkına varmanız. Orada tek başına oturuyordu işte. Tek başına olmak bile sıradanlaşmıştı onun için, bu duruma ne üzülüyor ne de bu durumdan hoşnut görünüyordu. Zaten merak duymanızın en büyük nedeni bu değil miydi? El kol hareketleri ya da ağız şekli hiç yardımcı olmuyordu anlamanıza. Orada duran ve anlamanızı bekleyen, algılamanızı sağlayacak tek bir şey vardı: Bakışları. Aynı zamanda hem bu kadar boş hem de bu kadar çok anlam barındıran o soğuk bakışların içinizi parçalaması hiç beklemediğiniz bir şeydi. Bu bakışlarla karşılaşan insanlar ya direkt gözlerini kaçırıp oradan uzaklaşırlardı ya da meraklarına yenik düşüp daha da derine inmek isterlerdi. Size gelince; evet, doğru tahminde bulundunuz. Gözlerinizi kaçıramadınız ve kendinizi bir uçurumdan aşağı düşercesine o bakışların derinliğine bıraktınız. Aklınızdan geçen ilk şey bunun ne olduğu idi ve o sırada tek bir kelime belirdi kafanızda: Melankoli. Mutluluk, üzüntü, heyecan ya da endişe… Bunlar gibi keskin bir duygu değildir bana göre melankoli. Anlayamaz, isteseniz de kolay kolay anlatamazsınız. Kendinizi bir karmaşıklık ortasında tamamen savunmasız şekilde bırakırsınız, ne kadar kötü duygu varsa teker teker baskı kurar üzerinizde. Durduramazsınız da, öyle anlık yaşadığımız sevinçler ya da korkular gibi değildir bu. Yakalandınız mı vay halinize… Sizi sizden başkası kurtaramaz. Kurtarabilecek varsa da farkında olmadan engel olursunuz buna. Öyle de illet bir şeydir melankoli. Siz mi seçmişsinizdir bu halde olmayı, yoksa bir şeyler sizi melankolik olmaya mı itmiştir? Bilemezsiniz. Bir anda çelişkiler insanı oluverirsiniz. Dünyanın en kararsız ve ne istediğini bilmeyen bireyine dönüşürsünüz. Gerçekten nedir bizleri bu rahatsız edici duyguya ve ruh haline sokan? Tamamen içimizden gelenlerden mi kaynaklanıyordur yoksa dış etkenlerin rolü daha mı büyüktür? Belki de ikisi birden bir anda yüklenince zayıf hissedip kendimizi bu duygunun kollarına bırakıyoruzdur istemsizce. En kötüsü ise bir kere onunla tanıştıktan sonra hayatımızın bu yönde devam etmesinin olasılığıdır. Farkında olmadan “melankolik” bir insana dönüşüp hayatımızı daha da bilinmeze sürükleme olasılığı… Emin olduğum bir şey varsa, o da bunun içimizde bir yerlerde barındığı. Yaşadığımız olaylar, düşünce yapımız, duygusallık seviyemiz ve tecrübelerimiz ya onun dışarı çıkmasına öncülük ederler ya da onu bastırırlar. Ama hiçbir zaman tamamen yok edemezler. Onu en hissetmediğimiz zamanlarda bile o, oralarda bir yerlerde durur, beklemeye devam eder. Ne zaman kötü birkaç olay ya da olgu oluşsun hemen çıkıverir yuvasından, bizleri moralimiz bozuk ve karışık düşüncelerimizle boğuşur halde bırakır. Mevsimi yoktur melankolinin. O istediği zaman gelir, istediği zaman gider. Hiç gitmeyip yaşantımızı mahvettiği de olur, bunu bir tek kendi bilir. Ve bildiği bir şey daha vardır ki, kötü görünmesine veya genelde kötü olmasına rağmen bizlere yardım ettiği. Bazen düşünceve duygularımızda o kadar kaybolmuş halde buluruz ki kendimizi, yalnızlığa sürüklendiğimizin bilincinde bile olmayız. Burada melankoli girer devreye ve belki de bir şeylerden sıyrılıp gerçekleri görmemize yardımcı olur. O karamsarlık halini, can sıkıntısını ve hüznü yaşamadan üstesinden gelemeyeceğimiz şeylerde bize yaslanabileceğimiz sağlam bir duvar olur. En güzel günümüzde bile yakalar bizi bazen, sebepsiz bir keder koyar mutluluğumuzun yerine. İçerden çökmeye başladığınızı hissedersiniz, yaşam isteğiniz bile azalır belki. Ama bu hüznün en uç noktasını yaşamadan hayatın gerçek anlamını anlamanız mümkün değil gibidir. Aslında kendi yalnızlığını kendi taşır melankoli. Sizinkini çıkaran kendiniz olursunuz. Hüznün içindeki küçük mutluluklardır o. Bu küçük mutlulukları yakalamaksa sizin işinizdir. O zaman şimdi sorun kendinize, onları yakalamak istiyor musunuz yoksa istemiyor musunuz? Cevabınız evet ise bu hüzün ve huzur ikilisinin kollarında kendinizi daha da yakından tanımaya hazırsınız demektir.
DENİZ OLUNMALI EGE'DE Saat sabah sekizi vurduğunda dağların yeşilliğine bir süre ara verip kendimi denizin büyüleyici maviliğine bırakmıştım. Denizin berraklığına dalmışken bir sürü güzel hayaller canlandı kafamda. Bir süre sonra Ayvalık'a daha varmadan küçük sakin bir köyde kahvaltı için durduk. Zeytinleriyle ünlü olan bu köyde yaşlı, tatlı bir çiftin kafesine giriyoruz. Hem otantik hem zevkle döşenmiş sadece 3-4 masadan oluşan bu kafede bizi çok sıcak kanlı karşılıyorlar. Ardından yolculuğumuza devam etmek için arabamıza yerleşiyoruz. Radyoda hepimizin sevdiği Vaya Con Dios'un Pauvre Diable şarkısı çalmaya başlıyor ve ardından tatlı bir sohbet. Sımsıcak bir hava esiyor arabada belki de ailecek ne zamandır bir araya gelemediğimizden.Sohbetin koyuluğuna kendimizi kaptırmıştık ta ki Ayvalık tabelasını görene dek. Büyük bir beklentiyle gitmediysem de birden o küçük ilçenin büyüsüne kapılmıştım. Ayvalık merkezi gezmeden en çok merak ettiğimiz Cunda Adası'na doğru yol alıyoruz.Adanın herhangi bir yerinden kafanızı kaldırdığınızda adanın en tepesinde yer alan eski taş değirmeni görüyorsunuz. İlk durağımız tabi ki bu değirmen oluyor. Yalnız burası artık kent kitaplığı olarak kullanılıyormuş. Taştan yapıya küçük bir kapıyla giriyoruz ve kitapların o eski kiliseden kalma resimleriyle bütünlüğü içeride farklı bir hava estiriyor. Eski kiliseden sahile doğru dar sokaklardan inmeye başlıyorum. 1820'li yıllarda bu küçük ve sevimli ilçeyi terk etmek zorunda kalan Rumlardan sonradan ilçeye göç eden Müslüman halk, evlerin mimarisini bozmamıştır ve evler hala eski havasını kaybetmeden çok güzel sokaklar oluşturmuştu. Birden köşe başındaki pembe duvarlı tarihi fırından gelen damlasakızı kokusu her tarafı sarmıştı. Dar sokağın sonunda huzur veren o berrak deniz gözüküyordu. Etrafta el ele dolaşan çiftler, bu küçük huzur dolu yerde romantik bir tatil geçiriyor gibilerdi. Bir yandan dondurmasını güçlükle yemeye çalışan küçük çocuk diğer yandan elinde gitarı sahilde sanatını gerçekleştiren genç adam. Adada tarif edilemeyecek bir canlılık vardı ama hiç rahatsız etmiyordu insanı, herkes adanın büyüsüne kapılmıştı. Dar sokaklara yine kendimi attığımda karşıma birden Taksiyarhis Kilisesi çıktı. Kilisenin taş duvarları biraz ürküttü beni. Sebebini bilmediğim bir huzursuzluk kapladı içimi. Sanki geçmişte yaşayan insanlarla yan yanaymışım gibi hissettim.Kilisenin ilk yapıldığı halini canlandırmaya çalıştım kafamda sonra da yılların ne kadar çabuk geçtiğini fark ettim. Senelerin bıraktığı izleri gördüm duvarlarında. Duvarlarında bulunan Hz. İsa ve Meryem Ana figürleri herkes gibi benim ilgimi de üzerlerine çekti.Sokaklardan dolaşırken dikkatimi çeken bir diğer tarihi şey ise zamanında kilise olan ancak Rumların göçünden sonra camiye çevrilen yapılar oldu. Kiliseye eklenen bir minare, caminin içinde hala zarar görmemiş kiliseden kalan resimler, hem kültürün hem de iki dinin harmanını öyle güzel yansıtıyorlardı ki. Güneşin batışını kaçırmadan rotamızı önceden araştırdığım Şeytan Sofrası olarak adlandırılan tepeye çeviriyoruz. Mitolojik hikayeler hep ilgimi çekmiştir hep belki de biraz da o havayı yaşamak için merak ediyordum orayı. Kıvrımlı bir yoldan tepeye ulaşıyoruz ve harika bir gün batımıyla karşılaşıyorum. Güneşin denizeve küçük adacıklara yaydığı o sıcak his, denizin güneş ışıklarını üstüne örttüğü eğer güneş batarsa üşüyecekmiş gibi derin bir maviliği... Güneş batınca sanki beni terk etti gibi hissettim. Deniz de benimle aynı duyguları hissediyor olacak ki o dalgalı halini birden bir sakinlik kaplıyor. Akşam tek başıma sahilde yürümeye çıkıyorum. Denizden gelen o hafif esinti yaz akşamında olmamıza rağmen biraz üşütüyor beni. Aslında hep bir sahil kasabasında yaşamak istemişimdir çünkü denizin beni rahatlattığına inanırım. Oturup denizi izlemeye başladığımda sanki denizle dertleştiğimi hissederim. Tabi ki bazen de güzel hayallere dalarım. Olmayacak şeyleri bile hayal ettirebilir bana deniz. Yok hayır, sonradan üzülmem hayallerim gerçekleşmedi diye. Aksine o hayaller mutlu bile eder beni. Sahilden ayrılmak istemesem de küçük butik otelimize geri dönüyorum. Güler yüzlü sahibiyle ve dekorasyonuyla hem sıcak hem de o tarihi dokuyu hissedebileceğim bir yerde kaldığımız için dönmek çok zor da olmuyor. Sabah güneşin tenimi ısıttığını hissederken hep meraklısı olduğum antik kenti gezmek için yola koyuluyoruz. Böyle önemli tarihi eserler barındıran ve eski olan bu antik kentin niye az ziyaretçisi olduğunu düşünerek içeriye giriyorum. Zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bir patikadan Antandros Antik Kenti'ne doğru adımlarımızı atıyoruz. Antik kente adımımı atar atmaz o dönemlerde yaşamış 10-11 yaşlarında bir çocuk gibi kendimi hayal ediyorum. Sahilden koşarak evime geldiğimi o anda o harika renkleri olan muhteşem mozaikleri yerleştiren sanatçıları izlediğimi hayal ediyorum. Harabelerin içinde ilerlerken bu sefer de genç bir kız olduğumu, sevdiğim çocukla zeytin ağaçları arasından tepeye çıkıp denizi izlediğimizi düşlüyorum. Biraz daha ilerleyince kalan surları görüyorum ama bu sefer o gülümseyerek hayal ettiğim şeyler gelmiyor aklıma. Bu kenti korumak için kanlar döküldüğünü biraz önce düşlediğim küçük kızın belki babasının öldüğünü düşünüyorum ve yüzümden bütün gülümseme birden kayboluyor. O bütün güzel veya kötü yaşanmışlıklar surlara da yansımış olmalı ki hepsi kalıntı halindeydi. Çıktığımız patika yolu inerek rotamızı son durağımız olan kaz dağlarına çeviriyoruz.Etrafıma bakınca sadece varılacak menzilin değil yolun da değerli olduğunu anlıyorum. Kaz dağlarında her bir yamaçtaki güzellik, her ağaçtaki yaşam enerjisi dikkatimi çekiyor. Yeşilin yüzlerce tonu huzurun kaynağı denizle buluşuyor. Her yerin güzelliğine kaptırıyorum kendimi ama biran için zihnimde bir cümle canlanıyor. Evet diyorum:" Ayvalık güzel ama her mekan insanla güzel.". Kaynakça Resim: http://www.rmk-museum.org.tr/cunda/ http://yesimlehertelden.blogspot.com.tr/2015/07/gezi-rotasseytan-sofras.html Beyza Nur ERCOŞKUN 12 Eylül 2015 Ankara
Büşra Koç Bizim Farkındalığımız: Hayallerimiz Hayallerimiz olmasaydı, bize başka keyif veren ne olabilirdi ki bu hayatta? Her gece, başımızı yastığa koyduğumuzda düşüncelerimizi ne süsleyebilirdi kurduğumuz hayallerimizden başka? Ya da yeni güne başlamak için sebebimiz ne olabilirdi düşlerini kurduğumuz hedeflerimizden başka? Bana sorarsanız hayatı tatlandıran en güzel şeydir bir hedef uğruna yol almak. Bu yolda karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmeyi bilmek ve merdivenin son basamağına ulaşmak için ilk basamaklardan geçmeyi kabul etmek gerekiyor her şeyden önce. Sonrası zaten su gibi akıp geçiyor hayatımızda. Hadi biraz konuyu derinleştirelim ve hayatın bize sunduğu fırsatların bize ne gibi artıları ve eksileri olabilir onu inceleyelim. Hayatın bize bir garezi yok önce bunu kabul edelim. Her daim bize yeni bir yol açma uğruna karşımıza fırsatlar sunuyor. Bizim yapmamız gereken ise o fırsatları görüp, değerlendirmek. Ama aslında bu kadar basit görünen bu yol her zaman düzlüklerden oluşmuyor ne yazık ki. Karşımıza fırsatlar sunan hayat, gideceğimiz bu yolda bize bazı dönemeçler de ekliyor. Bu duruma geçtiğimiz hafta sonu, arkadaşımla izlediğim Devil Wears Prada filmindeki başrolün hayatını örnek vermek istiyorum. Film New York’ta yaşayan ve henüz gazetecilikten yeni mezun olan genç başrolümüz Andrea’nın başarılı bir yazar olmak uğruna hiç hayallerinde olmayan bir işe girmesiyle başlıyor. Aslında başarılı bir yazar olmak isteyen Andrea, yoluna tesadüfen gördüğü ilan vesilesi ile bir dergide stajyer olarak çalışmakla başlıyor. Bu yolda onun virajı, yani sınavı ise çalışma ortamı ve patronu oluyor ki Andrea gitgide kişiliğinden ödün vermeye başladığının farkına varıyor. Kendinden ne denli feragat ettiğini anlaması onun için bir bitiş noktası yaratıyor bir bakıma. Ve yazar olma hayalinden vazgeçmeden sadece ona giden yolunu değiştiriyor Andrea. Peki ya hiç farkında olmasaydı? Kendinden ödün vermeye devam edip bambaşka bir kişiliğe dönüşseydi? Acaba o büründüğü karakter de aynı hayali isteyecek miydi ileride? Ama gelgelelim bu kadar zorluğun bize olan artısı da farkındalığımız ve ondan çıkardığımız derslerle kişiliğimizi geliştirmemiz oluyor. Mesela çok yakın bir örnek olarak kendi hayatımdan bahsedeyim size. Bilkent Üniversitesi’nde iç mimarlık okuyabilmek uğruna üniversite sınavlarına 2. yıl tekrar hazırlandım. Çünkü bu okulda okuyabilmemin tek şartı burs kazanmamdı. Ve 1 sene sonra hayaline giden yolda birinci basamağı atlamıştı Büşra. Peki ya sonra okulun İngilizce hazırlık programında 3 yıl okumasına ne dersiniz? Benim için gerçekten zorlu bir yolculuk olmuştu çünkü hazırlık atlama sınavından 3 kez ardı ardına kalmam psikolojik açıdan beni bir hayli yıpratırken bir yandan da en ufak bir zorlukta darmadağın olan, insanların aksi sözlerini, davranışlarını kendini yıpratırcasına dert edinen beni bambaşka bir bakış açısına sürüklemişti. Çünkü 3. hazırlık yılımda hayat, yoluma terapistim Tuba ablayı çıkarmıştı. Yani bu durumu şöyle özetlemek gerekirse, hayatın bana sunduğu fırsat üniversite sınavlarına bir kez daha hazırlanabiliyor olmam, virajım hazırlık sınavında kalmam ve beni bu virajdan sağ salim çıkaran da Tuba ablam olmuştu. Bana ilk sorduğu soru “Diyelim ki sınavı geçemedin, hayatında ne değişir?” oldu. O soruyu kendime hiç sormadığımı fark etmiştim. Ve inanın aylar sonunda bu soruya verdiğim cevap Tuba abla ile çalışmalarımızın ardından tamamen değişti. Bu hayattakiBüşra Koç önceliklerim içerisinde ilk sıraya kendimi koymayı öğretti. Ve ardından Ve hayalimin ikinci basamağını da, tüm zorluklarına rağmen, o sınavı vererek atlamış oldum. Ne ilginç ki o zamanlarda şikâyet ettiğim birçok duruma şimdilerde iyi ki yaşamışım gözüyle bakıyorum. Bu hayatta yaşadığımız ve karşılaştığımız hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanıyorum ben. Hepsinin bir sebebi var. Ve asıl önemlisi de bunları yaşarken ya da yaşadıktan sonra bize olan artılarının ve eksilerinin farkına varabiliyor olabilmek. Hayallerimize giden yol tek bir çıkmazdan geçmiyor. Bir ağacı tersten düşünelim. Burada hayalimiz ağacın kökü, hayallere giden yollarımız da ağacın dalları olsun. Biliyoruz ki birbirinden bağımsız birçok dal tek bir kökte birleşiyor. Ve ağacın kökü ne kadar sağlamsa o dallar da o kadar uzun süre ayakta kalıyor. Sen sen ol hayaline sıkı sıkı sarıl, bil ki her ne dalda olursan ol birleşeceğin nokta hep aynı kalacak. KAYNAKÇA Weisberger, L. (2003). The devil wears Prada. Random House Digital, Inc..
KÜBRA EROĞLU “Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz… Ortadoğu’nun âdeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.” (Livaneli 13) ARTIK HÜMANİST DEĞİLİM Dünyanın bütün şehirlerini görmeye yetecek kadar ne param var, ne de zamanım. Kültür aşığı bir insanım ben. Dünyada farklı farklı insanların koruyup geliştirdikleri farklı farklı bütün kültürleri yakından tanımak, hepsini yakından görmek istiyorum. İçinde bulunmak istiyorum. Bu yüzden kitaplara başvururum. İyi yazılmış bir kitap, beni Afrika’da zebra avına da çıkarabilir, Pasifik Okyanus’unda büyük bir dalga sonucu gemimizin alabora olmaması için bütün gemi tayfasıyla beraber var gücümle bir halatı çekerken de bulabilirim kendimi. Ama Türkiye’de yaşıyor ve kendinizi vatana hizmet etmeye adamış bir üniversite öğrencisi olarak görüyorsanız – ki bu gençlerden birisinin de ben olduğumu burada vurgulayabilirim – bu merak uyandırıcı yolculukları yapmazdan evvel kendinizi Ortadoğu’nun gerçeklerine atmanız gerekiyor. Bunun için bir kitap arıyordum. Evet, böylesine hassas ve kavgalar arasında kalmış bir kültürü ayna misali abartmadan, olduğu gibi gösterebilecek bir roman bulabilir miydim? Bütün bu arayışlar beni Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk kitabına götürdü. Ortadoğu’da hiç bulunmadığımdan olsa gerek bir tane cümleyi fosforlu kalemle çizip o cümleye muhalefet etmek için hazırlamıştım kendimi. “Ben bir insandım.” (Livaneli 19) Evet, bana göre ne kadar zorluk içinde olursak olalım, “ben bir insandım” demeye hakkımız yok hiçbirimizin. Ben bir insandım ve ben bir insanım. Bundan sonra da yaşadığım mğddetçe bir insan olarak kalacağım. Bu, benim Ortadoğu’yu hiç bilmeyen bir “aydın adayı” olarak insanlara olan yaklaşımımdı. Ancak Livaneli’nin olaylar arasına sıkıştırdığı bir cümle bir tokat, hatta eski deyimle ağır bir şamar oldu, bütün gerçekliğiyle çınladı yanağımda. “…biz, bu ülkenin okuryazarları, boşluğa düşen bir trapezci gibiydik. Doğu askısını bırakmış, Batı askısını da yakalayamadan aşağı düşmüştük.” (Livaneli 69) Ortadoğu’da patlayan bombaları susturmak için bozuk plağın tekrar etmesi gibi “eğitim, eğitim, eğitim!” diye bağırmak kolaydı benim için. Ancak, bu eğitimin içine neyi sokuşturacağımdan bihaberdim. Son yıllarda pek bir moda olan “homoseksüeller için eşitlik” gibi hümanist bir yaklaşımı Ortadoğu’da ne derece okutturabilirdim? Ya da etrafında sürekli bombalar patlayan bir çocuğu “devlet, içerisinde yaşayan insanları kanunlar vasıtası ile müdafaa eder.” cümlesini orada bir çocuğu nasıl olacak da bir kere daha tekrar ettirebilecektim? Kafam bir türlü almıyordu. Kendi vatandaşıma olan yabancılığım, hatta bu yaşıma kadar Ortadoğu hakkında siyasetçilerin yalanlarına kandığım için kendimi asla iflaholmaz bir cahil gibi hissediyordum. Kendimi biraz teselli edecek derin bir nefes aldıktan sonra kitabı okumaya devam ettim. Sayfalar ilerledikçe kendini ülkemde kendini aydın sananların kahvesini yudumlarken ellerinde bulunan Sözcü, Sabah, Hürriyet ya da Yeni Akit – artık mezhebinize göre! – gazetelerini okurken aslında halkı kandırmaktan başka bir şey yapmadıklarını fark ettim. Gerçekten gazetelerden ziyade insan kitaplar okumalıydı. Zira sayfalar ilerledikçe Yezidi kızlarını birer et parçası gibi alıp satan, “günah” kavramı adı altında bebekli kadınları acımasızca sokağa atan vicdansızlıkları görünce içimdeki hümanist duygular bir anda son buldu. Bu yüzyılda bunlar oluyor muydu yahu? O kültürde yaşayan insanların neden kendilerine nefret söylemleri yapan insanlara kandıklarını anlamak zor olmasa gerek. Çünkü orada “ben insanım” cümlesini ağzına alamayacak ancak ve ancak “ben insandım” cümlesini söylemeye hakkı olan insan olmayanlar var. Bu kitapta bir kültürün içinde bulunan alt- kültürlerin birbirlerinden nefret ederken aslında birbirlerini öldürdüklerini görmek, içimde derin bir yara bıraktı. Sanırım, artık bir hümanist sayılmam. KAYNAKÇA Livaneli, Ömer Zülfü. Huzursuzluk. İstanbul: Doğan Kitap. Ocak 2017. Baskı.
Demir 1 Said Sakıp Demir 21401900 TURK101-14 27.11.2014 5. Ödev, serbest (Interstellar, Yıldızlararası Yolculuk, 2014) Dünyevi Terimler Üzerine Christopher Nolan'ın yönettiği, 2014 yılında vizyona giren Interstellar filmi, insan doğasına dair konulara değiniyor. Zaman, insanlık, ölümlü olan Dünya ve sevgi gibi konulara değinen film, diğer Nolan filmleri gibi senaryo yönünden çok etkileyici fakat felsefi ve bilimsel konuları iyi işlenmiş olsa da sanatsal açıdan çok derin değil. Yukarıda da bahsettiğim gibi, Yıldızlararası filminin temalarından biri gezegenimiz Dünya ve Dünya'nın ömrü. Filmde bahsedilen kısım daha çok toprağın ömrü ile ilgili fakat başka açılardan da düşündürtüyor; örneğin madeni açıdan. Geçtiğimiz asırda, madenlerin kullanımı kat kat arttı ki bu artış, tarih öncesi dönemler ile karşılaştırma yapılamayacak kadar çok. Örnek vermek gerekir ise, 500 metre uzunluğunda gemiler var. Bu gemilerin genişliğinden ve yüksekliğinden bahsetmiyorum bile, orasını siz hayal edin. Bu gemilerin yapılması için topraktan çıkartılan, arındırılan, işlenen ve sertleştirilen metali düşünmek çok korkunç. Bildiğiniz gibi, madenler toprağın altından taş ile beraber çıkartılıyor, taş eritilerek metal ayrıştırılıyor ve metal işlendikten sonra kullanılıyor. 500 metre uzunluğunda bir gemi için kazılması gereken madenler korkutucu geliyor, değil mi? On binlerce devasa gemi, kilometrelerce uzunluğa sahip milyonlarca tren, uçaklar, arabalar, tırlar, apartmanlar... Bütün bunları düşününce Dünya'nın içinin boş olması gerekiyor! Toprak bilimi konusunda uzman değilim, fakat Dünya'nın içerisinde oluşan bu boşluk bazı levha hareketlerini ve depremleri etkiliyor olabilir. Belki de en büyük depremlerin sorumlusu bizdik. Belki de bu faaliyetlerinDemir 2 sonucu onlarca yıl sonra ortaya çıkacak ve geleceğin insanlarına kötülüğü dokunacak. Sonuçlarını şimdi göremediğimiz, büyük felaketlere yol açacak olan eylemlerde bulunuyor olabiliriz. Şu anda çok bariz de olsa, birkaç asır önce insanlara "Eğer çocuğunun önünde biri ile kavga edersen onun psikolojisi kötü etkilenir ve büyüdüğünde şiddete meyilli bir yetişkin olur." denilseydi gülerlerdi. Şu anda göremesek de, belki de gelecekte bu yapılan davranışların yanlışlığı çok bariz olacak ve gelecekteki insanlar bizim bu yanlışları körü körüne nasıl yaptığımıza şaşıracaklar. Bütün dünya tarafından uygulanan bu madencilik faaliyetleri düşüncesiz ve yanlış bir şekilde yapılmış demiyorum, tabii ki işinin ehli uzmanların izni olmadan madencilik faaliyetlerinde bulunulmuyor, fakat bahsettiğim teorinin yine de düşündürücü. Film, sevgiye çok farklı bir şekilde yaklaşıyor ve sevginin tanımını bizlere sorgulatıyor. Sevgi, bilimsel olarak "Toplum içerisinde düzeni ve barışı sağlayan bir insan hissi." şeklinde tanımlanıyor. Ne yazık ki bu tanım, yıllar hatta asırlar önce ölmüş insanları niçin sevdiğimizi açıklamada yetersiz kalıyor. Bir insana, Vincent Van Gogh'u sevmenin sosyal yaşamda bir faydası dokunmaz. Belki de "O insanı seven diğer kişilerle kurulan sosyal bağlar" gibi bir argüman bu tezi yaralayabilir, fakat kimseye söylemeden Anne Frank'e duyulan yüce bir kardeş sevgisini kesinlikle açıklayamaz. 'Sosyal fayda' tanımı sadece sevgi için değil, diğer insani duygular için de yetersiz kalıyor. Uzaklık ve zaman kavramları tarafından etkilenmeyen, her an var olan insan hislerinin varlık sebebi sadece 'Sosyal fayda' olamaz. Sadece 'endorfinle' veya 'göz yaşlarıyla' açıklanamayacak olan bu hisler insanın sadece üç boyuttan ibaret olmadığına işaret ediyor. Vücutsal hormonların ve salgıların hislerle alakası olmadığını savunmuyorum, fakat bunların insan duygularının sebebinden ziyade sonucu olduğunu düşünüyorum. İnsanı kısıtlayan uzay ve zaman gibi engelleri kolaylıkla aşan insan duyguları belki ruhuyla, belki ölü uzaylı hayaletleriyle1, belki başka bir şey ile açıklanabilir fakat üçüncü boyut ile kısıtlanan sebepler tatmin edici gelmiyor. 1)Bakınız, ScientologyDemir 3 Kaynakça ● Nolan, Christopher. Interstellar (Yıldızlararası). Warner Bros. Pictures. 5 Kasım 2014 ● http://en.wikipedia.org/wiki/Scientology - 23 Kasim 2014
Son Perde Deneme Okuyan insan bilir okuduklarıyla kendi gerçekleri arasında bağ kurmanın, okuduklarına yakın hissetmenin tadına doyulmaz güzelliğini. Bu güzelliğin en çok hissedildiği türdür sanırım deneme. Sebebini merak etmemek imkansız sanırım. Yani neden denemelerde o kadar muazzam bir yakınlık var ki deneme okurları her yazıda bu yakınlığın ve onun güzelliğinin arayışında? Bağımlısı olmuşçasına bir arayıştan bahsediyoruz. Belki de insan hayatına benzerliğinden bize öyle görünüyor belki de hayatımızdaki başaramamışlıklarımızın getirdiği hüsranı defettiği için bize bu derece yakın ve güzel hissettiriyor. Sanırım bunu anlayabilmenin mümkün görünen tek yolu bir tür olarak denemeyi incelemek. Denemenin okurlarında diğer türlerden daha farklı bir şekilde oluşturduğu bir itibarı vardır. Kendine has olan bu itibarı gerçeklerle açıkça alaka kurma arzusundan alır. Yani denemede her türlü fikir ve olgu gerçeklerle ilişkilendirilerek aktarılır; gerçekler denemedeki fikirlerin dayandığı en sağlam duvardır. Ama okuyucudaki lezzeti, tüm bu gerçeklik dayanaklarını hayali kutuların içine paketleyip okuyucusuna armağan etme tutkusuyla oluşturur. Kısacası, gerçeklerle hayalleri harmanlayarak okuruna müthiş ötesi bir yemek sunar. Bizler de gün içerisinde böyle değil miyiz? Zevkten yoksun gerçeklerimizi yaşıyoruz belki ama hiçbir zaman sahip olduğumuz bu gerçekleri hayallerimize benzetme çabasından mahrum kalmıyoruz, sanki başarabilsek tatmin olacakmışız gibi. Belki biz tatmin olamayız ama denemelerde bunun başarılmışlığı bize ayrı bir tat veriyor yazarın, özene bezene yaptığı yemekten bir kaşık alırmışçasına. Diğer bir taraftan denemeler fikirleri ifadede sanatsallığa öncelik verir, tıpkı bir insanın neyi yaptığından çok nasıl yaptığının önemli olması gibi. Gerçekleri üzerinde kafa yoran bir insan gibi kendine özgü derin bir düşündürme işlenmiştir her satırına. Ama yine de bir insanın yaşamı gibi kısa, derin ve vurucudur. Daima konusunun peşindedir; kimi zaman bir hikâyeyle kimi zaman bir hikâye olmaksızın varır zirve noktasına. Tek bir görüntünün ya da fikrin peşinde gezinebilir, ama açıklayıcı iki üç kelimeyle tatmin olmaz. Hep bir anlam ifade etme arzusundadır. Konusundaki gerçeklerle çıktığı yolculukta hayalimsi bir anlama bürünür zirve noktasında. İnsan da hayatında bir alışkanlık hâline getirmiş gerçekleri anlamlaştırmaya çalışmayı. Sanırım denemenin okuyucularına yakın ve güzel hissettirmesinin asıl sebebi bu insan yaşamıyla arasındaki benzerlik. Ama onun daötesindeki asıl etmen kendi yaşanmamışlıklarımızı ve kendi başarılmamışlıklarımızı denemelerde bulup kendi gerçeklerimize tercih edişimizdir. Tür olarak deneme insan hayatına benziyorsa neden onun üzerinden çıkarımlar yapmıyor ya da sorular sormuyoruz? Mesala denemelerde fikrin oluşma ve öne çıkması birkaç adımdan ibarettir; duygular gelişip analiz haline bürünür; toplum hayatı kişisel analizlere vurulur; duygular tartışma havasında dile getirilir ve tartışmalar duygu gibi aktarılır; düşünceler somutlaşarak fikirleri oluşturur ve denemelerde fikirler başkahramanlardır. Peki ya insan yaşamında başkahraman kim? Deneme bu açıdan beynin tiyatrosuysa; yalnızca bir isim olmayıp aynı zamanda bir fiili de ifade ediyorsa ve hatta denemek bir süreçse insan yaşamı neyin tiyatrosudur ya da insanlar neyi deneme sürecindedir? Şüphesiz insan yaşamı bir tiyatroysa insanın gerçekleri de bu tiyatronun oyuncularıdır. Ama başkahramanı eksik bir tiyatro işte bu, insanı tatmin etmiyor. Bu tiyatro gerçeklerin hayallere dönüşme sürecidir ve her ne zaman bu süreç tamamlansa, her ne zaman bir hayal gerçek olsa, tiyatro başkahramanını bulsa tiyatronun perdeleri kapanıyor, tatmin olacak bir tiyatro kalmıyor. İnsan son perdenin peşinde ama kapanmış perdelerin ardında öyle bir sahne yok. Tüm oyuncular eşyalarını toplayıp dağılmış ve ortada tiyatro denebilecek bir olgu kalmamış oluyor. Âciz insan yine yalnızlığıyla ve başka gerçekleriyle yoluna devam ediyor. Denemenin bizi kendine çekmesi gibi hayallerimizin de bizi kendine çekmesinin altında aynı neden yatıyor sanırım; dünyaya ön kapıdan, salt gerçeklerimizle nesnellik algısından yaklaşma ihtimalinin daha düşük ve yapmaya değmez görünmesi. Diğer bir taraftan da hayallerimizin cezbedici güzelliği var. Yani hayallerimiz, kelimenin tanımı gereği konu aldığı nesneyi saptıracaktır; gerçeklerin sınırını aşıp onlarda cezbedici bozukluklara yol açacaktır. Deneme var oluşu gereği gerçeklere aç bir tür ancak gerçeklerle beraber malzemesini verebiliyor. Peki insanlarda da öyle mi? Yani insanlarda gerçeklere aç mı? Eğer hayallerimize ihtiyacımız var olduğunu düşünürsek bu hayallerimizin için de bazı gerçeklere ihtiyacımız olacak maalesef. Mesala sürekli uyuyan kişiler olsak gerçeklerimiz olmazdı peki rüyalarımızda ne görürdük? Ya hiçbir şey ya da uyumadan önce var olan gerçeklerimizle kurduğumuz hayallerimizi. Kısacası insan da var oluşu gereği gerçeklere aç bir fıtrata sahip.Sanırım deneme ve insan yaşamının ortak olmayan bir noktası yok. İnsanlar hayallerinden ve onları yakalayabilmelerinden ibaret. Gerçeklerse sadece bu sürecin bir parçası. Kimi bu hayallere ulaşamadan hüsrana uğruyor kimi ulaştıktan sonra tatmin etmeyen hayallerinin ardında bıraktığı yalnızlıkla. Denemenin tek farkı ise o mükemmel insan yaşamını temsil etmesi; son perdeye sahip bir tiyatro olması. Belki de bu yüzden yani kendi yaşanmamışlıklarımızı hatta yaşayamayacaklarımızı denemelerde tattığımız için güzel hissediyoruz. Belki de bu yüzden deneme insanın kendine en yakın hissettiği tür. Kaynakça: Shields, D. (2016). Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto. İstanbul: Everest Yayınları Burak Mutlu 21502500
Doğukan Kaya 21201608 Turk 102-8 2.12.2014 KİTAP(2) GERÇEK GURBET Gezi yazısı yazmak, gezilen yerleri anlatan bir kitap oluşturmak, kuşkusuz yazısal alandaki en zor işlerden birisidir. Okuyucunun kitaptan kopmaması elbette önemli ama gezi yazıları için asıl başarı okuyucunun kitabın sonunda anlatılan yeri görmeyi gerçekten istemesidir. Kitabın yazarının da sürekli bahsettiği, okuyucuda görmek istediği etki okuyucunun anlatılan yeri görme isteğidir. Avustralya’ ya, oradaki Türk işçilerin daveti üzerine gittikten sonra anılarını bize aktaran Fakir Baykurt, okuyucuda gerçekten de orayı görme isteği uyandırmayı başarmıştır. Dünyanın öteki ucu denilince benim aklıma gelen birkaç ülke ismi var. Amerika, Japonya ve son olarak da Avustralya. Bize mesafe en uzak olan hangisi bilmiyorum ama, nedense Avustralya bana içlerinden en uzak olanı gibi geliyor. Avustralya’ nın Güney yarım kürede yani bizden farklı yarım kürede bulunması, mevsiminin bizden tamamen farklı olması, orada farklı türden hayvanların yaşaması bana en uzağının o ülke olması izlenimini uyandırıyor olabilir elbette. Dediğim gibi bize en uzak olan ülke o mu bilmiyorum ama, en uzaklardan birisi olduğu bariz. Dünyanın her köşesinde olduğu gibi Avustralya’ da da birçok gurbetçimiz var. Elbette onların da gidiş sebebi daha iyi yaşam standartlarına sahip olmaktır. O kadar uzak bir mesafeye gitmelerinin sebebinin iyi bir işte çalışıp daha iyi standartlarda yaşamayı istemek olduğundan eminim. Yoksa kim dayanabilir memleketinden o kadar uzakta yaşamaya? Avrupa’da özellikle de Almanya’ da yaşayan binlerce gurbetçi olduğunu biliyoruz ve onların ülkemizi ne kadar özlediklerini de duyuyoruz, hatta yaz aylarında canlı canlı tanık da oluyoruz bu özleme. Özellikle yaz aylarında artan Avrupa plakalı araç sayıları bize gurbetçilerin yurt özlemini en iyi şekilde aktaran göstergelerden biri. Avrupa’ da yaşayan gurbetçiler şanslılar aslında. Ben bu kitabı okumadan önce Avrupa’ da yaşayıp yurt özlemi çekenlere çok üzülüyordum. Ama kitabı okuduktan sonra Avrupa’ da yaşayanlara artık “gurbetçi” demek içimden gelmiyor. İstedikleri zaman ülkemize gelebilme şansları var çünkü. Uçak biletleri çok pahalı değil, otobüslerle hatta kendi arabalarıyla bile istedikleri zaman gelebilme şansları var. Avustralya gibiuzak ülkelerde yaşayan gerçek gurbetçilerimiz için ise durum gerçekten zor. Araba ile gelebilme gibi bir ihtimal zaten yok. Ya uçakla gelebilirler ya da haftalarca süren gemi yolculuğu yapabilirler. Gelebiliyorlar ya sonuçta denilebilir ama işin bir de ekonomik boyutu var. Memleketlerini ziyaret edebilmek için belki de birkaç aylık maaşlarını harcamak zorunda kalıyorlar ve yine bir ikileme düşüyorlar. Memleketi mi görmek, yoksa biriktirdikleri parayla başka yatırımlar mı yapmak. Zamanında daha iyi yaşamak için ülkelerinden ayrılan çoğu gurbetçi, bu sefer parayı değil memlekete gitmeyi seçiyor… Avustralya’ da yaşayan gurbetçilerimiz için memleket özlemi gibi bir zorluğun dışında elbette güzel şeyler de vardır. Örneğin çok farklı bir kültürü, farklı bir dili öğreniyorlar. Sadece Avustralya’ lı değil, birçok farklı ülkeden insanlarla tanışma şansına da erişiyorlar. Avustralya birçok farklı ülkeden göç alan bir yer olarak biliniyor. Yani Avustralya’ da farklı tür insanlarla tanışma ihtimaliniz çok yüksek. Bunun dışında , gurbetçilerimizin şanslı oldukları konulardan biri de yüzlerce farklı hayvan türlerinin orada yaşaması, yani bir nevi doğal hayvanat bahçelerine sahip olmaları. Eskiden sadece Aborjinlerin memleketi olan Avustralya , şimdi birçok farklı ırka ev sahipliği yapan bir ülke. Bu yargıdan da anlaşılabileceği gibi, Avustralya herkese karşı açık bir ülkedir. Gezmek için ideal ülkelerden birisidir yani. Fakir Baykurt’ un yazısından önce sadece kangurularını bildiğim bu uzak memleket, artık benim için görmem gereken yerler listesinde başlara yerleşmiş durumda. Tabii ki bir ülkeye yerleşmek için de, bir ülkeyi gezmek için de öncelikle o ülke hakkında bilgi edinmek gerek. Fakir Baykurt’ un bu eseri, Avustralya’ yı gezmek isteyenler için çok açık bilgiler vermese de, orada yaşamak isteyenlere özellikle karar aşamasında yardımcı olabilecek bir eserdir.
Burak Akbıyık GÜZEL ÖRDEK YAVRUSU İlkokulda hepimizin zorunlu olarak aldığı bir dersti biyoloji ve bu derste bize öğretilen ve herkes tarafından bilinen bir gerçek şudur ki her insanın farklı bir DNA yapısı vardır. Bu sebeple insanlar fiziksel ya da zihinsel olarak birbirinden ayrılırlar. Bazı insanlarda bu farklılıklar diğerlerine göre daha fazladır ve dolayısıyla daha çok fark edilirler. Beklentileri karşılamayı misyon hâline getirdiğimiz şu günlerde farklılıklarından dolayı kendini toplumdan soyutlayan veya özgüvenini yitiren insan sayısı her geçen gün artıyor. Aynı durum en son okuduğum kitap olan Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları’nda da işleniyor. Uçmak, olağanüstü kuvvete sahip olmak ya da bakışlarıyla karşısındakini taşa çevirebilmek gibi tuhaf özelliklere sahip bu çocuklar toplum ve hatta aileleri tarafından kabul görmedikleri için Bayan Peregrine’in yetimhanesine bırakılıyorlar. Bu romandaki olaylar fantastik olsa da günümüz karşılıklarını farklı şekillerde bulabileceğimiz konusunda şüphe yok ki bu da kendimizi sorgulamamız gerektiği anlamına geliyor. Bir insan kilolu ya da boyu kısa diye neden alay konusu oluyor ve toplum tarafından dışlanıyor? Ya da tam tersi neden tüm insanlara sanki aynıymışçasına bir eğitim sistemi veya beklenti zinciri uygulanıyor? Sizce de bu durumun değişme zamanı gelmedi mi? Son soruma cevabınız benimkiyle aynıysa eğer yeni sorumuz şu oluyor: Peki nasıl? Değişime ilk olarak kendimizden başlamamız konusunda hepimiz hemfikirizdir sanırım. İnsanların kilolarıyla alay etmektense onları spora ya da diyete yönlendirmeye çalışmak ya da boyu kısa diye cüce, yerden bitme gibi alaycı lakaplar takmaktansa onların kendilerine olan güvenini tazelemek, güzel göründüklerini söylemek gibi küçük değişimler güzel bir başlangıç olabilir. Çevremizde çeşitli özellikleriyle bizden farklı olan ve dikkat çeken insanlara meraklı ya da aşağılayıcı gözlerle bakmaktan vazgeçmeliyiz. En basitinden bir kadın kendini güzel hissettiği gibi giyindiğinde ona dik dik bakıp hatta hakaret eden kötü niyetli insanları sert bir dille uyarmalıyız. Bunları herkes yapıyor demiyorum ama çoğumuzun bunlara benzer olaylara tanık olduğundan eminim. Bakış açımıza ya da kendi doğrularımıza ne kadar ters olursa olsun insanları farklılıklarıyla kabul etmeliyiz. Ne yazık ki bunu hayatımızın her alanına uygulamak buraya yazmak kadar kolay değil ama değişime bir yerden başlamak gerekiyor. Bu değişime erken yaşlardaki çocuklara herkesin farklılıklarıyla kabul edilmesi gerektiğini aşılayarak başlayabiliriz belki de. Tabii ki bunun için önce eğitim sistemimizin kendisini değiştirmeliyiz. Şu anki eğitim sistemimizi ele alırsak ülkemizde de her insan sankiBurak Akbıyık aynıymışçasına bir eğitim sistemi uygulanıyor. Herkesin yetenekli olduğu konular farklı olabilecekken hepimizden aynı konuda başarılı olmamız bekleniyor. Derslerimizde başarısız olursak bunun bizi aptal ya da yetersiz gösterdiğini düşünüp kendimize olan güvenimizi kaybetmemize sebep oluyor. Sırf bunun yüzünden kendisinin aptal olduğuna inanıp bunu kabullenen insanlar var ve toplum, yani biz, belki de başka bir konuda çok yetenekli olan bir bireyi kaybetmiş oluyoruz. Hatta bu bireyler ömrünün geri kalanını aptal olduğunu düşünerek ve buna inanarak geçiriyor. Böyle insanları topluma geri kazandırmak için harekete geçme vaktinin geldiğini düşünüyorum. Okullarda başarısız olanları ya da dış görünüşündeki farklılıklarıyla toplum tarafından dışlananları geri kazanmak kadar önemli olan bir diğer konunun da engelli bireylerin topluma kazandırılması olduğunu düşünüyorum. Tekerlekli sandalye kullanan bireylerin rahatça binip inebildiği toplu taşıma aracı sayısının artırılması ya da kaldırımlara park eden araçlara uygulanan cezaların ağırlaştırılması gibi değişimlerin yararlı olabileceği görüşündeyim. Egolarımızdan sıyrılıp o insanların konumunda bizlerin de olabileceği gerçeğini hatırlayıp üzerimize düşeni yapmalıyız. Engellilere yönelik eğitim veren kurum ya da ilgi duydukları sporu yapabilecekleri tesis sayılarının arttırılması gibi hedefler bizi başarıya götürecektir ve onların yüzündeki tebessüm en büyük kazancımız olacaktır.
Furkan ÖZÇAM Küreselleşmenin Etkileri Küreselleşme 1990'ların başından beri uluslararası ilişkilerden ekonomiye, ticarete kadar her alanı ilgilendiren ve en çok konuşulan kavramlardan bir tanesi. Küreselleşme basit olarak; dünyada var olan ülkelerin birbirleri ile bütünleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu kadar yaygın olarak tartışılması Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra başlamıştır. Çünkü Sovyetler Birliği dağılmadan önce dünyanın iki kutuplu siyaseti, tanımdaki gibi ülkelerin bütünleşmesine engel oluyordu. Günümüzde, yani küreselleşmenin yükselişinin başlamasından yaklaşık 25 yıl sonra ülkelerin, insanların yani bizlerin üzerindeki etkisi hâlâ yoğun bir şekilde devam ediyor. Kitabın yazarı Thomas Friedman, kitabı 1990'ların sonlarında yazdığı için tabii ki küreselleşmenin etkileri konusunda günümüz ile belli farklar mevcut çünkü o zamanlar insanlar küreselleşmeden daha farklı şekilde etkileniyordu ancak sonuçta arkasındaki mantık hemen hemen aynı. Küreselleşmenin benim yaşamım üzerindeki etkilerinden biri, satın aldığım, tükettiğim ürünler ve satın aldığım hizmetler. Bana göre küreselleşmenin en çok etkilediği yer ticaret diyebilirim. Örneğin şu anda, evimin karşısındaki bir AVM'de yediğim hamburgerin, pizzanın, sandviçin tıpatıp aynısını Amerika, Asya ya da Afrika kıtasında bulunan ve bu küreselleşme akımından etkilenmiş herhangi bir ülkede yiyebilirim. Mesela bu yemek kültürümüzde yaşanan çok önemli bir değişim. Bundan belki 30-40 yıl önce de Türkiye'de yabancı mallar ve hizmetler satılıyordu ancak hayatımıza bu kadar girip, alışkanlıklarımız arasında yer almıyordu burası kesin. Hazır gıdalar da buna çok uygun bir örnek. Bugün "Coca-Cola" gibi içtiğimiz meşrubatların, "Snickers" gibi yediğimiz çikolataların vs. çoğu Amerika'dan Asya'ya her kıtada, her ülkede bizimle aynı oranda tüketiliyor. Dediğim gibi belki küreselleşmeden önce de yabancı mallar ülkemizde satılıyordu ancak küreselleşme bunları satın almayı ve tüketmeyi birer alışkanlık ve kültür haline getirdi. Mesela "Starbucks" örneği bu kültürü çok iyi şekilde yansıtıyor. Ben de dahil olmak üzere insanlar Starbucks kafeye kahve içmek istedikleri için değil Starbucks'tan kahve içmek istedikleri için gidiyor. Çünkü küreselleşen dünya bize bu kültürü teşvik ediyor. Diğer bir örnek ise elektronik ve dijital sektör. Küreselleşmenin ticaretteki etkisinin en yüksek olduğu sektör elektronik ve dijital. Şu anda etrafımda tanıdığım istisnasız herkes akıllı telefon kullanıyor. Bize etkisi inanılmaz, düşünsenize istisnasız herkes diyorum. Küreselleşmenin sayesinde ülkece akıllı telefon üretecek teknolojiye sahip olmamamıza rağmen akıllı telefonların nimetlerinden faydalanabiliyoruz. Aynı şekilde küreselleşme sayesinde farklı ülkelerde ortaya çıkan farklı firmalar arasında rekabet de doğuyor ve bu da biz tüketicilerin işine yarıyor. Mesela Android ve iOS telefonlar arasındaki rekabet çok fazla ve ben Android kullanmayı sevdiğimden Android kullanıyorum ancak aralarındaki rekabet ikisinin de daha ucuza daha verimli olmasını sağlıyor. Eğer küreselleşme olmasa idi böye bir rekabetten söz edemezdik çünkü birisi Amerikan, diğeri Güney Kore şirketi. Bu birbirinden uzak iki pazardaki iki firmayı birbirleri ile rekabet edebilecek seviyede bütünleştiren şey de işte bahsettiğim küreselleşme. Küreselleşmenin etkileri tabii ki ticaret ile sınırlı değil, bize daha dolaylı yoldan etkileri olan politika, uluslararası ilişkiler, eğitim gibi alanlarda da etkileri var küreselleşmenin. Ancak bizi daha doğrudan etkileyen alan ticaret ve bu ticaretin yarattığı kültür diyebilirim. Bu kültür şu anda bizim her türlü alışkanlığımızı değiştirmiş durumda. Yemekten giyime, sanat ve kültürden eğlenceye kadar. Bu değişimin olumlu yönleri olduğu kadar olumsuz yönleri de yok değil. Ancak bana göre olumlu yönleri daha ağır basıyor bu nedenle ben "küresel" bir dünyada yaşamaktan gayet memnunum.
Irmak Sergi ŞİMDİKİ KOMŞULAR BİR HARİKA! Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika kitabı mizahi olarak komşuları hatırlatıyor bana bugünlerde. Günümüz apartmanlarının güncel ve bir o kadar “harika” sorununa değinmek isterim bu vesileyle. Sevgili üst kat komşuları acaba evinizde tadilat süsü verilmiş yıkma ve baştan inşa etme hayalleriniz ne zaman son bulacaktır? Muhtemelen yıkılmaması gereken bir duvarı yıkıyor, ya da kaldırılmaması gereken bir kolonu kaldırtıyorsunuz ancak daire kafanıza göçmeden önce olaya el atmanız yararınıza olabilir diye düşünüyorum. Marcel Proust da “Üst Kat Komşusuna Mektuplar” adlı eserinde üst kat komşusuna beklenmedik bir derecede kibar bir dille gürültüden rahatsız olduğunu belirten mektuplar yazıyor ve eskiden beri problem olmaktan çıkamayan bu sorunu dile getiriyor. Tahminen evin dekorundan sıkılmış yeni emekli bir çifttir üst katınızdaki gümbürtülerin sebebi ya da daha yolun başında olan gelecekte bebeklerinin ağlama sesine dayanamayacağınız yeni evli bir çift. İşte o daire tam da bahsettiğimiz daire: Burası sürekli kıvranan, deri değiştiren bir organizma gibi! (Birsel, 2005) Güneşin yüzünü nazlı nazlı göstermeye tenezzül ettiği bir ekim sabahı saat dokuzu on geçiyor, uyuyacağınız elli dakikanın daha hesabını yaparak geçiriyorsunuz, evde pijamayla terliklerle film izlemeyi, blog yazmayı hedeflediğiniz güzel bir cumartesi sabahı. Sonra ne mi oluyor? Tahammülü son derece zor bir matkap sesiyle uyanıyorsunuz. Cumartesi sabah erken uyanmanın iki çeşidi vardır: Ya hafta içine kurduğunuz erken alarmları kapamayı unutmuşsunuzdur ya da mütemadiyen hafta sonunu felakete çevirmeye odaklı bir üst kat komşusuna sahipsinizdir. Birinci çeşidine uyum sağlama süreci kısmen daha kısadır.Yalpalayarak telefona uzanır, alarmı kapatır ve bir iki dakika içerisinde tekrar uykuya dalarsınız. İş ikinciye geldi mi durum sandığınızdan da vahimdir. Eğer şanslıysanız –ki bunu şanstan sayar mısınız bilemem- söylene söylene tekrar dalarsınız. Ama bu hikaye burada sonsuza kadar mutlu mesut uyudular olarak son bulmaz. Bırakın uyumayı, gün içinde evin içinde kaşlarınız çatık gezmemeniz imkansız hale gelir. Bu sefer de alt katın çekiç sesine uyanırsınız akrebin onu, yelkovanın on ikiyi gösterdiğini umarak. Apartman kurallarına göre sabah on ila akşam sekiz arası tadilat yapılır kuralını bir tek siz hatırlarsınız. Ama tabi ki saat daha on bile olmamışsa sinir kat sayınızın yükselmesi muhtemel bir olasılıktır. Sabrınızın son kullanma tarihi de 7 Ekim 2016 Saat 9:47 ise artık komşuları elinizden alabileceklere helal olsun demek kalır. Ne yapsam polis mi çağırsam yoksa gidip bir güzel kavga mı etsem diye düşünürken fon müziği sizi hiç yalnız bırakmaz. –Komşular diye söylemiyorum bir o kadar da düşüncelidirler.- Ne yazık ki çekiç sesleri, bu defa iki ayrı merkezden stereo olarak başlar! Bir başka üst kat komşu çeşidi de tek başına üç kişilik gürültü yapan komşu çocuğudur. Hele ki bir de pazar sabahları erken uyanan bir türdense durum içler acısı bir hal alır. Bütün Aslan Krallar, Bugs Bunnyler, Şirinler sizin evi amfi tiyatroya çevirir. Her hafta başka bir müzik aleti hediye edilen şımarık ama bir o kadar da çalmaya isteksiz çocuklar vardır. O kahvaltı sonrası “Hadi kızım/oğlum bize biraz keman çal.” cümlesi bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının bir ipucudur. Alt komşularınızın önerisini merak edecek olursanız eğer açık bir şekilde söylemek isterim: “ Çalsın çalmasın diyen yok ama öğrenip çalsın, bizimki de kulak.” Ama gösterdiği özen ve harcadığı emekten dolayı takdir etmemek mümkün değil tabi ki (!) Gelgelim son gürültücü çeşidine, evde topukluyla yürüyenler, yürüyenlerimiz. Sizleri de anlamak lazım tabi onca Amerikan, Türk dizilerinde ayakkabı çıkarmaya çıkarmaya kendilerini ileri düzey kültürlü ilan eden komşularsınız. Hadi diyelim giydiniz lütfen topukluterliklerle, ayakkabılarla koşma hünerlerinizi evin içinde sabah sabah göstermeyiniz. Olimpiyatlar dört yılda bir oluyor, her gün atletizm yarışlarına hazırlanmak niye? Önünüzde gürültüsüz, tadilatsız üst komşularınızın olacağı günler olsun efendim. KAYNAK Birsel, G. (2005, 23 Temmuz). Şeytan diyor ki, al o matkabı. Sabah http://www.sabah.com.tr adresinden elde edildi. Proust, M. (2016). Üst Kat Komşusuna Mektuplar. İstanbul: YKY.
AŞKTAN ÖTE Kırılan bir kemiğin doğru kaynamadığı takdirde varlığını sık sık hatırlattığını hepimiz biliriz. Tekrar kırılmaması için gereğinden fazla özen gösterilir. Kalp de bir kemik misali herkesten sakınılır. Kalp bir kez gerçekten kırılmışsa yeni tanıştığım insanlara karşı gardımı indirmem, akıl süzgecinden defalarca geçirir fakat işin en önemli kısmını unuturum. Bir insanı ilk defa gördüğümde bende uyandırdığı önceden tanışmışlık hissi ile hızla çarpan kalbim, mantığımı bir kenara bırakmam için yalvarabilir. İşte o zaman, ne kendime ördüğüm kalın duvarlar ne de edilen bir daha kimseye güvenmem yeminleri beni bu aşktan alıkoyabilir. Genelde hikayelerin başı belli. İnsan ansızın masalsı bir oyunun içinde bulur kendini. Anılar çoğalır, bir zamanlar tanımadığı o insanla karakterinin yap boz parçaları misali birbirini tamamladığı düşüncesi mutluluk verir. Akıntıya kapılıp giderim, karşıma ne çıkacağını, suların beni hangi kıyıya vuracağını bilmeden. Her şeyin mükemmel devam ettiğini düşündüğüm nokta, aslında yolun sonu olabilir. Bu eşsiz büyü bozulduğunda önceden onu gördüğümde karnımda uçuşan kelebeklerin cansız bedenlerinin altında ezildiğimi an be an hissederim. Tarifsiz bir duygu tufanı başlar. Kapkara gecelerde yıldızlar ve ay ışıldamaz, parkta oynayan neşeli çocuk sesleri yerini sağır edici bir sessizliğe bırakır. İşte o zaman gidene yapılan baş kaldırış, ezici bir kabullenişle son bulur. Aşk, Türkçe’mizdeki en kısa kelimelerden biri. Yalnızca üç harften oluşmasına rağmen anlamı fazlasıyla derin. Kimileri için birine karşı duyulan hayranlık olurken kimileri içinse birine olan bağlılık ve hatta bağımlılık olabilir. İnsanoğlunun doğumla ölüm arasındaki o kısaçizgiyi sevgi, aşk olmadan tamamlaması çok zordur. O çizgide bu duygulara yer vermediğiniz takdirde anlamsız bir yaşam sürmeye mahkum olmuşsunuz demektir. Bazen Tanrı’ya, bazen doğaya ya da bir annenin evladına duyduğu aşk, mutluluk ve huzuru beraberinde getirir. Bir kişiye hissedilen bu duygu en kaçınılmaz olanıdır. Kişiye olan aşk gözle görülüp, elle tutulup, ten ile hissedilmese de ruha verdiği sıcaklık bakımından emsalsizdir. Kişiyi rahatlatır, kötülükten arındırır. Bu insan olmanın en temel, en özel duygusudur. Sevgiyi, aşkı tanımlamaya kelimeler yetmez. Kişiye göre değişen, yorumlanan bu duygu pek çok filme konu olmuş, hikaye olmuştur. Bazen de okunan bir kitapta, bir şiirde dile gelir aşk. Hikmet Anıl Öztekin’in ‘’Elif Gibi Sevmek’’ adlı kitabı da böyle bir kitap. Kitapta yalın bir dil ile tasavvuf ve şiir birleştirilmiş. Din sevgisi ve aşk bir arada harmanlanmış. Şairimizin Tanrı’ya duyduğu aşk, sevgili aşkından hep bir adım önde tutulmuş. Aşk duygusunun doğuştan gelen bir duygu olduğu ve yapaylıktan uzak olduğu defalarca belirtilmiş. Şair Elif adına yüklendiği anlamlarla Elif adını yüceltmiştir. Zaman zaman Elif’in Arap alfabesinin ilk harfi olması sebebiyle her şeyin başlangıcı ve yeniden doğuşun sembolü olarak göstermiş, bazen de Elif adının masumiyet, saflığını vurgulamıştır. Elif harfinin yazılış biçiminden her zaman dik ve istikrar sahibi olduğunu dile getirmiştir. Elif adına sahip bir insan olarak bu kitaptan etkilenmemem mümkün değildi. Şiire, edebiyata ilgisi olan tüm insanların bu kitabı okumasını şiddetle tavsiye ederim. ‘’Elif Gibi Sevmek’’ yer yer gülümseten yer yer de fazlasıyla duygulandıran bir kitap. Eskiden yazılanşiirlerin daha gerçekçi ve saf duygularla yazılmış olduğunu her zaman sonuna kadar savunmuş olsam da okuduğunuz her satırda şairimizin içindeki duyguların gerçekliğini hissetmek mümkün. Kitabı severek okuyacağınız ve kitabı bitirdiğinizde üzerinizde bıraktığı o buruk duygudan memnun kalacağınızın garantisini de şimdiden veriyorum. ELİF ÇELENK 21602922
Mehmet Emin Sevinç İmgelem Üzerine Geçenlerde ünlü Rus yönetmen Andrey Tarkovsi'nin sinema anlayışını anlatan Tarkovski'den Sinema Dersleri adlı bir kitap okudum. Tarkovski'nin hemen tüm filmlerini izlemiş biri olarak onun eserlerini anlamak için kavramsal düşünme ile haşır neşir olmak gerektiği kanısındayım. Yani Tarkovski, bir oturuşta izlenecek filmlerin yönetmeni değildir. Tarkovski izleyen insan, artık başka bir insan olmuştur. O denli insan ruhunu ele alan filmler üreten Tarkovski'nin genç yönetmen adaylarına pek çok tavsiyesi bulunan bu eser, son dönem yönetmenlerinin filmlerindeki bir tür kofluğun nedenine de ışık tutuyor. Benim de kendime dert edindiğim bir mesele olan kavramsal düşüncenin önemini ısrarla vurgulayan büyük duayen, sanatla ve bilhassa sinema ile uğraşacak kişilerin belli bir zihin berraklığına sahip olması gerektiğini ileri sürüyor. Bu berraklık ve duruluk konuları oldukça ilgimi çeker, üzerine düşünmeye çalışırım. O yüzden kavramsal düşünmek ve beynimizdeki arterleri bir nebzeye kadar açmanın önemi üzerinde durmak istiyorum. İnsan şüphesiz zaafları olan bir canlı. Hatta denebilir ki insanı insan yapan şey büyük ölçüde zaaflarıdır. Zaafların duygusal kökenli zayıflıklar olduğunu ve duygusal düzeyde dalgalanmaların kaçınılmaz olduğunu hesaba katınca durum daha net ortaya çıkar. Fakat insanın zaaflarından çok daha güçlü yanları da vardır. Yani insan düşünen, üreten, hayal kuran, kavram üretebilen, kavramsal düşünebilen bir canlıdır. Son söylediğim kavramsal düşünmenin kaliteli ve dolu bir hayat yaşamak için elzem olduğu kanısındayım. Yani sadece somut ve gündelik olaylara değil; soyut meselelere de önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Somut ve gündelik olayları hayvanlar ve bitkiler de tecrübe edebiliyor çünkü. Yağmur yağdığında buğday filizlenir, köpeğin canını acıtırsanız saldırır. Bunlar somut olaylardır. Ancak en azından şimdiye dek bir baykuşun, şiir yazabildiğini görmedik. Bir ağacın şarkı söylediğini duymadık. Düşünce düzeyindeki hadiseler, insanlara özgüdür. Fakat soyut düşünce, pek çok kişi tarafından bilinçli ya da değil, reddediliyor diye düşünmekteyim ben. Kapsamı biraz daraltıp sinema sanatını ele alalım. Herkesin kendine has bir sinema anlayışı vardır,buna itirazım olamaz. Ancak ben sinemanın en entelektüel ve kalbe en çok dokunan sanat dalı olduğunu kanısındayım. Bu açıdan sinemacıların, duygu ve düşüncelerini belli bir soyutlama üzerinden anlatmaları gerektiğini düşünüyorum. Sözgelimi, üzgün bir insanı ağlatmak, olaya somut ve bodoslama bakmak demektir. Buna karşın üzgün birinin ruh halini anlatmak için kamerayı ıslak bir köpeğe çevirmek, üzüntüyü daha berrak ve zeki bir biçimde aktarmak demektir. Sembolizm ve kavramsal anlatı bakımından son dönem sinemacılarını ve hatta edebiyatçılarını vasat buluyorum ben doğrusu. Tabii ki herkesten Tarkovski sinemasına birebir riayet etmesini bekleyemeyiz, bir de eğlenceye odaklı endüstriyel sinema vardır. Fakat ben burada sinemanın kurucularının filmlerinden, Bresson'dan, Kiarostami'den, Godard'dan öğrendiğim sinemayı temel alarak imgesel anlatımın yeni sinemacılarda kıt olduğunu gözlemliyorum. İmgelemin zayıf olmasının nedenlerini herhalde ciltlerce kitap yazsak yine de anlatamayız. Ancak içindeki yaşadığımız dijital çağda, imaj bombardımanı altında olmamız, sanıldığı gibi imgelemi geliştirmiyor. Tam tersine, bu kadar çok görsele, sese, uyarana mağruz kalmak bir anlamda imgelemimizin bağışıklık sistemini çökertiyor bence. Fazla olan, üzerine düşünülmemiş olan, hamburger gibi sipariş verir vermez hazır olan imgelerden bir şey çıkmaz. Üzerine düşünülmemiş, uğruna geceler boyu uykusuz kalınmamış fikirlerin değeri olmaz. Öyle ucuz imgelerden sanat eseri devşirilemez. Yani bir başka deyişle, sanatçının görevi hayatında gördüğü olayları zihninde kavramsal bir çerçeveye oturtmak ve bu olayları imgelere, sahnelere, melodilere, fırça darbelerine dönüştürmektir. İçsel bir dönüşüm olmadan, sindirim ve içselleştirme olmadan sanattan bahsedemeyiz. Tarkovski'nin de naçizane benim de derdim, tasam, meramım budur işte. Semir Arslanyürek. Tarkovski'den Sinema Dersleri. Agora Kitaplığı. 2012.
Hüseyin Caner Oflaz Bilgisayar Oyunlarının Yanlış Değerlendirilmesi Küçüklüğümden beri hep bilgisayar oyunlarıyla aram iyi oldu belki de olması gerektiğinden iyi olmuştur ancak bu son zamanlarda çıkan haberler ” yok bilgisayar oyunları zararlıdır, psikolojik zararlar verir” gibi durumlar sinirimi bozmaya başladı. İşin daha kötü tarafı ise bu konu hakkında bilgisi olmayan insanların bu sözleri sorgulamadan kabul etmesi. Aslında özünde bir zararı olmayan bilgisayar oyunlarının basmakalıp sözlerle ifade edilmesi tamamen bir haksızlıktır. Bilgisayar oyunları hakkındaki tartışma aslında uzun zamandır devam ediyor. Ancak genelde zararlıdır diye sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu tartışmaların oyunların hepsini hedef alması çok büyük bir hatadır. Bence her oyun türü farklı olarak değerlendirilmelidir. En basitinden oynayan kişi bile değiştiğinde bir oyun zararlı olmaktan tam tersine yararlı bir duruma bile geçebilir. Örneğin bir savaş oyunu sadece şiddet olarak düşünülerek oynanırsa şiddete meyilli olan bir kişinin duygularını daha fazla ortaya koyup zararlı bir durum oluşturabilir. Ancak bunu bir strateji ve eğlence olarak düşünerek oynanır ise kişinin stratejik düşünmesini ve geneli görme yeteneğini geliştirerek gerçek hayatta ona belki de işinde çok büyük yardımları dokunabilir. Ayrıca bu oyunlarda refleksler önemli olduğu için kişinin reflekslerini de geliştirebilir. Fakat bu her oyun için geçerli değildir; özellikle yaş sınırı olan oyunların küçük yaşta oynanması durumunda psikolojik olarak zarara yol açabilir. Takım oyunlarında ise bir takım olarak çalışma yetisi geliştirilebilir ve bu oyunlar iletişime de katkı sağlayabilir ; çünkü internet üzerinden oyun oynarken insanlar birbirileriyle ortak bir yönü olan kişilerle karşılaşıyorlar ki gerçek hayatta bence önemli arkadaşlık nedenlerinden biri de ortak ilgi alanıdır. Tabii önemli olan bence burda doğru psikolojiyle yaklaşmak ve ne yaptığını bilmektir. Peki ne yaptığını bilmek nedir? Öncelikle, insan oynadığının bir oyun olduğunu bilmelidir çünkü insan oyun oynadığı gerçeğini unutursa hayatını mahvedebilir. Bu yüzden bu oyunların doğru psikoloji ile oynanması gerekir. Ancak her zaman kötü etkisi olan oyunların nedeni oynayan kişi değildir. Bazı oyunlar özellikle bu amaç için yapılmıştır. Ancak bu oyunların yüzdesi oldukça azdır ve bu tür oyunların oynanmaması gerektiği belirtilir ama pek bilgisi olmayan yaşı küçük olan oyuncular bu tuzaklara düşebilir. Bu durum da genç yaştaki insanların hayatlarına zarar verici olabilir. Bir başka zararlı denilebilecek durum ise bilgisayar başında çok uzun süre oturulması ve bu durumun sağlık açısından zararlı olması durumudur ancak bu durum da oynayan kişinin psikolojisine ve fiziksel fonksiyon kapasitesine bağlıdır. Örneğin şahsen yerinde duramayan bir kişi olarak bu durumu hiç hissetmediğimi söyleyebilirim. Ayrıca mesela bilgisayar oyunlarının çoğunun dili İngilizcedir. Eğer cidden meraklısı iseniz bu dili öğrenmede çok büyük katkıları olur. Kendi hayatımda benim çok işime yaradı bu durum çünkü bir şeyi öğrenmenin en iyi yollarından biri o şeyi hayatınızda kullanmaktır, oyunlarda da bu durum geçerlidir. Eğer internet ile oynanan oyunları oynuyorsanız İngilizce konuşmak size diğer oyuncularla konuşabilmek için gereklidir. Bu durum sizin İngilizce öğrenmenizi kolaylaştırıyor. Kendi hayatımda İngilizce öğrenimimde eğer bilgisayar oyunları olmasaydı hayatımda türlü türlü sorun yaşardım. Bilgisayar oyunlarının gerçekte de zararlı olduğu kanaati benimsenmiş olsa bile bence eğer kişi kendini biliyor ve bunu hayatında kullanabiliyorsa bilgisayar oyunlarının zararından çok yararı olabilir. Genel kanının aksine benim değerlendirmem bilgisayar oyunlarına olan ön yargının kırılabilmesi için daha kapsamlı değerlendirmelerin yapılması toplum açısından daha aydınlatıcı sonuçlar ortaya koyar.
AKSU 1 İREM NAZ AKSU KAHVESİNİ SICAK SEVENLER İÇİN İçinizi ısıtacak sımsıcak kısa anılardan oluşan Soğuk Kahve'yi ben de çok büyük umutlarla almıştım. Sosyal medyada paylaşılan alıntılarından ve sayfalarından görerek,bir heves gidip aldığım bu kitabın aslında sadece zaman kaybından ibaret olduğunu okudukça anladım. Yazarın ilk eseri olan Soğuk Kahve, en başta yazdığım gibi içinizi ısıtacağına ismi gibi yazarın bahsettiği güzel duygulardan ve hatta kendi anılarından da soğutan bir tat bırakıyor kitabın sonunda okuyucuda. Kitabın türüne bile tam olarak karar verebilmiş değilim aslında. Öykü desen değil, roman hiç değil ancak denemenin yandan yemişi olarak ifade edebiliyorum. Genel olarak bakıldığında bu kitap, yazarın kendi hayatından kesitlerle bizlere sunduğu kısa kısa anılardan ibarettir. Öncelikle kitabın okuyucuyla sürekli bir konuşma havasında geçmesi ilgimi çekmişti ama sonradan fark ettim ki söyleşi havası kitaplar için uygun bir dil değilmiş. Karşımda kim olursa olsun sürekli bana hayatı hakkında öğütler verse ya da sürekli yaptığı hatalardan bahsetse elbet bir yere kadar dayanabilirim. Soğuk Kahve'de tam olarak hissettiğim de bu idi, 'ben yaptım, siz yapmayın' havası çoğunlukta. Aslında yazarın da kendisiyle çeliştiği çok fazla yer olmuş. Eski aşklar unutulmalı mı, peşinden mi gidilmeli? Sevdiklerimize çok fazla mı değer veriyoruz yoksa biz hiç mi değer görmüyoruz? Sürekli bir soru seli fakat cevaplar her sayfada farklı bir yanıt ile dile getirilmiş. Yani ben bu kitabı okuduğumda bana ne kattı diye sormayı cesaret bile edemedim çünkü zaten kitabın yazarı dahi kendisinin ne istediğini veya ne anlamak istediğini güzelce anlayıp, dile getirememiş. Bir sayfada sevgili yüceltilip, mecbur hissedilirken sayfayı çevirdiğinde aslında bizi hak etmediğini anlatıyor Batman satırlarında. Yazdıklarından anladığım kadarıyla; kendi çocukluğunu, gençliğini ve aşk hayatını tamamen farklı geçirdiği için bunların hepsini harmanlayıp okuyucusuna nasıl ifade edeceğini bilememiş olucak ki, ben de kendime bu kitaptan çıkaracak hiçbir satır bulamadım. Baştan sona kötü yorumlanmış bir eser de demek istemiyorum fakat okurken altını çizdiğim yerler olmadı değil; söylemek istediğim o alıntılardan sonra gelen cümleler. Bu alıntıda çok güzelmiş deyip altını çizdiğim neresi varsa ardından gelen cümle onun tam tersini savunuyordu. Yazarın, yazılarındaki anlam bütünlüğü sıkıntısı fazlaca olduğundan kitap benim için sadece altını çizdiğim alıntılardan ya da sosyal medyada paylaşılan birkaç satırdan öteye geçemedi maalesef. Kitabın içinde geçen 'Nasılsın Sabah Uykum?' adlı yazıda sevgilisini sabah uykusuna benzetmiş hatta birini sabah uykusu kadar sevebilmekten sözetmiştir. Bence birini sabah uykuna benzetmek sevgiliye hakaret etmekten farksız. Benim için sabah uykusu hep o yarım kalandır, istemediğim halde bölünendir. Yazar ise bunu birine söylediğinde karşısındakinin 'Bu adam beni çok seviyor' diye düşünmesini bekliyor. Sonra ise farklı bakış açısı olmayan biriyle hayatın geçmeyeceğinden bahsediyor. Genel olarak ne olup bittiğinden habersiz tavırları, fazla ciddiyetsiz diliyle beni bu kitaptan soğutmayı başardı. İçten olmaya çalışmış fakat kullandığı 'lan', 'oha' gibi sözcüklerle sokak ağzının ve alaturkalaşmanın dışına çıkamadığını düşünüyorum. Soğuk Kahve'yi okurken size sabır diliyorum. Ben çok büyük hayallerle aldığım bu kitaptan ufak alıntılar dışında çok bir şey kazanamadım. YazarınAKSU 1 yaşamından bahsettiği kesitlerden olsun ya da üslubunun verdiği ciddiyetsizlik olsun bu kitaba kütüphanem arasında yer bulamadım. Umarım yazarın diğer eserleri de bunun gibi bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmaz benim için. Yine de size iyi okumalar... Kaynakça: Kitabın Adı:Soğuk Kahve Kitabın Yazarı: Ahmet Batman Sayfa: 224 sayfa Yayınevi: Destek Yayınları
Çağrı Durgut 20/07/2020 21801983 Dalı Bırakmamak İçin Bir Sebep Bir kitap okudum ve sanki o kitabı ben yazmıştım… Bana kalırsa bir insanın yaşayabileceği zevkler arasından en entelektüeli bu. Senden yıllar önce yaşamış bir devin zihninde senin de aklından geçmiş düşüncelerin olduğunu görebilmek. Çoğu vakit kendi düşüncelerimi romanların içinde, özellikle de Dosto’nun karakterlerinin zihninde görürdüm ancak zihnimin bir köşesini her daim rahatsız eden bir soru vardı ki onun hiçbir yerde açık açık sorulduğunu duyamazdım. İnsanların cevabı çoktan verilmiş, üstü kapatılmış gibi davrandıkları için kendime dahi sormaya cesaret edemediğim bir soru… Anna Karenina romanının 1997 yılında çekilen sinema uyarlaması esasen kitapta bulunmayan ancak Tolstoy’un İtiraflarım kitabının temelini oluşturan şu sahne ile başlar. Kendisini kovalayan bir kurt sürüsünden kaçan bir seyyah, can havliyle önünde bulduğu susuz bir kuyunun içine atlar. Düşme esnasında can havliyle elleriyle kuyunun içinde bulduğu bir ağacın köklerini yakalar ve ona sımsıkı tutunur, aşağı baktığında ise kuyunun dibinde düşmesini bekleyen bir canavar olduğunu görür. Bu sırada tutunduğu ağacın yaprakları arasından bal damlaları sızdığı fark eden adamın diline bu damlalar düştükçe onu mutlu etmektedir. İşte böylece kuyunun içinde dallara tutunup beklerken kuyunun taşları arasından çıkan biri siyah biri beyaz iki fare tutunduğu dalları kemirmeye başlar. Artık adam için kaçış yoktur. Ne aşağı inebilir ne de yukarı çıkabilir. Üstelik ona teselli vermekte olan bal damlaları artık tat vermez olmuş; fareler dalları kemirdikçe zamanı da azalmakta, gözleriyle gördüğü mutlak sona doğru yaklaşmaktadır. Resim 1 1İşte benim sorum tam olarak buydu. Bu analoji, adeta aklımdan ışık hızıyla geçtiği için bir türlü kelimelere dökemediğim fikirleri somutlaştırıp gözlerimin önüme sermişti. Herkesin bir şekilde görmezden gelmek istediği bu sorunun önüme basit bir örnekle koyuverilmesi beni afallatmıştı. Hakikat şuydu: Hayatın anlamsızlığı karşısında insan, kuyuda asılı bekleyen seyyah kadar çaresizdi. Başka bir deyişle insan hayatı, o seyyahın bir süre sonra düşeceğini bile bile dalda asılı kalmaya devam etmesi, ağzına düşen damlalar ile mutlu olması kadar anlamsızdı. Kuyunun iki ucunda bekleyen canavarlar ölüm ve sonrasındaki mutlak hiçlik, dala tutunup kaderini bekleyen âdemoğlu, dalları kemiren fareler ise akıp geçen zamanımızdı… Hayatın anlamsızlığının idraki ve insanın içindeki yaşama isteği birbiriyle çarpıştığında ortaya ancak benimki veya Tolstoy’unki gibi kararsız ve karamsar zihinler ortaya çıkıyordu. Üstelik bu düşüncelerimizde yalnız da değildik. Tolstoy bu analojinin bir şark meselinden alıntı olduğunu söyler, sonraları ufak bir araştırma ile bu masalın birkaç varyasyonu ile Suhuf-u İbrahim’den Buda’nın öğretilerine kadar envaiçeşit kaynakta yer aldığının rivayet edildiğini öğrendim.1 Sonuçta anladım ki insanlık bu sorunu görmezden geliyor değildi, yalnızca hayatta olanlarımızın büyük bir çoğunluğu dalların arasından sızan balı yalamakla o kadar meşguldü ki ne kuyunun başındaki ne de dibindeki kaçınılmaz canavarların şiddetini görebiliyorlardı. Bu canavarların varlığı ancak tutundukları dal çatırdamaya başlayınca dikkatlerini celbedebiliyor, hayatı yaşamalarının tek sebebinin içlerinde buldukları nedensiz bir hayatta kalma güdüsü olduğunu ancak o zaman fark edebiliyorlardı. Düşüncelerimde yalnız olmadığımı fark etmek beni ne kadar tatmin etse de ağzıma çalınmış bir parmak baldan başka bir şey değildi. Bu analoji veya Tolstoy’un onun üzerine yorumu içimdeki anlamsızlığı beslemekten başka bir şey yapmıyordu. Üstelik akıl sağlığım için hayatta bir anlamın olduğunu yanılsamak dahi hayatın anlamsızlığını kabul etmekten yeğdi. İşte o zaman fark ettim gerçek arayışımın tam da bu noktada başladığını. Hayatın bir anlamı varsa onu gerçekten arayabilmek için önce daha önce sahip olduğum anlam yanılsamalarını bir kenara bırakmam gerektiğini... Eğer çıkışı olmayan bir ormanda yaşadığımı kabullenmiş olsaydım bununla yaşamaya devam edebilirdim ancak ben daha ziyade ormanda kaybolmuş ve bu gerçek nedeniyle dehşete düşmüş, yolunu bulmak için koşuşturan birisine benziyorum diyor Tolstoy. Attığı her adımda kafası karışan ve yine de koşuşturmaya devam eden birisi… İnsan olmak işte tam olarak burada başlıyor diyorum ben de. Buda’nın, Tolstoy’un, Suhuf-u İbrahim’in yazarının veya Sartre’ın 1 Resim 1: Hikâyenin Buda’nın öğretilerinde yer aldığı şekliyle resmedilişi. 2benzer şekillerde fark ettiği hakikat buydu: Hayat, anlamını aydın zihinli kişiye diğerlerine sunduğu gibi kolayca sunmaz. Bir anlamın olmadığını fark etmek sadece sınavın ilk aşamasıdır. Bundan sonra anlamsızlığa katlanabilmek gelir, ardından ise sanki varmışçasına bir anlam aramak. Aramakla bulunmayacağını ancak bulmak için aramak gerektiğini bilerek usanmazcasına aramak... Kaynakça 1) Buddha, Shakyamuni. The Reality of Mankind. http://www.lifespurpose.info/buddha/realityofmankind/realityofmankind01.html adresinden elde edildi. 2) Tolstoy, Leo Nikolayevich. İtiraflarım. İstanbul: Lacivert Yayınları: 2017. 3) Rose, Bernard. Anna Karenina. 1997. Icon Productions. Film. 3
İsim:Berkay Can Baydar No:21302217 Ders:Tur101-53 SİSTEM YANILGISI İnsanoğlu yaratılışından yani doğasından ötürü kötüdür ve bencildir. Bütün insanlar birbiriyle bencillik konusunda yarışabilir. Hepsi kendi iyilikleri ve refahları için diğerlerini çok kolay bir biçimde oyun dışı bırakabilir. Bütün bunlara rağmen hepimizin bir tarafı ki maalesef çok küçük bir tarafı iyilik yapma eğilimindedir ve diğer insanları düşünür. Her insanın sürekli içinde bulunduğu veya bulunmak zorunda olduğu bu çelişki aslında günümüze kadar gelen bütün yaşayış biçimlerinin veya daha bilinen adıyla siyasi akımların çıkış noktasını oluşturmaktadır. Biz, bu koca egolu varlıklar gerçekten her şeyimizi herkesle paylaşabilir miyiz ya da herkesle eşit mevkiye, eşit maaşa ve eşit haklara sahip olmayı kabullenebilir miyiz? Daha net bir şekilde söylemek gerekirse komünal yaşam tarzı bizim için uygulanabilir midir? Kuşkusuz ki bütün insanlar hayatlarının bir döneminde herkesle eşit ve herkesin herkesi koşulsuz sevdiği bir dünyada yaşayabilmeyi hayal etmiştir. Aslında daha hayatın gerçeklerinin görülmemiş olduğu, sadece aile bireyleriyle iletişimde olunan ve en büyük günahı yemeği yere dökmek olarak bildiğimiz dönemde hayalini kurduğumuz bir dünyaydı, belki de herkesin bir tuğlasını koyduğu kocaman bir ütopyaydı hepimiz için. Hani küçükken söylediğimiz ‘Hayat bayram olsa’ şarkısındaki gibi, herkes inansa ve hayat herkese bayram olsa derdik ya... Hatırlıyorum 23 Nisanlarda arkadaşlarımla el ele tutuşup sesimizin son haddine kadar bağırırdık o şarkıyı ve bu o zamanlar için hepimizin inanarak dilediği bir istekti doğadan ve Tanrıdan. Çocukların hayal ettiği o temiz ve saf dünyaya ulaşabilmemiz maalesef bizler için imkan çerçevesi dahilinde değil. George Orwell Hayvan Çiftliği’nde bu durumu o kadar güzel anlatmış ki yıllar öncesinde yazılan bu kitabı okurken kendi yaşadığımız olayların gözümüzün önüne geldiğini ve bugün içinde bulunduğumuz yaşam biçiminin bizler için ne kadar yaralayıcı olduğunu görebiliyoruz. Önce bütün hayvanların beraber kurduğu temiz ve saf bir yaşam alanı görüyoruz ve bu alan tam olarak bizim küçükken hayalini kurduğumuz herkesin eşit haklara sahip olduğu ve herkesin herkesi sevdiği tarzda bir dünyayı temsil ediyor. Daha sonra ise daha akıllı olarak betimlediği domuzlar ki onlar da benim bahsettiğim yaşça büyük insanları temsil ediyor, bencilliğin getirdiği içgüdüyle öne çıkma hırsına kapılıp yavaş yavaş o güzel dünyayı kirletip yaşam alanının sonunu getiriyorlar ve bu da maalesef bizim bugün içinde bulunduğumuz tarzda bir dünyanın oluşumuna yol açıyor. Kitabın genel anlamda sosyalist düzene bir eleştiride bulunduğuna inananlardan ziyade ben kitabın eleştirmek istediği tarafın insan ve onun bencilliği olduğunu düşünüyorum. Çünkü belirtilen ya da hayal edilen düzenlerde bir yanlışlık ya da hata olmadığı aşikar,asıl hata ve yanlışlık insanın kendisinde ve egosunda. İnsanın kendi egosuyla ve iç dünyasıyla yaşadığı problemler yüzyıllar boyunca yine insanın kendisine zarar vermemiş midir? Yaşanılan savaşlar, katliamlar veya kıyımlar… O kadar büyükçaplı düşünmeye de gerek yok aslında, günlük yaşamımızda arkadaşlarımızla ya da ailemizle yaşadığımız sıkıntılara bakalım. Dikkatli düşünecek olursak hepsinin kaynağında karşılıklı bencilliklere rastlamanız çok zor olmayacaktır. İnsanların bencilliğinden daha çok üzüldüğüm tarafları tepkisizlikleri ya da yaşama devam edebilme içgüdüsüyle sisteme ayak uydurmaları, başkaldıramamaları. Tıpkı Hayvan Çiftliği’nde olduğu gibi düzenin başındakilerinin yaptığı yanlışlara ve haksızlıklara sessiz kalmaları ve bunları sırf onlar yaptı diye kalıbına uydurup haklı görmeleri. Aslında bahsettiğim ‘koyun içgüdüsü’ insanların bugün mutsuz olmaları ve zorunluymuş gibi bu mutsuz yaşamı sürdürmelerinin en büyük nedeni olsa gerek. Günümüz yaşamında da kitapta olduğu gibi başkaldıranların ezildiğini düşünürsek bu mutsuz yaşamı sürmek zorundaymışız gibi duruyor. İnsanların egolarını tatmin etmeden önce kalplerini tatmin ettikleri, içlerindeki o küçük paya sahip olan iyi tarafı ön plana çıkardıkları zaman herkesin daha mutlu bir yaşam süreceğini görmek çok zor olmasa gerek. Çözümü sistem değiştirmekten öte kendimizi değiştirmek noktasında ararsak o hayalini kurduğumuz sistemlere ya da yaşam biçimlerine daha kolay ulaşabileceğimiz kanaatindeyim. Sorunun odak noktası olarak başkalarını belirlemek yerine kendimizi odağa koyduğumuz zaman bahsettiğim çözümleri fazla aramak zorunda kalmayacağımızı düşünüyorum. Nitekim hayat bencil olmak için çok kısa ve kısa vadedeki ego tatminimizi uzun süreçli yaşayabileceğimiz mutluluklarımıza değişmeyelim, çünkü hayat mutsuz geçirecek günler için de çok kısa.
Mehmet Behnan Türkeri BİR YAZAR OLMAK Evet, yazar olmak. Birçok hayalimden yalnızca bir tanesi. Kısa süreli hayallerimden birisi desem daha doğru olur. Yani her şeyi bir ara yapmak istiyorum ama birkaç gün sonra yapma isteğim geçiveriyor. Yine de yazar olmak, aklıma en çok gelen hayallerden. Bir şeyler hatta bazen azıcık şeyler yazarak, pek çok insana ulaşabilmek… Kulağa hoş gelmiyor mu? Okunuyorsunuz ve beğeniliyorsunuz. Hayranlarınız oluyor ve hitap ettiğiniz kitle gün geçtikçe genişliyor. Tabii olumsuz sonuçlar gören yazarlar da olabiliyor ancak bu noktada pozitif düşünmemiz gerekiyor. Şimdi, neden ara sıra yazar olma arzusuna kapıldığımdan ve yazma hakkındaki bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum. Öncelikle şiir okumayı çok severim. Türü fark etmez. Epik, lirik, didaktik, pastoral hepsi olur. Anlamdan çok görünüşe bakarım. Eğer kafiye bolsa ve üstüne anlam bütünlüğü sağlanmışsa, o şiir benim için mükemmeldir. Böyle mükemmel şiirler okuya okuya şiir yazma arzusu oluştu kafamda. Ben de yazmaya başladığım zaman öncelikle kafiyeye dikkat ettim. Yazma işlemine dokuzuncu sınıftayken okulda sıkıldığım ya da işimin olmadığı boş vakitlerde başlamıştım. Okulda yazdığımdan dolayı okul konulu şiirler oldu ilk şiirlerim. Önemli bir detay söyleyeyim, bu şiirleri İngilizce yazdım. Devamı da İngilizce geldi. Neden Türkçe yazmadım bilmiyorum. Herhalde ilkini İngilizce dersinde yazdığım için olabilir. Neyse işte sonra yazdığım ilk şiiri sınıf arkadaşlarıma ve öğretmenime gösterdim ve hepsi beğendi. İsmi “Corridors of Pain” yani “Eziyet Koridorları” idi. Okulun sevilmeyen yönlerini, bazen öğrencilerin nasıl acı çektiğini ve öğrencilerin kafasından geçen pesimist düşüncelerin kağıda dökülmüş hâli gibi bir yazı oldu desem yalan olmaz sanıyorum. Öğretmenim de içeriği okulla ilgili olumsuz fikirlerden oluşmasına rağmen beni takdir etmişve başka şiirler de yazmam gerektiği konusunda bir öneride bulunmuştu. Okulun son aylarına gelmiştik o zamanlarda. Bir veya iki ay sonra okul bitecekti. Sadece son sınavlarımız kalmıştı. Ben de sınavların baskısından bir nebze olsun kurtulabilmek için şiir yazmaya devam ettim. Yine okul hakkında oldu içerikleri fakat bu defa işin içerisine bir tanesinde akrostiş, diğerinde de İngilizce söz sanatlarını kattım. Güzel bir iş çıkardığımı söylediler. Toplamda üç tane şiirim olmuştu. Üç tane şiirim olmuştu da hepsi genel konuları içerdiğinden dördüncü çalışmamda farklı bir konuya yönelmek istedim. Oyumu da ilkokuldan beri başıma dert olan ve şu an üniversitede hâlâ bana sorun çıkartan Matematik dersinden yana kullandım. O da akrostiş ve matematiksel terimlerden oluşuyordu. Matematik konulu şiirimi de Matematik hocama gösterdim ve ondan da beğenimi aldım. Sonrasında da şiirim, okulumuzun Matematik dergisinde yayımlandı. Çevremdekilerin istekleri üzerine üç tane daha şiir yazdım ve onlar da okulumuzun İngilizce dergisinde yayımlandı. Evet, yeterince şiir yazmıştım. Yazar olmaktan bahsedeceğim dedim de kendimi şair ettim neredeyse. Bundan sonra şiir yazmaya hobi olarak tabii ki devam edeceğim ancak bir de roman gibi daha uzun soluklu çalışmalar var kafamda. Hayalet Yazar romanındaki gibi kendimi hayatımı bir romanın içinde ve başka bir yazar figür üzerinden anlatsam çok hoş olurdu açıkçası. Böyle romanlar okumayı seviyorum. Yazarlar hayatlarını, kendi yarattıkları karakterlerin ağzından anlatma işlemini sık sık gerçekleştirirler. Eğer şiir dışında roman falan yazarsam, aynı yöntemi ben de kullanmak istiyorum. Yöntemden sonra biraz içerikten bahsedeyim. Yazacağım kitap ya da roman her ne olacaksa; psikolojik tahliller ve iç monologlarla beraber gelen betimlemeler ile dolu olacaktır. Okuru fikir karmaşası içinde düşündürmek güzel olsa gerek. İşte, benim bu şekilde ufak bir edebiyat girişimim mevcut. Umarım gelecekte profesyonel bir pozisyonda olmasa da bir şeyler yazmaya vakit bulabilirim. Yazmayı veokutmayı hayatımdan çıkarmamalıyım. Hem insanların hoşuna gidiyor hem de yazdıkça kafam dağılıyor, sıkıntılarımı unutuveriyorum. Ey insanlık! Sizleri, kafanızdakiler saçma da olsa yazmaya davet ediyorum. Eğer kendinizde herhangi bir yetenek keşfedemediyseniz, belki de içinizde bir yazarlık cevheri vardır. Bunu en kısa zamanda fark etmelisiniz. Sonuçta dünyanın gidişatını değiştiren veya büyük bir olayın başlangıcına sebep olan yazılara imza atabilirsiniz. Kimileri sizi eleştirir fakat siz yazdıklarınızla öne çıkar ve tanınırsınız. Ben şahsen popülerlik için yazmadım yazdığım şeyleri. Yani yazdıklarım henüz üç beş parça şeyler ama olsun. İnsanlara belki bir kıvılcım gösteririm diye düşündüm. Bir amaç için yazmak her zaman daha iyidir görüntüden. Ben de zaten ilk olarak görünüşe, sonra anlama önem vermeye başlamıştım. Kendimi edebî dönemler arası geçiş yapmış gibi hissettim anlık olarak. Neyse, demem o ki her yaptığımızı bir amaç için yapmalıyız. Zaman kıymetlidir değil mi? Hem yazmak da güzel bir uğraş. Zamanı iyi değerlendirerek faydalı şeyler yazmak bir insanın ömründe yapabileceği en güzel işlerden biri olabilir.
KURALLAR ÇĠĞNENMEK ĠÇĠN (MĠDĠR?) Akla sadelik geldiği zaman –ele alacağım konuda “özlük” kavramını kullanmak daha doğru olur sanırım- ne kadar baĢarılıyız günlük hayatta? Örneğin; bir Ģirketin yöneticisi, hatta sahibi olduğumuzu düĢünelim. ġirketin çarklarının yağlı kalabilmesini ve böylece uzun süre boyunca tıkır tıkır dönebilmesini sağlamak için hangi kuralları koymalıyız ki baĢarılı olalım? “Öz” kurallar koyarak yöneteceğimiz bir Ģirket baĢarılı olabilir mi mesela? Hatta belki neredeyse kural bile koymayarak, çalıĢanların kendi maaĢlarını ve tatillerini belirlemesini sağlayarak çarkları döndürebilir miyiz? BoĢ zamanlarımdan birinde “TED Talks” izlerken, alanlarında oldukça baĢarılı iki konuĢmacının kendi iĢ hayatlarından ilham verici örnekler vererek ve bu konuĢmacıların birbirlerinden tamamiyle farklı konulara değinerek anlattıkları bir nevi hayat hikayelerinin ne kadar farklı, ama aynı zamanda da ne kadar da aynı olduğunu fark etmem beni oldukça derinden etkiledi ki, bunu bloguma yazmaya karar verdim. Yazı dilinde direktlik ünlem iĢaretine, gizem ise soru iĢaretine benzetilebilir. Bu kavramlar, pratikte ünlem ve soru iĢaretleri gibi birbirlerinin zıtlarıdır, en azından zıtlarıydı demek daha doğru olur benim için bugüne kadar. Ünlü tasarımcı Chip Kidd’in konuĢmasını dinlemek, sadelikte direktlik ve gizemlilik gibi zıt görünen iki kavramın uyumunun önemini kavramamı sağladı. Her direktlik sadelik gibi görünebilir, her gizem ise karmaĢıklılığı temsil edebilir bize fakat bazen öyle direkt olursunuz ki, sadelikten tamamıyla uzaklaĢırsınız; bazen ise öyle gizemli olursunuz ki, sadeliğin tanımı olarak parmakla gösterilirsiniz. Örneğin, bir restorantta hesabı istemenin dünyaca ünlü sembolü olan el iĢareti –evet, iĢareti bile anlatmama gerek yok çünkü gözünüzde canlanıverdi- direktlik ile sadeliğin mükemmel bir uyumudur; lakin hesabı istemeye yeltendiğimizde servis elemanının gelmesini bekleyip, geldiğinde bu hareketi yapmak bizi hem sadelikten hem de direktlikten uzaklaĢtıracaktır kuĢkusuz. Chip Kidd’in Görsel 1 herhangi bir kitap tasarımı da bu eĢsiz uyumun bir örneği olabilir. (bkz. Görsel1) Romanın kapağındaki gizem, okuyucuyu heyecanlandırmaklakalmayıp, aynı zamanda okuduğunda ĢaĢırtıyor; sürprizini bozmamak için, sadece bütün romanı ve Tokyo metro renklerini bilenlerin anlayabileceği bir hikaye olduğunu belirtmek isterim. En nihayetinde, her Ģeyin azı karar fazlası zarar deyiĢinin bu durumda çok güzel iĢlediğini görmek mümkün bizim için. Bir kitap kapağı tasarlarken direktliğin ve gizemin varlığından elbette söz edebiliriz, hatta söz etmezsek yazdığımız herhangi bir yazıyı sonuçtan giriĢe doğru yazmıĢa döneriz; farz edelim ki Ģirkette kuralları koymaktan sorumlu yöneticiyiz, hala söz edebilir miyiz yapacağımız iĢte baĢarılı olmak için ve Ģirketi ileriye taĢıyabilmek için iĢ hayatımızdaki gereksinimlerimizin baĢlarında yer alan özelliklerin içinde direktlik ve gizemliliğin eĢsiz uyumu olduğundan? Bu noktada, on dokuz yıllık yaĢam, on dört yıllık eğitim hayatımın düne kadar olan kısmında cevabım ne evet ne de hayırdı, pek bir fikrim yok der geçerdim muhtemelen. Fakat, ne zaman ki Ricardo Semler’ın inanılmaz baĢarısının ilham verici konuĢmasını dinledim, o zaman cevabın aslında saf bir evet olduğunu anladım. Kuralları koyarken sadece öz ve gerekli kuralları koymak yeterliymiĢ aslında Ģirketi daha ileriye taĢımak için. ÇalıĢanları birer koyun, kendinizi ise bir çoban gibi görürseniz standart yüzde bir ve veya ikilik –Ģanslıysanız yüzde beĢlik- büyüme ile tamamlarmıĢsınız çeyrekleri. Halbuki, çalıĢanları biraz rahat bırakarak, onlara da takdir yetkisini tanıyarak; hatta ve hatta onların yapacağı iĢe bir kota koyarak, kotadan fazla iĢ yapılması yerine tatile çıkılmasını isteyerek yönetilseymiĢ baĢarılı olurmuĢ Ģirket, bunu anladım. Bu sistemle, dört milyon dolarlık Ģirket kısa sürede iki yüz milyon dolar gibi astronomik değerlere ulaĢabilirmiĢ. Biz insanlar, kuralları koyarken empatiden uzak yollara baĢvurduğumuz için bu kadar vasadız geliĢmekte bence. Sonuç olarak, Ricardo Semler gibi öz kurallar koymanın iĢ hayatında ne kadar baĢarılı olduğunu gören güzel yöneticilere sesleniyorum: Çok teĢekkürlerimi sunuyorum kavradığınız için. Görmeyenleri ise Semler’ın konuĢmasını dinlemeye davet ediyorum. ENGĠN EGE SARAÇÇI 21502978
AÇ GÖZLÜ PEMBELER / Deniz Akkaya Özgürlüğüne yeni kavuşmuş bir toplum, sorgulamaktan yoksun bir halk, aç gözlü yöneticiler ve daha fazlası... Türlü entrikalar ve bireyleri oyalama çabaları aslında her zaman tek bir amaç içindir; halkın refah düzeyini arttırmak(!)... Bir ülkenin düşmanlardan kurtuluşu ve sonrasında yapılan yenilikler, liderler arasında fikir ayrılıkları, yapılan haksız suçlamalar bu kitabın temel hatlarını oluşturmakta. Bir bakıma günümüzde yaşanan ya da yakın geçmişte yaşanmış olayların çok miktarda benzetme ve metaforlarla okuyucuya aktarıldığı bir kitap Hayvan Çiftliği. Aynı zamanda bir liderin koltuk sahibi olduğu zaman, nereden geldiğini ve ne olduğunu nasıl unutabileceğinden de güzelce bahsediyor. İhanete uğramış bir devrim tablosu çizmeye çalışan George Orwell, bu tabloyu hayvanlar ve çiftlik işleri üzerinden çok başarılı bir şekilde oluşturmuştur. Aynı zamanda karakterleri, hayvanları tanıdığımız çok belirgin (1) Hayvan Çiftliği özellikleri ile insanlara benzetmiştir: "Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakar at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir." (2) İnsanlar kovulduktan sonra, bir kargaşanın hüküm sürmemesi için domuzlar hemen kendilerini çiftliğin beyni ilan edip, diğer hayvanları bu ayaklanmanın güzel olduğuna inandırmak için marşlar yazıp, bayraklar çekerler. Aynı gerçek hayattaki gibi; koltuğa yeni oturan kişi, emelleri iyi ya da kötü olsun, öncelikle kendine bolca sempatizan toplamaya çalışır. Çoğunluk elde edildiği zaman, yöneticilerin sırtı yere gelmez. Tüm hayvanların eşitliğiyle başlayan bu tablo bir süre sonra domuzların lehine alınan kararlarla bozulmaya başlar. Domuzların bu eşitsizlik için çok yerli bir gerekçesi vardır; sürekli çiftlik hayvanlarının refahı için gece gündüz düşündüklerinden dolayı daha çok yemeğe ve dinlenmeye ihtiyaçları vardır. Hizmetkar(!) insanların, nasıl zengin ve keyif içinde yaşadıklarını anlatan güzel bir örnek! Her zaman gireceğimiz işlere baştan kuralları koyarak adım atmak gerekir. Bu ileriki zamanlarda kimsenin canının sıkılmamasını ve haksızlığa uğramamasını sağlar. Ancak bazıakıllılar, kendi işlerini kolay yürütmek için bu kurallarda çok küçük değişikliklere giderek; her şeyi normal gibi gösterirler. Devlet yöneticileri bunu, yasalarla ufak ufak oynayarak; halka hissettirmeden yapar. Bir diğer ismi de "kılıfına uydurmak"'tır aslında. Domuzlar da zamanla üç beş yasayı kimse fark etmeden değiştirirler, bir süre sonra tamamen kaldırırlar. Böyle yöneticilerin gözünde, en sadık emektarının bile değeri yoktur. At Boxer, hayatını domuzların sözlerine harfiyen uyarak ve var (3) Tüm hayvanlar eşittir, ama bazı gücüyle çalışarak geçirir. Ancak ölüm döşeğine hayvanlar daha eşittir. geldiğinde emekli olacağı yaşa gelmek üzeredir ve bu hiç çalışmadan devletin kaynaklarından faydalanacak anlamına gelir. Bu yüzden domuzlar onu baytar yerine kasaba götürür ve manevi değer yerine, kasabın verdiği üç beş lirayı tercih ederler. Bir süre sonra bu aç gözlü pembeler, başlangıçta kurtulmaya çalıştıkları; içki içen, kıyafet giyen, yatakta yatan, evde yaşayan insanlara benzemeye başlarlar. Halkın kalanı bu durumu garipser ama artık onları hiçbir olay şaşırtmamaktadır. İktidar sevgisi, domuzları içten içe sarmıştır artık. Bir başkasının üzerinde olmanın verdiği ahlaksız keyif gözlerini bürümüştür. Artık ne kedi kedidir, ne de tavuk tavuktur domuzların gözünde. Kendileri dışındaki tüm diğer hayvanlar, çalışmak ve domuzları doyurmak zorunda olan alt sınıf vatandaşlardır. Yazar, romanı mutlu sonla bitirmeyerek bu tarz davranışların toplumlar üzerinde bıraktığı etkileri de okuyucunun aklına kazımıştır. Mutlu sonun hatırlanması yerine, çiftlikte hayvanların son gece gördükleri manzaraya karşı seslerini çıkartmaması daha keskin bir ders bırakıyor insanların hafızalarında. En çok etkilendiğim bölüme gelmek gerekirse; ters giden her şeyin, azman köpekler tarafından çiftlikten kovulan Snowball'a mal edilmesi adeta gerçek hayattan çekilmiş bir kareydi. Liderler bir günah keçisi ilan etmiş ve başlarına gelen her kötü durumu ona atıp, hakkında asılsız dedikodular yayarlar. Böylece tavuğun az yumurtlamasının sebebi bile önceden belli olur. Bu yazıyı okuyanlara, bu kitabı okumalarını kesinlikle tavsiye ederim. Öncelikle yazarın dili o kadar akıcı ki, yüz küsür sayfanın bir saatte bitmesine oldukça şaşırdım okurken. Bunun yanında, kitapta yazanlar belki bir gün bizim de başımıza gelebilecek olaylardan ibaret. Yayın yapan gazetelerimize ve televizyonlarımıza bakarak kavrayamadığımız sonu, bu kitapla bir şekilde aklımıza kazıyabiliriz.KAYNAKÇA  Orwell,George. Hayvan Çiftliği : Bir Peri Masalı. İstanbul : Can Yayınları, 2012.    (1) http://www.epubin.com/wp-content/uploads/2014/02/George-Orwell-Hayvan-  %C3%87iftli%C4%9Fi.jpg   (2) http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Orwell   (3) http://i.radikal.com.tr/GaleriHaber/2013/03/19/fft22_mf1377382.Jpeg 
KOŞ FORREST KOŞ! / Deniz Akkaya Winston Groom'un romanından esinlenerek çekilmiş Forrest Gump, başrolünde Tom Hanks, Robin Wright ve Gary Sinise'in oynadığı 94 yapımı bir film. Zeka geriliği olan bir adamın, hayatı boyunca ne gibi zorluklar yaşadığı ve bilinçsizce bile olsa ne gibi başarılar elde ettiği anlatılıyor. Forrest, saf ve iyi niyetli karakteri ile etkiliyor aslında insanı. Yaptığı davranışların hiç birinin ardında kötü bir niyet ya da bir kar amacı olmaması, onun gibi insanların dünyada ne kadar az olduğunu hatırlatıyor. Bu özelliğinin sebebi zeka geriliği olsa da, bir durup düşünmemiz gerekmiyor mu? Herkes için geçerli olmasa da, engelli insanların eksiklerine gülen veya dalga geçen insanlar için çok önemli dersler veriliyor film boyunca. Forrest; bir bölümde aptal yerine konuyor, başka bir bölümde bir deha gibi gösteriliyor. Bir insanın zeki olması sadece matematiksel zekasına ya da mantıksal yeteneklerine bağlı değildir. Matematikten bir zerre anlamayan bir insan, edebiyat dünyasını kasıp kavuran bir roman yazabilir; çok basit bir problemi bile çözemeyen bir adam, müzelerde tablolarını sattıran bir ressam olabilir. Önemli olan; insanın kendi zekasının ne yönde olduğunu bulması ve diğer becerilerini boşlamayacak şekilde, yeteneklerinin üzerine yüklenmesidir. İnsan yeteneklerinin üstüne gittikçe övgüler alır, övgüler aldıkça savaşmaya devam eder. Bu bir kısır döngü sayılabilir aslında. Forrest da; "Lanet olsun Gump, sen resmen bir dahisin! Hayatımda duyduğum en olağanüstü cevap. Senin zeka seviyen 160 falan olmalı. Çok yeteneklisin er Gump!" sözlerini duydukça, daha çok çaba harcıyor; askerlik zamanlarında. Başı derde girdiği anda ne yapacağını çoğu zaman kestiremeyen Forrest, etrafındaki insanların kendisine vereceği komutları harfiyen yerine getirerek kurtuluyor. Yabancıların kullandığı bir terim vardır, Türkçe'ye çevrilince "Basit Tut" gibi bir cümleye denk geliyor. Hayatta bazı şeyler; çokça kurcalayıp, kafamızda kurguladıkça çok zor ve içinden çıkılmaz sorunlar haline gelir. Başımıza gelen olayları en basit halde tutup, buna göre davranırsak çoğu sorunu kolaylıkla çözeriz.Seneler sonra Forrest, hayatının aşkından bir çocuğu olduğunu öğreniyor. Sorduğu ilk soru ise: "O,o benim gibi mi yani aptal mı ?" Hayatımızda bir zorluğu ya da bir eksikliği yaşayınca, bu durumların sevdiğimiz insanların başına gelme olasılığı bizi çok tedirgin eder. Forrest için de aynı durum geçerli aslında; hayatı boyunca üzerinde taşıdığı bu damga, ona direk bu soruyu sordurtuyor. Filmde geçen sözlerin benim üzerindeki etkisini bir süre kenara bırakarak, filmde en çok ilgimi çeken bölüme değinmek istiyorum. Forrest, askerde kendisine hayatındaki en yakın ikinci kişiyi buluyor. Arkadaşına bir söz veriyor ve onu bir gün bile aldatmıyor. Bir arkadaşlık hikayesi, bir sadakat hikayesi ancak bu kadar güzel olabilir. İnsanların, dostu bildiği insanlara karşı her zaman saf bir dürüstlükte olmaları gerekir. Bütün yatırımların sonunda Forrest, her arkadaşın yapması gerektiği gibi Bubba'nın payını ailesine gönderiyor. Aptal olsa bile, büyük bir insanlık dersi veriyor farkına varmadan. Annesi bir bölümde Forrest'a; "İlerlemeden önce geçmişini arkaya al." diyor. İnsanlar hayatları boyunca koşarlar ve elbette koştuğumuz yolun çukurlarına takılırız. Önemli olan bir sonraki çukura takılmamaktır aslında. Ama insanlar kafasını arkaya çevirip bir önceki çukura neden takıldıklarını düşünerek koşmaya devam ederler. Bu yüzden koşmaya devam etmeden önce, arkadaki her şeyi bırakıp önümüze bakmalıyız. Toparlamak gerekirse film, hayatın bir sürü konusunda birbirinden değerli dersler veriyor. Bu dersler mizahi bir şekilde sunulduğu için, keyif alarak sıkılmadan dinleyebiliyorsunuz. Forrest'ın yaşamı bir açıdan da onun durumunda olan insanlara umut verici bir nitelik taşıyor. Filmi herkes en az bir kez izlemeli; bir kez gülmek için, diğer seferlerde ise dersler çıkartmak için. Kaynakça  Forrest Gump.Yönetmen. Robert Zemeckis.Oyuncular. Tom Hanks, Robin Wright, Gary Sinise. Wendy Finerman, 1994. Film.  (1) http://www.arewenotentertained.com/wp-content/uploads/2014/11/forrest-gump- imax-geeks-and-cleats.jpg  (2) http://www.imdb.com/chart/top
Benliğimiz Üzerine Sorular Küçükken ne kadar basit acılarımız varmış. Bisikletten düşünce incittiğimiz dizimiz, es kaza başımıza gelen top, oradan oraya koştururken çarptığımız serçe parmağımız… Evet, bunların hepsi fiziksel acılar. Sıkıntısını en fazla birkaç gün çektiğimiz, iz bile bırakmayan yaralar fakat bir de büyüyünce tecrübe edeceğimiz, acısı ömür boyu peşimizden gelen yaralar varmış. En sevdiğimiz insandan işittiğimiz o birkaç sözcük, boşa giden fedakârlıklarımız, karşılığını alamadığımız değerler... Hangisi daha çok yakar canımızı? Vücudumuza aldığımız fiziksel darbeler mi yoksa ruhumuza dokunan belki de dokunamayan insanlar mı? Bu sorulara, bana yine bu soruları sormamı sağlayan bir romandan alıntı yaparak cevap vermek istiyorum. Hasan Ali Toptaş’ın yalın ama felsefik bir dille kaleme aldığı son romanı bahsettiğim, Kuşlar Yasına Gider. Bir baba ile oğul arasındaki ince, saydam duvarın ve bu duvardan önce yıkılan bir babanın hikayesi. Romanın kapağını süsleyen “Yağmurdan Sonra Üç Kaz” isimli Nuri Bilge Ceylan karesi romanda okuru bekleyen hüzne dair güzel bir ipucu. Sorularıma cevap olmanın dışında kapaktan hissettiklerim hakkında da beni yanıltmayan cümleyi ise şuraya bırakıyorum. “Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor.” (Toptaş, 2016, s. 167) Sadece yukarıda kendime yönelttiğim soruların değil tüm hayatın cevabı bence bu cümle. Beğenilme, desteklenme veya daha farklı bir tabirle muhatap sahibi olma adına olağanüstü beklentilerle düzenliyoruz hayatımızı. Basit bir örnek vermek gerekirse mağazada bir kıyafet denediğimizde bile kendi beğeni ve tercihlerimizden çok onu giydiğimizde muhatap alınmak istediğimiz kitleden göreceğimiz tepkiyi dikkate alıyoruz. Bunu giydiğimde hakkımda ne düşünürler, gerekli saygıyı görebilir miyim gibi dilemmalar beliriyor kafamızda. Kabul edelim ki çoğu zaman bu sorulara teslim oluyoruz ve toplum tarafından onaylanmamaktansa kendi kişiliğimizden ödün vermeyi tercih ediyoruz. Benzer senaryolar daha ciddi konularda mesela gelecek planlarımızda da gerçekleşiyor. Kendimize yüksek bir hedef belirleyip varımızı yoğumuzu buna adıyoruz. Şanslıysak işler planladığımız gibi gidiyor, hedeflerimize ulaşıyoruz ve hak ettiğimiz saygı da bununla birlikte geliyor. Her zaman bu kadar emin ilerleyemediğimiz zamanlar da oluyor tabii. Bir anda her şey sarpa sarıyor, mutlu zaferler yerine hayal kırıklıkları karşılıyor bizi. Muhatap bulamıyoruz, kırıyoruz ve kırılıyoruz. Bu kırma ve kırılma süreci ise yenilgilerimizi kabullenemediğimiz için oluyor. Güzel bir başarı elde ettiğimizde bunu bütün dünyaya duyurmak isterken en ufak hatamızı bile insanlardan, özellikle ailemizden saklamayı tercih ediyoruz. Onların gözünde güçsüz görünmek istemediğimiz için yapıyoruz belki bunu ya da dertlerimizle onları meşgul etmemek için. Aslında bu noktada sürekli içe atma alışkanlığının nedenlerinden çok sonuçları etkiliyor bizi. Sevdiklerimizle paylaştığımız değerler azalıyor, samimiyetimiz sarsılıyor ve gittikçe uzaklaşıyoruz birbirimizden. Romanda yazarın bize tanıttığı Aziz karakteri de çok güzel temsil ediyor bu durumu. O da pek çoğumuz gibi farklı işlerin peşinden gidiyor ama umduğunu bulamıyor ve her seferinde köşesine çekilmeyi tercih ediyor. Ailesininse bu başarısızlık zincirinden hiçbir zaman haberi olmuyor. Hatta durum öyle bir hâl alıyor ki Aziz’in nerede olduğunu, başına ne geldiğini toplumda dolaşan söylentilere göre öğreniyorlar. Aziz’in bu âciz karakteri pek çok kişi gibi oğluyla da arasına ister istemez birmesafe koymasına neden oluyor, oğlu ise bu durumu şu sözlerle ifade ediyor: "Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır." (Toptaş, 2016, s. 194) Okurken arka fonda Neşet Ertaş veya Erkan Oğur çalıyormuş gibi hissettiren bu roman, bana sadece muhatap alınma ihtiyacımızı değil insan ilişkilerinde büründüğümüz karakterleri de sorgulattı. Ailesine, özellikle oğluna olan bu kapalı tutumunun aksine diğer insanlara karşı oldukça ince bir düşünceyle yaklaşıyor Aziz Bey. Sakat ayağına rağmen arabası karda kalan bir yabancıya arabayı itmeyi teklif edebiliyor ama ailesine hiçbir açıklama yapmadan günlerce ortadan kaybolmada bir sorun görmüyor. Yazar bu örnekte de bence pek çoğumuza ayna tutuyor. En yakınlarımıza bir türlü kendimizi açamazken, konu bir yabancı olunca neden kendimizi paralıyoruz ya da neden yakınlarımızın yanında takındığımız tavrı toplumda da devam ettiremiyoruz? Bizi kendimizden bu kadar kaçmaya iten, maskelere sokan güç ne? Daha da önemlisi bu maskelerden hangisi gerçek kimliğimizi oluşturuyor? Siz bu soruları nasıl yanıtlarsınız bilemiyorum ama ben yine beğenilme isteğimize sığınmayı ve iş biraz daha karmaşıklaşmadan konuyu kapatmayı tercih ediyorum. İmge ŞAHİNKaynakça Toptaş, H. A. (2016). Kuşlar Yasına Gider. İstanbul: Everest Yayınları.
SaltukBuğrahanÇELİK ÇİZGİ FİLMLER Hafta sonu sinemaya Çılgın Hırsız 3’ü izlemek için gittim. Biraz huyum gereği, biraz da film serinin diğerlerine kıyasla daha bir tatsız olduğundan; filmden çok seyirciler ilgimi çekti. Bir yanda heyecandan gözleri ışıldayan, rengarenk, ufacık, çocuklar; diğer yanda sadece çocuklarınınelinitutmakiçingelmişekranabakmaktançokkafasındafaturahesabıyapmaya odaklanmış, anneler, babalar... Öyle mi? Hayır. Belki de salona girerken öyleler ama film sırasında küçükleretaş çıkarıyorlar,eminolun. Oküçük sarı yaratıklarsadece çocuklarıdeğil hepimizi eğlendiriyor.Yeri gelince salonlarda küçüklere yerbırakmıyoruz. Bugünlerde bu tür sevgisini daha çok insan açığa çıkarıyor. Zamanında yetişkinlerin izlemesi çocuksu bulunup ayıplanan çizgi filmler şimdi birçok kişinin en sevdiği hobileri arasında. Yapımcılar da çizgi filmlerde aralara büyükler için espriler sıkıştırıyor. Nedir yani yaşlanacağımıza küçülüyor muyuz? Lisede arkadaşlarla öğle arasını doldurmak için oynadığımız bir oyun vardı. “Özne, nesne, yüklem”diyelim.İsimvermekasılönceliğimizdeğildi.Üçkişidenherbiriaklındanbirkelime tutardı.Herkesgörevineyseonu;özneyseözne,yüklemseyüklem.Sonrabukelimelericümle oluşturacak şekilde sıralardık. Tahmin edeceğiniz gibi saçma sapan cümleler oluşurdu. Hatta neredeysehiçbirzamanmantıklıbirşeyçıkmazdıortaya.Martıgazetelerisulardı,AhmetAğrı Dağı’nı tutuklardı fakat Ali’nin okula gittiği görülmezdi. Bu da dilimizle söyleyebildiğimiz ve daha da önemlisi hayallerimizde canlandırabildiğimiz cümlelerin %99’unun gerçek hayatta yeri olmadığını gösteriyordu. Hayat sayısız olanaklarla dolu olsa da başka bir bakış açısıyla bir o kadar da sınırlı aslında. Yani siz bilgisayarın başından kalkıp uzaklaşmak, sorumluluklarınızdandan sıyrılmak istediğinizde; işi gücü bırakıp sahil kenarına yerleşmeyi düşlediğinizde aslında oldukça alçak gönüllü hayaller kuruyorsunuz. Tüm insanlık imkanlarını seferber etse sizi belki güzel bir yere yollarız, belki her gün dünyanın en güzel yemeklerini yediririz ama kafanızda kurabileceğiniz evrenin karşısında olanaklarımız çok yetersiz. Çoğunlukla insanlar özel uçağın hayalini kursalar da gerçekten uçamayacağımızı bilmekcansıkıcı.Hayatoldukçaköşelivesınırlıaslında.Çizgi filmler bizim söylemeyi bile anlamsız bulduğumuz hayallerin soluğu. Orada yemek yemek zorunlu değil, kimse boyunuzun üç katı zıpladığınız için size kızmaz. Mesai saatini kötü adamların peşinde harcamanız problem oluşturmaz. Yaralanmaz, yaşlanmazsınız. Her hafta farklı bir maceraya hazırsınızdır. Yorulmak yoktur. Bu anlatttıklarım parayla alınacak şeyler değil. Sadece onları ekrana resmedebiliriz, seslendirebiliriz ancak. Ortaya hepimizden daha canlı karakterler çıkar, insanların aksine seneler geçtikçe değişmeyecek. Bu yüzden insanların çizgi filmleri gerçeklikten kaçış olarak görmesi çok normal. Bütün problemlerine bir ara verip kim kendini çizgi filmlerin kafa yormayan hikayelerine bırakmak istemez. Hem deöylehikayelerkiadaletsizlikolmaz.Herkeshakkıneyseonualır,iyilerdekazanmasınıbilir. Paranın,gücünherşeyigötürdüğüdünyamızlakıyaslanamazbile. Çizgi filmlerbiraz da geçmişi anımsatıyoraslında. Nasıl eskilerden kalma küçükayakkabısını bulmak insanı duygulandırıyorsa çizgi filmler de insanı tatlı anılara sürükleyebiliyor. Konu çocukluk zamanındaki çizgi filmlere gelince hemen heyecanlanıp dili açılan yetişkinleri görmüşsünüzdür. O bahaneyle çocukluk zamanındaki hisler de canlanıveriyor bazen. En küçük bir endişemizin olmadığı tuhaf ve uzak zamanlar... Bu anlamda çizgi filmlere büyüklerin daha çok ihtiyacı var sanki. Çünkü her gün biraz daha batıyoruz dünyanın çamuruna. Kuralarını kabulleniyoruz hayatın, farklı hayaller kurmuyoruz artık. Oyuncakların canlanıpkonuşmasıihtimalihepbirazdahauzakgeliyor.Öyleyseizleyinseviyorsanız,ayarını kaçırırımdiyedekorkmayın.Gerekirseannenizgelipkulağınızıçeker.
Yeşim Kaya 21400235 Sec : 38 İnsanlığın Küçük Bir Adaya Yansıması: Sineklerin Tanrısı Nobel Ödüllü sanatçı William Golding, 1940 yılında orduya katılmış, dolayısıyla İkinci Dünya Savaşında rol almış bir yazar. “Sineklerin Tanrısı” adlı başyapıtını da 1954 yılında, savaştan evine döndüğünde kaleme almış. Bu kitabın yayınlanma tarihinden beş yıl kadar önce, yani Golding askerdeyken, Amerika ilk kez nükleer silah kullanmış ve Rusya ile nükleer çalışmalar içine girmiş. Bundan etkilenerek Golding de eve döndüğünde kaleme aldığı bu kitabın başkahramanları olan çocukları nükleer savaşın olduğu bir dönemden seçmiş. Biz okurlar bu çocuklarla ilk kez okyanusta yeşillikler içindeki bir mercan adasında karşılaşıyoruz. Bizlere eğlenirken, yeni bir şeyler keşfederken, neşeliyken tasvir ediliyorlar. Bu neşeli hâlleri birkaç sayfa sürüyor; tatlı maceranın nereden başlayacağını düşünüyoruz o arada. Fakat sonra hatırlıyoruz bu çocukların savaşın ve atomun çocukları yani zamanla cenneti cehenneme çevireceklerini tıpkı biz büyüklerin dünyayı cehenneme çevirdiğimiz gibi. Öncelikle roman hakkında eleştirel bir yazı yazmak istedim fakat kitap boyunca hissettiğim duygular bana engel oldu, beni çoğu zaman ikilemde bıraktı. Henüz bu romanı okumamış olanlar için belirtmek isterim: Golding’in yazıma konu olarak seçtiğim bu kitabı adaya düşmüş çocukların hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi konu alıyor ve bizlere olanları ustaca kullanılmış bir alegori ile aktarıyor. Tabii verilmek istenen konun göründüğü kadar basit bir ileti değil aksine ağır, insana kendini bilesorgulatacak cinsten; masum olarak algıladığımız çocukların bile açlıkla, hırsla karşılaştıklarında nasıl çözüm bulamayıp vahşileşeceğini ve ne denli bir yıkıma neden olabileceğini ve insanlığın, vicdanın önemini vurgulayan ağır bir mesaj. Ve diyebilirim ki kitabın 105. sayfasındaki “Bizden başka canavar yok ki …” sözünü okuduğunuzda artık bu mesajı kaldıramaz hâle geliyorsunuz. Bu cümle her okura yaşattığı ya da yaşatabileceği gibi bana da derin hesaplaşma yaşattı. Fakat itiraf etmeliyim ki beni kitap hakkında en derinden etkileyen şey yazarın öğretmenlikten yani çocuklarla iç içe olan bir meslekten gelip onları bu kadar vahşi anlatmasıydı. Çocukları hep masumiyetle birleştirdiğimden ilk başta garip gelen bu bakış açısı daha sonra beni Golding’e hak vermeye itti, çünkü uzun vadede kitap bana çocukların da insan olduğunu, yani onlara insana ait ne varsa hepsini atfedebileceğimizi hatırlattı. Sonrasında çocukların tüm yaşadığı koşullarda daha doğrusu açlık, susuzluk gibi koşulsuzlukları ben yaşamış olsam ve o yaştaki egom ve hislerimin etkisi hâlâ üzerimde olsa ne yapardım diye düşündürttü. Daha sonra kitabı okuduğum süre boyunca bu soruya cevap vermeye çalıştım, tabii bunu sıcak bir odada keyifle kitap okurken yapınca pek adil olmuyor. Fakat yine de kitaptaki birçok karakterin yerine kendimi koymaya çalıştım. Susuzluğun beni ne denli etkileyebileceğini düşünmeye çalıştım ve kitabın başkarakterlerinden Ralph’ e karşı liderliği kaybeden Jack’in yerinde olsam ne yapardım diye düşünerek hırsımın sınırlarını kestirmeye çalıştım. Çünkü insan için en önemli olan ve onu bir vahşilik yapmaya zorlayabilecek olan iki önemli nokta bunlardır. Konunun üzerinde düşündükten sonra çocuklara daha ılıman bakmaya başladım galiba ki bu sorgulamadan sonra kitaba, o amaçla başlamış olmama rağmen, eleştirel gözle bakamaz oldum. Tabii ki bu düşüncelerin sonundaki vardığım yargılar “Çocuktur ne yapsa affedilir…” diye başlayan cümleler kuracak kadar ileri boyutta değildi. Çünkü artık bana, sırf çocuklar diye çocuklara masum olma misyonu yüklemek doğru gelmemeye başladı. Bu düşüncelerin akabinde artık onları vahşi olarak görmek yerine, insanlığı da suçlama zorunluluğundan kaçmak adına çaresiz olarak tanımlamaya başladım.Bana bu çelişkileri ve sorunsalı yaşatan kısmının yanında kitap hakkında şunları söyleyebilirim: Golding, daha önce de belirttiğim gibi, kitapta simgesel bir anlatım kullanmış. Tabii Golding’in bu simgeselliğin yanında sahip olduğu eleştirel bir tutumu da var. Bu eleştirilerin ne kadar doğru, yerinde olduğu tartışılır ama şunu es geçmemem gerekiyor bence: Golding kitapta hem konu seçimi hem de gerek kitabın sonuna kadar sürdürdüğü tutumuyla gerekse kullandığı simgeler bakımından oldukça cesur bir anlatım kullanmış. Medeniyetin, insanlığın kısaca dünyanın eleştirildiği, yazar haklı mı yoksa biraz abartmış mı sorunsalını ilk sayfadan itibaren yaşatan bir kitap Sineklerin Tanrısı. Çocukların gözünden vahşet, acımasızlık, kötülük, insanlığa ağır bir eleştiri ancak bu kadar ustaca aktarılabilirdi sanırım. Kısacası bu kitap önce insanlığı sonrasında benliğinizi sorgulatacak kadar iyi yazılmış bir başyapıt. Kitabın bazı sahnelerindeki anlatımlar içimizdeki şeytanın zaman zaman kontrolü eline almasını önleyemeyecek olsak bile bir nebze de olsa onu yenebileceğimiz hakkında hâlâ umutlarım olduğu için bana abartılı gelmiş olsa da, yapıt insana kendini ve evreni sorgulatabileceğinden insanın hayatında okunması gerekenlerin başında gelebilecek kadar nadir eserlerden bence ve bu yüzden kesinlikle okunmalı.
Alper Kağan Kayalı Terk edemeyenler Bir insan neden hayatını, neden memleketini terk eder? Neden gurbete,kimsesizler diyarına yol alır? Korkular mıdır insanı pes ettiren, yoksa üzüntüler mi? Yoksa sadece “gitmek” mi zorundadır? Bu sorular her insanın hayatında en az bir defa kendi kendine sorduğu sorulardır. Halbuki kimse bu soruları sormanın artık bir anlam ifade etmeyeceğini bilmez. Olan olmuştur artık ve en kötüden dönmeye çalışır insan, çırpınır. Tıpkı bir böceğin örümcek ağından kurtulmaya çalışması gibi. Olabildiğince çabalar ama bu soruları ne kadar çok sorarsa kendini o kadar çok üzeceğini de bilir, kurtulamaz. Kitabı okumaya başladığımda kitabın açıkçası beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Kitapta Almanya’ya göçmüş ana karakterimiz İsmail’in kardeşi Yusuf’un dağa çıktığını öğrenip onu aramaya başlıyor ve başından birbirinden farklı olaylar geçiyor. Bu olayları okurken de düşünmeye başladım. Acaba böyle bir şey insanın başına geldiğinde insan nasıl bir tepki verir? Pek çok insan dağa çıkanları vatan haini olarak görürken o kişinin ailesi ne yapar? Diğer insanlara oğlunun aslında yanlış bir şey yapmadığını, sadece doğru bildiği şeyi yaptığını nasıl söyleyebilir? Sonra düşünmeye devam ettim. Toplumun normları yüzünden o ailenin ne kadar çok dışlanacağını düşündüm. Markete gittiklerinde sebze satmayacak manavı, berbere gittiğinde selam vermeyecek berberi, oğullarının beyninin yıkandığını bilmelerine rağmen onları artık oldukları gibi kabul etmeyecek mahalleliyi düşündüm. İnsanlar gerçekten tanıdıkları veya tanımadıkları herkesi sorgusuz infaz ediyorlardı. Fransız Devriminin sonucunda Fransız halkının kralını infaz etmesini hatırladım. Onlar da yargısız infaz etmişlerdi krallarını, halbuki bilmiyorlardı ki kralları onlar için her şeyi yapmış, onların iyiliğini istemişti. Hatta kralın infazından sonra bir sürü kişi arkasından yas tutmuştu. Bunlar aklıma geldi ve bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu anladım. Gerçekten de bazen insanlar gitmek zorunda kalıyorlardır. Kitabın devamında ana karakterimiz kendi hayatını sorguluyor. O da sol ve sağ çatışmasından dolayı ülkesini terk etmişti. Çünkü korkmuştu ve ailesi bunu hiç kabullenememişti. Belki de İsmail Yusuf’un da ailesi tarafından nefret edilmesini önlemek amacıyla çıktı bu yola. Belki de sadece kardeşinin güvenliğini istiyordu. Fakat aslında İsmail’in Batman’da başlayıp Kandil’de sona eren yolculuğu bana çok şey anlatmaya başlamıştı. Ülkemizde bir sürü insan sağ ve sol görüşten dolayı birbirini öldürmüş, ölmekten korkan insanlar ise ülkeden kaçmaya karar vermişti. Aslında hepsi ülkemizin iyiliğini istemişti fakat birbirlerini sırf görüş farklılığından dolayı yargısız infaz etmişlerdi. Bir insanın canını almak bu kadar kolay mıydı peki? Sırf seninle aynı görüşte değil diye bir canlıyı öldürmek doğru muydu ? Belki de korkudan kaçmak da doğruydu. Belki de insanlar o kadar fazla arkadaşını, kardeşini kaybetmişti ki; artık daha fazla üzülmemek için terk etmişlerdi ülkemizi. Belki de üzgünlük de kaçmak için geçerli bir sebepti. Bunlar gerçekten geçerli sebepler miydi bilmiyorum ama bildiğim şey artık bu nedenleri sorgulamayacağımdı. Kitabı bitirdiğimde kafamdaki sorular da aslında açığa kavuşmuştu. İnsanlar gerçekten de ülkelerini korktukları için, ülkede kaldıkça üzülmeye devam edecekleri için terk etmiş olabilirlerdi. Belki daha güzel, daha özgür bir yaşam sürmek isteyebilirlerdi ve benim bunu sorgulamadan “sizin yaptığınız yanlış” demem aynı diğer insanların yaptığı gibi yargısız bir infazdı. Bu kitaptan aldığım en önemli ders ise, hiç kimseyi korktuklarından veya kaçmalarından dolayı yargılamamam gerektiğiydi. Çünkü insanlarınöyle nedenleri oluyordu ki, kaçmak onlar için en iyi çözüm olarak görünüyordu. Hem kim bilebilir, belki de bir gün ben de kendi iyiliğim için veya korktuğum için kaçacağım. Ama kaçarken bileceğim ki bazen, kaçmak bir erdemdir.
Pelin Çulha Kadınsız İnsanlar İnsan eğer şanslıysa hayatında bir kere de olsa bir kadın tarafından sevilir. Bu sadece aşk anlamında bir sevgi değildir. Bazen annelik içgüdüsü, bazen kız kardeşlik duygusu, bazen samimi ve içten dostluk. Ne biçimde, hangi formda olursa olsun bir kadının sevgisi dünyalara değişilmez. Çünkü kadınlar güzel sever, şiirsel sever, ince sever. O yüzden kendini talihli hissetmelidir insan eğer bir kadın tarafından seviliyorsa. Sürerken dünyanın en güzel şeyiymiş gibi gelir insana ve öyledir de. Fakat bittiği zaman insanın bütün dengesini alt üst eder. İnsanın ayarlarını bozar. Üstelik bunu çok ince bir şekilde yapar. Hayatınızda bir değişiklik olduğunu fark edersiniz. Bir şeylerin eksikliğini hissedersiniz fakat göze hemen çarpmaz bu değişiklikler, üstüne parmağınızı koyamazsınız. İşte Murakami’nin Kadınsız Erkekler’inde ele alınan konu bu. Yedi farklı erkekle tanışıyoruz, hayatlarından 7 farklı kadın çıkan. Bir kadını kaybetmenin haklı hüznünü yaşayan yedi farklı erkek. Aslında hüzün teması değildi kitapta ağır basan fakat bana en çok hissettirdiği duygu bu oldu Haruki Murakami’nin. İnce bir üzüntü hissettim bütün öykülerde. Belki de beni bütün karakterlerin bir kadını kaybetmiş olması etkiledi. Çünkü biliyorum bir kadın tarafından sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu. Hayatımın gizli kahramanı, hayatta en çok değer verdiğim insan, annem bana bu duyguyu hayatım boyunca hissettirdi. Kendimi ne zaman boşlukta hissetsem ilk aklıma gelen insan o olmuştur hep. Ne zaman sussam, ne zaman denizi seyre dalsam, ne zaman gözlerim dolsa… Onun sıcak, lezzetli yemekleri, gözyaşlarımla ıslanan bir omuz, sırtımı sıvazlayan bir el, tanıdık bir koku, içimi ısıtan bir gülüş, nereye gidersem gideyim sadece annemin yanında bulabildiğim bir huzur… Sadece sevgiden ibaret değil üstelik annemin hayatımdaki yeri. Bu bütün kadınlar için geçerlidir. Görünmez bir el gibi hayatımıza ruhumuz duymadan bazı şeyler sokarlar. Onlar olmasa bozulacak bir rutin oluşur yaşamımızda. Bu her gün yaptıkları küçük şeylerdir çoğu zaman. Biz fark etmeden onlar bizi düşünürler. Gözümüze çarpmaz, belli etmezler yaptıklarını ama evden çıkarken “Dikkatli kullan,” ya da “Gidince haber ver,” demeleri bile aslında bizi düşündüklerinin bir kanıtıdır ve biz çoğu zaman bunu fark etmeyiz. Belki de budur insanı alt üst eden, bir kadını kaybettiğinde. Annem ne zaman yeni bir kıyafet alsam kaşındırmasın diye etiketlerini keser. Her hafta mutlaka en az bir kez aynı yemeği yapar. Her sabah ben kahvaltımı yaparken odamın camlarını açar. Ben bunları anlamam. Çünkü bunlar küçük şeylerdir, dikkate değer davranışlar değildir hiçbiri. Olmasalar hayatımda çok büyük bir değişiklik yaratmazlar. Sadece yeni kıyafetler beni kaşındırmaya, canım her hafta tavuk çekmeye ve odam bir anda havasız ve kasvetli gelmeye başlar. Bu küçük eylemler bir araya geldiğinde bir sabah uyanırım ve derim ki, “Bir şeyler eksik sanki.” Çünkü öyledir, eksiktir bir şeyler, ne olduğunu tespit edemem ve zamanla elime makas alıp o etiketleri kendim kesmeyi akıl edebilirim belki ama eski rutinimi yerine oturtana kadar kendimi boşlukta hissederim. Sadece bunlarla da sınırlı değildir annemin hayatımdaki yeri. Bütün gün bir şeylere sinirlenip kimseye anlatamasam, bilirim ki evde beni dinleyip sakinleştirecek birisi var. Üzülsem içime atmak zorunda değilim, biliyorum, ona sarılıp ağlasam saçlarımı okşayacak yumuşacık elleriyle. Tek işlevi hayatımı düzenlemek olan biri değil, bu hayatta beni en çok destekleyen, koşulsuz seven, en çok seven insan o. Bütün bunlar bir araya geldiğinde insanı çok etkiler kadının gidişi. Kadın varken her şey daha kolay. Kadın varken bizim yerimize bizi düşünen biri var. Sadece bir eş, arkadaş, anne değil onlar bizim için. Yağmur yağarken sığınabileceğimiz, dünya üstümüze geldiğinde ve çevremizden uzaklaşmak istediğimizde dönebileceğimiz evimiz onlar aynı zamanda. Bir erkek giderse sadece kendi varlığını alır ve gider. Oysa bir kadın yanında alışkanlıklarımızı ve koşulsuz sevgisini götürür.
YAPAMAYACAĞIM HİÇBİR ŞEY YOK! Django Unchained izledikten sonra ben… Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, bir resmi incelerken ve bir fotoğrafa bakarken kendimi oradaki insanların yerine koymak, onların neler hissettiğini anlamaya çalışmak ve bir şekilde hissetmeye çalışmak benim için hobi gibi bir şey. Django Unchained izledikten sonra da tam olarak bunu yaptım. Kendimi Django’nun yerine koydum ve ekranda kendimi görmeye çalıştım. Bunu yaparken de aklımdaki tek soru “Ben olsam ne yapardım?” oldu. İntikamı, hırsı, özgürlüğe ulaşma isteğini ve bu amaçlarla üstesinden gelinen her türlü zorluğu, adil bir yaşam ve aşkına kavuşmak için göze alınabilecekleri ve bir insanı harekete geçirebilecek her türlü şeyi hissettiğimi söylemekten hiç çekinmiyorum. Hayatım boyunca sevmediğim kızgınlık-öfke-nefret üçlüsünü bile aynı anda bünyemde barındırabileceğimi fark ettim ve aslında neden bu üçlüyü sevmediğimi de tekrar görmüş oldum. Django, zenci bir köleydi ve başkaları için göze aldığı şeyler gerçekten kanımı dondurdu. Ben de yıllarca hor görülmüş olsam, dışlansam beni hor görenleri, ırkçılıkla dünyayı yönetebileceklerini sananları, insafsızları gözüm kapalı öldürürdüm sanırım... Belki budavranışımla onlardan bir farkım kalmazdı ama yine de diktatörlüğün ve kötülüğün devam etmesine göz yummaktan iyidir diye düşünüyorum. Mutlak güç ve gücün yanından ayıramadığı tutkunun da tadını almadım değil filmde. Gücü elinde tutmaya çalışırken insanları- yani zencileri ve köleleri- ölüme sürüklemek neden diye çok düşündüm. İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyor aklım almıyor gerçekten. Güce sahip olmak, sürekli söz geçiren olmak, liderlik vasfı olmadan liderlik yapmaya çabalayan insanları anlamakta bir kez daha güçlük çektim. Ya bende bir sorun var, bütün bu anlamsızlıkları anlayamadığım için, ya da diğer insanlarda bu anlamsızlıkları anlamlı hâle getirmek istedikleri için. Filmi izlerken gözüme 1800’lü yıllarda Amerika’nın (film Texas’ta geçiyor) sosyal düzeni gözüme çarptı. Böyle tarihî şeyleri değerlendirirken o çağda yaşıyormuş gibi değerlendirmek gerekir bunun farkındayım ama ben hiçbir zaman bunu yapamadım ve yapma taraftarı olduğumu da söyleyemem. Kölelik ve ırkçılık bana göre hiçbir çağda kabul görülmemesi gereken iki şey. Sen güçlü ol diğerlerini ez, dışla ve hatta öldür ama onların hiçbir hakkı olmasın, ses çıkaramasın ve ölmemek için sana itaat etsin. Oh ne güzel dünya. O zamanlarda empati diye bir şey yok muydu sanki? Bence yaşayan herkes empati kurabilme yeteneğine sahip, yeter ki istesin. Gerçi bu güç sahibi sevgili(!) insanlar azıcık vicdanlı olsa öldürmezlerdi, dünya barışı için yaşarlardı. Maalesef öyle olmadı ve bu saatten sonra olacağını da hiç sanmam. Güçlü olmak çok güzel ve karşı konulamaz bir his ve eminim ki herkes bunun farkında ama güç illaki kötü amaçlarımızda kullanılmak için değildir değil mi? En basitinden ülke yönetiminde rol alanlar düşünülebilir sonuçta çoğu ülkede güç onların elinde. Barışçı bir cumhurbaşkanı olsa ve gücünü barışı, adaleti, eşitliği sağlamak için kullansa fena mı olur? Tabii ki de hayır.Sahip olduğumuz her şeyi kötüye kullanmaya çalışsak vay hâlimize yani… Şunu da itiraf etmeliyim ki, filmde beni cezbeden şey kesinlikle Django’nun sessiz sakin ve çok zaman geçmesine rağmen aldığı intikamları ve bana verdiği o eşsiz heyecandı. Zaten “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” diye boşuna dememişler! Adalet ve özgürlük taraftarı olayım ama adil ve özgürlükçü olmayanı öldürüp bu işten kurtulayım düşüncesi çok yersiz bir düşünce. Amdem br yola baş koydun, en azından sosyal düzene de birkaç rötuş yap da birkaç değişime öncülük et. Her ne kadar özgürlüğü savunsa da tamamen bencillik etmek bu olsa gerek. Anladım ki güç herkesin gözünü kör edebiliyormuş. Ben olsam, halkı örgütler, bilinçlendirmeye çalışır ve ayaklanma çıkartırdım. Aman ben paçayı kurtardım geri kalanını başkası düşünsün tarzı düşüncelerle de kimsenin karşısına da çıkmazdım. Her zaman olduğu gibi, aşk (koşulsuz bir şekilde yaşanan tabi ki) gözlerimin önündeydi. Âşık olduğum, hayatımı birlikte geçirmek istediğim biri için hemen hemen her şeyi göze alabilecek biriyim ben. Henüz öyle bir şey yapmadım, yapamadım ama sevgilimin işkence çeke çeke öleceğini bilsem herhâlde bir dakika bile düşünmeden onu kurtarmak için her şeyi yapmaya ve her zorluğu aşmaya çalışırdım. Belki bu çok aşırı fedakârlık ve gereksizlik olarak nitelendirilebilir ama seven anlar bence. Anladım ki güç bazı insanlar için sahip olunabilecek en yüce şeymiş ve hayatlarının odağına gücü koyan insanlar için başka şeyler hiç mi hiç önemli değilmiş; bir insan başkalarının ne hissedeceğini, ne düşüneceğini hiç umursamadan da hayatını devam ettirebiliyormuş ve aşk her zaman her şekilde hiçbir koşul beklemeden yaşanabiliyormuş…
AKSU 1 İREM NAZ AKSU 21402002 TURK 101/034 23.11.2015 ASLI UÇAR SİYAH GİYSİLİ ADAM 70'li yılların unutulmaz country ve rock müzik ustası, Tenessee üçlüsü grubunun solisti ve benimse şarkıcı olan ilk idolüm; muhteşem Johnny Cash... Elbet her yüreğe dokunmuştur yazdığı şarkılar, asice söylediği ibretlik parçalar... En güzeli ise biricik aşkı ve eşi June Carter Cash'e olan bağlılığı. Bunca yaşanan anıyı, tecrübeyi bir kitapta birleştirmek istemiş Cash, sonra da bunun beyaz perdeye taşınmasında rol oynamış. I Walk The Line (Sınırları Aşmak) parçasını, kendi hayatını anlattığı bu filme isim olarak layık görmüştür. Joaquin Phoenix ve Reese Witherspoon'u başrol olmaları üzere June Carter ve Johnny Cash birlikte seçmişlerdir ancak 2005 yapımı bu filmi Johnny Cash'in izlemeye ömrü yetmemiştir maalesef kendisi 2003 yılında vefat etmiştir. Şarkılarında kendi deneyimlerinden ilham alan ünlü söz yazarı ve şarkıcı Johnny Cash, Amerika'da ünlü olmak uğruna Sun Stüdyolarına geldiğinde henüz çok genç idi, fakat ünlü olup bestelerini herkese duyurma hayali ilham alınmaya değerdi. Zorlu ve yer yer sıkıntılı bir hayat geçirmiş olan Cash'in müziğine olan tutkunluğu ve insanın yüreğine dokunan parçaları idolüm olmasındaki en büyük etkenlerden bir tanesi. Kendisiyle ilgili çıkan yalan haberleri açığa kavuşturmak için, kendi hayatını kaleme almıştır ve asıl kimliğini insanlara müziğiyle göstermek istemiştir. Alkol ve uyuşturucu bağımlısı olan Cash hiçbir şeyini gizlemeden yaşadı bütün hayatını, hayranlarına ne olursa olsun müziğini dinletip, çoğu genç yeteneklere ilham kaynağı oldu. En büyük destekçisi ikinci eşi, June Carter sayesinde uyuşturucudan arındı ve kendine daha farklı bir hayat çizdi ve müziği onun için hiç değişmedi, her zaman ön plandaydı ve hayatının merkezi olmaya devam etti. Akıllara hapishanedeki mahkumlara şarkılarını söylemesi ise kazınsa da, bu yaptığı uzun yıllar boyu dillerden düşmedi ve kendi düştüğü bataktan kurtuluşunu hapishanedeki mahkumlara da göstermiş oldu, herkesin aslında ikinci bir şansı hak ettiğini o dönemin insanları Johnny Cash sayesinde öğrenmiştir. Hayattan edindiğimiz tecrübelerle geleceğimize yön veririz, Johnny Cash'de bana bilinmezliğin ortasında kendin olmayı ya da kendini bulmayı müziğiyle öğretmiştir. Hayatımda yaptığım hatalarla değil, hatalarımla baş edip yeniden başlamayı öğrendim, Johnny Cash'in aksiyonlu ve zorlu hayat hikayesinden. Konserlerine her zaman 'Merhaba, Ben Johnny Cash' diyerek mütevazı bir şekilde başlayan ünlü besteci, bu mütevazılığını bütün hayatı boyunca sergilemiştir. June Carter'a olan aşkı önce onu radyoda ilk dinleyişiyle sonra da canlı olarak aynı sahnede şarkı söylemeleri ile başlamıştır. O zamanlar başka kişilerle evli oldukları için imkansız gibi görünen bu aşk, dahaAKSU 2 sonra alevlenmiş ve birbirlerine kavuşturmuştu ikisini. Zaman zaman asi ve hırçın olarak izlediğimiz bu aşk zaman zaman ise dokunaklı ve tutku dolu olmuştur. Ne olursa olsun Johnny'i hiçbir zaman terk edemeyen June karakterini canlandıran Witherspoon'u hayranlıkla izledim ayrıca bu film için seçilen doğru bir tercih olmuştur. Witherspoon'un gerek Joaquin Phoenix ile yaptığı düetleri, gerek kendine has tiz sesi ve o dönemin kıyafetlerini taşımasıyla baştan aşağıya muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Filmde Johnny Cash'in kendini oynaması için seçtiği aktör Joaquin Phoenix ise adeta Cash'in gençliğini andırıyor. Gitar tutuşu, sahnedeki performansı ve kendine has tavırlarıyla, başarıyla beyaz perdeye sunulmuş bir performans olduğunu düşünüyorum. Benim gün ışığımsın, benim tek gün ışığımsın sözleriyle yazdığı şarkısıyla daha ne kadar June Carter'a olan aşkını dile getirebilirdi ki Johnny Cash, daha ne kadar içten ve saf bir şekilde sevebilirdi ki hayatımın aşkı dediği kadını...
Mevsimler de Değişti Artık Ahmet Durmuşoğlu 22003103 Dört mevsim arasında belki de en canlısı, değişimin en hızlı geldiği mevsim bahar mevsimi. Antik Türkler adına ilkyaz demiş yaşın, yağmurun ve yaşamın bu mevsimle birlikte geri dönmesine hitaben. Öyle bir mevsim bahar. Bir gün önce gördüğüm ve ölü olduğuna nerdeyse yemin edebileceğim kupkuru, pürtüklü ağaç kabuklarının arkasından narin mi narin ve bir o kadar da güzel tomurcukları getiren bir mevsim bahar. Ben ilk hissettiğim baharı hatırlıyorum. Küçük bir ilçe olan memleketimdeydim. Aşağı mahallede bir otobüs durağının etrafında kardeşim ve diğer çocuklarla oynuyorduk. Her şey çok ani gelişti. Önce güçlü bir rüzgâr, sonra bulutlar geldi. Derken gök gürültüsü ve sağanak yağmur. Hemen otobüs durağının içine geçtik, eve gitmek istiyorduk ama sağanak izin vermiyordu. Hatırlıyorum, telefon hattında asılı duran bir çift ayakkabıya, boğum boğum kara bulutlara ve yere, asfaltın üzerinden bir doku gibi akan suya baktığımı hatırlıyorum. Tüm bu gördüklerim ve o an çok tuhaf hissettirmişti. Sanki ilk kez bilinç kazanıyordum, bu bahar yağmurları benim zihnime de yaşam getiriyordu. Yağmurun durmasını bekleyemedik, ıslansak da koşarak eve kaçtık. Ama artık aynı değil çocukluğumda tanıdığım bahar, değiştiğini hissediyorum. Ayazlı kışlar daha uzun ve daha karanlık, hatta diyebilirim ki baharın yarısı yenmiş. Yaşam getiren bahardan artık ancak yarım pay düşüyor biz insanlara. Kıştan sonra ise yine ilk ısıtan gün ışığıyla birlikte bu canlandırıcı mevsimi pencerenin önünde bekliyorum. Bahar geliyor tabii, kış hepsini bir karadelik gibi kendine katmadı baharın ama bir farklılık var. Baharda mı yoksa ziyaret ettiği topraklarda mı? Bahar artık soğuk bir mevsim, gündüzleri yüzümüze gülümsese de geceleri ben penceremin önünde hissediyorum. Ağaçlara, evlerin duvarlarına, durmadan takırdayan elektrik panosu kapağına saldırıyor ve sanki bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Gündüzleri yüzü pek sevecen görünse de geceleri yağız ve kızgın; sert ve soğuk. Eskiden ilkyaz diye kutsadığımız mevsim bize yaş getirmiyor artık. Tam tersine geceleyin gürleyen rüzgârlarda çöl tozu, kaktüs tohumları var. Sokaklara bakıyorum, kaldırımlar hiç bu kadar kirli olmadı. Yağmurlar temizlemiyor artık. Göstermelik, üstünkörü, elinin ucuyla dokunup geçiyor. Gökteki kuşlar gibi sevdiğimiz mevsim de anda yaşarmış, özünü unutmuş, tatlı ezgisi artık rahatsız bir gürültü ve unutkanlık var baharın da şarkısında. Peki neden böyle bir baharımız var şimdilerde? Biz bilmeden bir yanlış mı yaptık? Ben sadece bir çocuktum otobüs durağında yağmurun dinmesini bekleyen, fırtınadan korkmuş ama aynı korkuyla canlanıp uyandırılmış. Anlamadım bile ne zaman bir suç işledik biz. Ya da belki de o kadar kötü değildir bu yeni soğuk mevsimimiz. Her şey eskisi gibi olacak değil ya. Belki de bu soğuk havalar sadece başka tür bir bahara geçiştir, zor zamanlar güçlü insanlar yetişsin diyedir. Evet, evet. Öyle demeliyim. Biz bir suç işlemedik sonuçta. O zaman haydi atalarımın yolundan gideyim. Bir çeşit kutsama olarak yeni bir anlam, bir biçim vereyim geleceğin yeni mevsime. Ah bir otobüs durağına doluşmuş fırtınadan korkan çocuklar, korkmayın! Öyle kutsuyoruz ki biz bu toprağımızın yeni baharını serin rüzgârı temizlemeye esecek, getirdiği yağmurlar en çok gözleri çukur olmuşlara iyi gelecek. Toprağımızdan öyle bir can fışkıracak ki şaşıracağız çünkü neredeyse yemin edebilirdik her şeyin bittiğine, bu ulu ağacın tamamen ölü olduğuna. Polenler ve çiy damlaları, gül tohumları ve çam kokusu olacak bu yeni mevsimin esintisinde çünkü bizler değiliz ki gökteki kuşlar gibi umursuz ve anda yaşayan. Aidiyetsiz ve cennet krallığına talip gökteki kuşlar bizim ise bir yurdumuz var! Bizi bir korku anında uyandıran bu mevsim gidişiyle bir kere daha bilinç ve can katacak çok çekmiş canımıza. Boşuna beklemeyin korkak gibi gelecek otobüsleri bir durakta, sıkı durun, geçecek. İlkbahar, çok yaşa!Kaynakça: Knausgård, Karl Ove. Gökteki Kuşlar. Çev. Buket Tellioğlu. MonoKl Yayınları, 2021. Baskı.
Işıl Aybaş ODALARDAKİ DUVARLAR VE UZUVLAR Kendi ayaklarınıza kapandığınız oldu mu hiç? Akılsız başların acısını çeken ayaklarınıza minnet duydunuz mu? Belki de bize uzatılan ellere uzanacak takatimiz kalmadığından ayaklarımıza kapandık, bileklerimize dayandık. Bu “zemine” doğru yönelim, uzanan ellerin açılacak yeni kapılara bir davet olduğunu bildiğimiz fakat içinde durduğumuz odanın kapısından da bir daha giremeyeceğimizi düşündüğümüzdendi belki ya da değişmekten belimiz büküldüğünden. Kapıların gizemini odamda olmasını hep istediğim aynamı iliştirecek bir boşluk ararken fark etmiştim. Odama girerken kendi silüetimden çok dudaklarımdaki minik büklümlere odaklanmıştım. Demek ki, bir kapı aralamak heyecana davetti benim için. Ardından yerinden ettim aynayı bir de madalyonun tersini göreyim diye. Karşılaştığım ben kaşlarının arasında vadiler taşıyordu her bir çıkışında odasından. Öyle vadiler ki artık giderek aşınmış ve tutamadığı suları taşırmışlardı. Sanki elden ayaktan düşmüştüm suların debisinden. Yere yığılmıştı üzerimdeki vadi toprağı. Ben de boyumun ölçüsünü almıştım artık. En son ayaklarıma kapadım aynamı. Ayaklarımız vücudumuzun görünen dokularından görece daha fazla aşınmışlardır. Nasırlar, çatlaklar, batmalar... Bu değişimle odamızda uyumaya hazırlanırken yahut sıcak suyun altında etimizi haşlamadan hemen önce karşılaşırız. Daha uzun sürede ama hızına ters bir şiddette farkına varırız bu gerçeğin. Dört duvarla çevrelenmeyince de kendimize bakmayız anlaşılan. Aşınmak da değişime karşı direnmek gibi aşılması gereken duvarlardır aslında. Her direnişte alınan hasar doğal bir aşındırmaya yol açsa da gerçekleşme aralığını değiştirmek bize kalmıştır duvarlarımızın varlığını kabul edersek. Böylece aşınanı kaşıyıp deri değiştirmeye başlarız duvarların ardına varmadan, kapıdan adımı atmadan. Bu duvarlar heyecanımızın temsili, çocukluğumuzun alın yazısıdır ve ayaklarımız yerden kesildiğinden olacak ki havada asılıdır. Dönüşmek için tek yapılması gereken havadaki duvarın fiziki aykırılığına odaklanmadan altındaki boşluktan ilerlemektir. Yani kapılara ihtiyacınızı düşünmeden kapıya yönelmektir değişime direnmemek. Kapıya yönelim ise ayaklarınıza güvenmektir, şimdiye kadar sayısız belaya kollarını açıp göğüslemiş ayaklarınıza. Adem Başpınar’ın Vurgun’u ve Yek’i ile karşılaştığımda insan uzuvlarını odak noktası yapması beni bir düşünce seline boğmuştu. Devameden tabloların içerisinde kendime ait ve tepemdeki kara bulutlarıma benzer ayrıntılar gözüme ilişti: bitap düşmüş bedenler, gerilmiş yüzler, küçük insanlar ama büyük hayvanlar,kırmızılar ve maviler... En çarpıcı olan ise eserlerinin isimleriydi. Sanki her biri bozguna uğramış yapbozun parçalarından biriydi. Ardından cevapsız soru tufanı kafamın içindeki et parçasını doldurmaya başladı. Ben dediğimiz kendimizi nasıl tanımlardık? Bizim dediklerimize karşı tutumumuz kendimize karşı tutumumuzla uyuşuyor muydu? Gerçekten içimize hoşgörülü ve nazik miydik talepkar olmadan? Tufandan geri kalan kelimelerle hazinemi ortaya çıkardım. “Çağ ” çelişkisiz tek bir güne dahi izin vermeyecek gibi görünüyor yaşadığımız müddetçe. Kendimize günümüzün dile leblebi olmuş laflarından birkaçını sürekli hatırlatırız: İyi düşün iyi olsun, nasıl başlarsan öyle gider. Bu sözler öylesine yalanlarla doludur ki söyleyen kişi kendini kandırdığının farkına varamaz. Söylenen kişiye umut verir ama söyleyendeki farkındalık ondan umut çalar çünkü ne iyi başlamak ne de iyi düşünmek artık mümkündür. Aynaya her bakışımda küçüklüğümden beri adlandıramadığım duygular bedenimi sarmalıyordu içi huzursuzluk olan. Pandora gibi açmaya korkuyor ama merakımı da kenara bırakamıyordum. Büyüdükçe kendime bakışlarım arttı. Bana ne olduğunu anlamak için daha dikkatli bakmaya çalışıyordum. Bana kalan neydi? Geceleri saran karabasanlar ya da bedenimi sarsan yakarışlar mıydı? Düşünmek için ayaklarıma kapandım işte tam o sıralarda. Ruhumun ortasına çöreklenmiş sızıları sıvazladım gözlerimdeki yaşlarla. Akıttığım yaşlarımla aynamı temizledim. Aynada kendimi daha temiz ve yek gördüm. Ben açıldıkça huzurum, sevincim, heyecanım gitti. Yine de dünya denen kutunun içindeki muammada kalan bir umuttur ki hâlâ duvarlarımın arasında.Kaynakça: Başpınar, Adem. ”Vurgun.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr. Başpınar, Adem. ”Yek.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr. Başpınar, Adem. ”Çağ.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr. Başpınar, Adem. ”Dirlik.” 25 Eylül 2022 tarihinde erişildi. www.galerisoyut.com.tr.
Emre Sülün BİLEREK GEZMEK Gezmek küçüklüğümden beri benim için önemli bir tutku oldu. Kimi zaman vakit geçirmek için, kimi zamansa sadece gezmek için gezdim. Gidemediğim yerler hakkında ise kitaplar okudum, filmler izledim hatta müzik sayesinde bile bir şehri tanıyabildiğim oldu. Bu yüzden “Çok gezen mi daha iyi bilir, yoksa çok okuyan mı?” sorusunu cevaplamaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Bence çok gezen daha iyi bilir çünkü yazar ne kadar usta olsa da okuyucuya tam bilgi aktarması mümkün değildir. Gezmek beş duyuya birden hitap eder, kelimelerin gücünün bunların hepsini anlatmak için yeterli olacağını sanmıyorum. Bu yüzden sadece gezen kişinin sadece okuyana göre daha bilgili olacağını düşünüyorum. Öte yandan bu alışıldık sorunun bir de alışılmadık öznesi var: okuyarak gezen insanlar. Ayak bastığı, sokaklarını dolaştığı, havasını teneffüs ettiği kentin bir de tarihini öğrenen kişi gezmekten çok daha fazlasını yapmış olur. Hele bir de oranın yerlisinden öğreniyorsa bu tarihi, ondan daha bilgilisi olamaz. İlber Ortaylı Seyahatnamesi tam da bunu gerçekleştiriyor. Avusturya’dan Singapur’a uzanan bir coğrafyayı gezen İlber Ortaylı hem kendi bilgilerini aktarıyor hem de konuştuğu yerlilerin anılarını kitaba ekliyor. Tüm bunlar, keşke bu kitabı oraları gezerken okuyabilsem dedirtmekte. Bir sarayı gezerken, orada yaşanmış ilginç bir olayı okumak; bazı milletler için kitapta anlatılan yüz ifadelerini caddede yürürken gözlemleyebilmek eminim ki etrafa bakınarak dolaşmaktan çok daha keyifli olurdu. İlber Ortaylı kitabında gittiği şehirleri, gezdiği müzeleri anlatmakla kalmıyor. Çeşitli halkların kültürlerini aktarırken önemli tarih dersleri de veriyor. Yazar, etnik kökene dayalı çatışmalardan bahsederken “Kendi kültür ve tarihine sahip olmayan etnik unsur, ana unsurun kültür ve tarihine karşı yıkıcı ve saldırgan bir tavır takınır, gerilim burada başlar.” (Ortaylı 2013) diyerek günümüzdeki Commented [ES1]: Kitabı kütüphaneden ödünç alıp bitirdikten sonra geri verdiğim için şu an sayfa numaralarını kavgalara ışık tutuyor. Kitabın Suriye kısmında Palmira antik kenti hakkında bilemiyorum. yazılanları okurken IŞID’in bu antik kentte yaptığı yıkımlar aklıma geldi. Mezhepsel bahaneler altında kendi tarihini yok eden bu insanlara bir kez daha acıdım. Bu yıkım haberinden birkaç ay sonra ise Batılı aktivist bir grubunPalmira’yı sanal ortamda üç boyutlu modeller kullanarak tekrar inşa edeceği haberini okudum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bu kenti, tüm insanlığın ortak varlığı olarak gören bu grup tarih bilincinin ne kadar önemli bir kavram olduğunu gözler önüne seriyor. Kitapta tarih bilinciyle ilgili bazı eleştiriler bulmak mümkün. Örneğin: “Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir.” (Ortaylı 2013) Türkiye’nin fen ve mühendislik alanlarında patlama denebilecek kadar büyük bir başarı gösterdiğini düşünmesem de tarih gibi sosyal bilimlerde çok daha geride olduğu tespitine katılıyorum. Üniversite giriş sınavında TS bölümlerinin istatistiklerine bakarak bile bunu görmek mümkün. Küçük yaşta başarı gösteren öğrenciler sayısal ya da eşit ağırlığa yönlendiriliyor, hatta sözel öğrencilerine aptal denildiğini bile gördüm. Bunlar neden yapılıyor bilmiyorum ama tarihle olan bağımızın en baştan sarsıldığını söyleyebilirim. Üstelik bu bilinçsizlik yazarın bahsettiği gibi sadece diplomalılar arasında değil. Gezdiğim bir antik kentte rehber, köylülerin antik kentteki taşları kendi evlerinin inşasında kullandıklarını anlatmıştı. Bu olay, belki bir diplomalının bilinçsizliğinden biraz daha fazla kabul edilebilir ama yetkililer buna müsaade ettiğine göre kesinlikle bir şeyler ters gidiyor. Bir yanda gezmek gibi oldukça eğlenceli bir konu, diğer yanda kültür ve tarih bilinci gibi oldukça ciddi ve üzerine uzun incelemeler yazılabilecek başlıklar İlber Ortaylı’nın kaleminde hiç sıkmayacak şekilde bir araya getirilmiş. Kitabı bitirdiğim an o şehirleri tek tek gezme isteği uyandı içimde. Keşke şu an bu seyahate başlayabilsem ancak yazı beklemekten başka çarem yok. Kaynakça Ortaylı, İlber. 2013. İlber Ortaylı Seyahatnamesi: Bir Tarihçinin Gezi Notları. Timaş Yayınları.
ZAMANLA YARIŞ OSMAN KILIÇ İç dünyamda yaşadığım fırtınalar ve arayışlar çoğu zaman sessiz ve derindi. Bu duyguları en derinlerimde hissederken hayatın anlamını sorgulamak kaçınılmaz hale geliyor. Duygularımın karmaşıklığı, bazen beni melankolik bir ruh haline sürükleyebiliyor. Ancak bu süreç, kendimi keşfetmemi ve yeniden tanımamı sağlıyor. Duygularımın yoğunluğu, düşüncelerimi ifade etmemi zorlaştırsa da, bu içsel yolculuk aynı zamanda geleceğim için umut vaat ediyor. İnsanın kendi özünü keşfetme sürecindeki dolambaçlı yollar, hayatın farklı yönlerine pencere açmama olanak tanıyor. Bu arayışın sonu belli olmasa da, yaşadıklarım ve hissettiklerim beni şekillendiren ve güçlendiren deneyimler. Benim içim duygularla mantığın iç içe girdiği bu içsel savaşta, düşünceleri en orantılı şekilde oluşturmak çoğu zaman en zor işlerden biri olmuştur. Zamanın geçiciliği ve biriktirdiğimiz anıların peşinden koşma içsel davranışı, insanı sürekli tüketen ve içsel çatışmaya iten en büyük etkenlerden biri. Salvador Dalí’nin "Belleğin Azmi" tablosu da bana her gördüğümde bu duyguları yaşatır. Eriyip giden saatler, zamanın ne kadar geçici olduğunu ve edindiğimiz her anın kaybolma korkusunu sembolize eder. Zaman çatışması, insanı çoğu zaman deli eden bir karamsarlıksarmalına iter. Ancak bu kadar önemsediğimiz zaman olgusu, gerçekten bu kadar kaygılanmamız gereken bir durum mu? Anıların silinip gidecek olmasının korkusu, insanı gelecekte onu bekleyen güzelliklerden mahrum etmez mi? İnsanoğlu, bu sorulara net cevaplar veremediği için kendi içindeki fırtınaları dindiremez. Oysaki zamanın akıcılığında her anın tadına doyasıya varmak ve hayatımızın bu anlarını en verimli şekilde değerlendirmekten ibaret olduğunu kendine inandırmak, bu içsel yoğun çatışmadan kurtarır insanı. Bu içsel çatışma savaşını vermek, bana bu olgunluğu tamamıyla kattığına en içten şekilde inanıyorum. Zamanın akan bir nehir olduğunu ve bir daha geri gelmeyeceğini idrak edip, ona göre anı en özel, en değerli şekilde geçirmek, hayatıma en özel olduğunu düşündüğüm yerde devam etmemi sağladı. Sorgularım var; hatta kaygılarım, sorgularımdan çok daha fazla. Ancak bu sorgu ve kaygıların, zamanın akıcılığında yaşayıp gitmenin bir parçası olduğunu kabul ediyorum artık. Kaygı, insanı zinde tutan ve her zaman sorgulama mekanizmasını harekete geçiren bir duygu. Bu duyguyu minimize ederek ve akılcı yaklaşarak, çoğu içsel çatışmadan rahatlıkla sıyrılabileceğimi görmek, beni diğer insanların yanı sıra daha erdemli biri yaptığına eminim. Bu erdemlilik, kişiden kişiye değişse de hayatın bu kaçınılmaz ışık hızına yetişebilmek adına, kendi doğrularımdan pay biçerek ilerlediğimi düşünüyorum. Zamanın akıp gidiciliğinin farkında olurken, yaşanılan zamanın bir daha gelmeyeceğinin bilincinde yaşamayı da es geçmiyorum. Bu durum ne kadar acımasız olsa da, dünyanın en büyük gerçeği. Bu gerçekle nasıl yaşanılması gerektiğini öğrenmek, kendi içimizdeki çatışmayı sonlandırıp tek bir saniye bile kaybetmemek gerektiğini kendime bir hayat felsefesi edindim. Gerçekten de zaman aşırı yaşamak bunu gerektirir ve bunu sağlayabilen insan, akıp giden zamana karşı verdiği savaşı kazanmış olur. "Belleğin Azmi" tablosu, bu çatışma ve ikilemi bana her zaman çıplak bir şekilde hatırlatır: eriyip giden ve karşı koyamadığımız bir zaman, bu zamanın içinde yaşamakla mükellef insan.Kısıtlı vaktinde kendi içindeki fırtınaları zamana karşı dindirip, hayatı bir daha yaşayamayacağı anıları doyasıya yaşaması gereken bizler. Bu hayatta her anı sadece bir kere yaşıyoruz; her giden anının ardından gelen, kötü de olsa güzel de olsa, o an bir kez gelecek ve gidecek. Bu yüzden bunun bilincine varıp her anı doyasıya yaşayabildiğim zaman , ben bu hayatın gerçek bir bireyi olduğum kanısına varacağım. KAYNAKÇA Dali, Salvador. Belleğin Azmi. 1931. Yağlıboya. National Museum Of Art. New York
İsim : Yusuf Yiğit Korkmaz ID : 22201749 Bir Afgan Kızın Gözleri Bu fotoğrafa bakmadan önce yaşadığınız hayatı birkaç dakikalığına düşünün. Hani o beğenmediğiniz, size fazlasıyla dertli gelen hayatınızı… Sokaklarda yürürken binlerce insanla karşılaşıyoruz. Ancak hiç düşünüyor muyuz az önce yanımdan geçen kişinin hayatı nasıl? Ne gibi sorunlarla boğuşuyor? Hayır, sadece kendimize odaklanmış durumdayız. Kendi dertlerimizi düşünüyor, kendi hayatımızın başrolünü oynuyoruz. Bu fotoğrafı gören insanların birçoğu da kızı anlamaya çalıştıktan sonra birkaç dakika içerisinde onu unutup kendi hayatlarına geri dönüyor. Bizler rahat ve sıcacık yataklarımızdan ne kadar dertli olduğumuzu düşünürken aklımızdan sınavda istediğimiz sonucu alamamamız, kendisine karşı bir hoşlantı hissettiğimiz kişilerin bize soğuk davranması gibi şeyler geçiriyoruz. Sahip olduğumuz güzelliklerin,imkanların ve özgürlüğün farkında değiliz. Etrafımıza baktığımızda acı, nefret ve kederden başka bir şey görmüyoruz. Şanssızlıklarla boğuştuğumuzu söylüyoruz. Şükür kavramını tamamen yitirmiş ve açgözlülüğümüzün kurbanı olmuş durumdayız. Hep daha fazlasını istiyoruz. Sınavda ikinci olduğumuzda neden birinci olamadık diye keyfimizi kaçırıyoruz. Maalesef hepimiz benciliz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesiyle hayatlarımızı sürdürüyoruz. Önceleri kendimi empati yapabilen bir insan olarak tanımlardım. Bu düşüncem muhtemelen okuduğum kitaplarda hikâyenin içinde sürüklenirken kendimi ana karakterin yerine koyabilmemden ve âdeta o karaktere bürünebilmemden geliyordu. Fakat hayır. Ben de diğer insanlardan farklı değilim. Hayatın olağan akışı içerisinde sürüklenip giderken diğer insanları umursamıyorum. Sanki benim derdim en sıkıntılı olanmış gibi geliyor. Bunu fark ettiğimde kendime kızıyorum ancak harekete geçip o dertli insanların acı hayatlarına çözüm bulabilecek enerjiyi kendimde bulamıyorum. Tamamen salıvermiş durumdayım. Kendi hayatımı bile düzgünce idame ettiremezken nasıl başkalarının sorunlarını çözebilirim? Doğa bizlere inanılmaz güzellikler sunuyor. Rengarenk çiçekler, uçsuz bucaksız denizler, ağaçlar, böcekler, kuşlar… Ben bu güzelliklerin hepsini özgürce deneyimleyebiliyor, doğanın bize armağan ettiği bu nimetler çeşmesinden istediğim kadar içebiliyorum. Ancak bu değerlerin farkında değilim. Bu durumu hasta olup burnumuz tıkandığında nefes almanın kıymetini anlamamıza benzetiyorum. Maalesef insanoğlu olarak bir şeylerin değerini kaybetmeden anlayamıyoruz. Kaybettiğimiz değerlerden biri de hayallerimiz. Bizler insanlık olarak savaşlar, kavgalar ve anlaşmazlıklar yaratarak düşlerin kökünü kazıyoruz. Hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiği hayaller kuran çocukların arzularını öldürüyoruz. Çocuklar bizim yüzümüzden masum canlılıklarını yitiriyorlar. O en güzel, insanın en dolu dolu geçirmesi gereken yılları bir an önce büyümek için harcıyorlar. Bizler bu nesillerin acımasız katilleriyiz. İnsanlık olarak bu kötülüğe ses çıkarmıyoruz. Âdeta üç maymunu oynuyoruz. Neden bu kadar benciliz? Neden çocukların o güzel hayallerine bu kadar yabancıyız? Yabancı… Bana küçüklükten itibaren korkulacak kimseler olarak öğrettiler. Ailem sakın yabancılardan bir şey alma diye ikaz edip dururdu. Belki de bundan dolayı yeni insanlarla tanışmadan önce temkinli davranıyorum. Önce karşımdaki insanı süzüyorum, bana zarar verme ihtimalini tartıyorum. Çünkü benim canım diğer insanlardan daha değerli değil mi? En önemli insan ben değil miyim? Sonra fark ettim ki bu tedbirli bencillik beni insanlardan soğutuyor. Gün geçtikçe yaşadığım topluma ve diğer insanlara karşı yabancılaşıyorum. Fakat hepimiz yabancılaşırsak nasıl birbirimize güveniriz? Nasıl birbirimizin dertlerine derman oluruz? Kendi kabuğumuzun içinde sonsuza kadar sükut içinde yaşamak bu kadar içimize sinmemeli. Bizler bu fotoğraftaki genç kızın temkinli ve insanın yüreğine bir hançer gibi saplanan bakışlarını mutluluktan parıldayan ve etrafına sevgi saçan bir yıldıza çevirmeliyiz. Mutlu bir gelecek için, mutlu nesiller için yapmamız gereken bu.Kıyafetimiz, bizim dışa dönük olan parçamızdır. İnsanlara bizim hakkımızda ilk yargıyı verir. Bazen bizim kusurlarımızı örter, bazen bizi olduğumuzdan çok farklı gösterir. Onlar bizim sık sık arkasına saklandığımız maskelerimizdir. Hayatımızın her anını, kötü günlerimizi, mutlu zamanlarımızı kıyafetlerimizle birlikte deneyimleriz. Onlar bizim en yakın arkadaşlarımız, sırdaşlarımız olurlar. Geçmişin o güzel ve özlenen günlerine şahittirler. Kızın kıyafetindeki yırtıklar bende farklı bir izlenim bıraktı. Sanki oradaki kumaş eksiklikleri canlı ve bir şey anlatmak istiyormuş gibi. O yırtıklara rağmen yılmadan kızın üstünde kalmaya devam etmeleri hayatta tüm o zorluklara rağmen bir parça da olsa umut olabileceğini gösteriyor bana. Suretimde ümidin o güçlü ışığının yansımasını hiçbir zaman yitirmemem gerektiğini hatırlatıyor. Kaynakça: “Steve McCurry : Afghan Girl.” National Geographic, June 1985
MÜZİK, GÜNÜMÜZDE İŞLEVİNİ KAYIP MI EDİYOR? Kültür nedir? Kültür insana özgüdür, insanların temel içgüdülerinin ötesine geçmesidir. Barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra ortaya çıkan “boş vakit” kavramını nasıl değerlendirdiğimizdir. Hayvanların kültürü yoktur. Dünyanın neresine giderseniz gidin, karıncaların davranışları birbirinin aynıdır. Farklı karınca topluluklarını birbirinden ayıran bir kültürleri yoktur. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran temel farktır kültür. Müzik, dünya üzerinde varolan bütün kültürlerde kendine yer edinmiştir. İnsan doğasında müzik yapma, dinleme ve bu eylemden haz alma duygusu vardır. Asya’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Amerika’ya insanlar, türleri doğal olarak farklılık gösterse de, müzik yapar ve dinlerler. Bu yazıda müziğin insanlar tarafından nasıl anlaşıldığından ve müziğin günümüzde temel amacını yitirişinden bahsedeceğim. İnsanlar “müzik” sözünden türlü şeyler anlayabilirler. Kiminin aklına klasik müzik gelir, kimininkine türküler. Müziğin gayesi dinleyicisine haz vermekten başka bir şey değildir. Türküleri ele alalım. Çok basitçe çamaşır asarken sıkılan bir köylü kadının dudaklarından dökülen birer mırıldanma çok sevilen bir türküye dönüşebilir, yaşadığı kayıp üzerine üzüntüsünü sazına döken bir ozanınki de. Bu müziklerin güzelliği, ortaya çıkışlarındaki samimiyet ve içten yazılmış olmalarıdır. Benim bu yazıyı yazıyor oluşum, müziğin bahsettiğim bu işlevini kaybediyor oluşunu sezdiğimdir. Düşünceme göre bunun birkaç sebebi bulunmaktadır. İlk sebep, müziğin günümüzde insanları birleştirmekten çok onları kutuplaşmaya iten bir noktaya gelmiş olmasıdır. Maalesef toplumdaki yaygın görüş, basitçe, klasik müziğin sosyo- ekonomik olarak üst kesime türkülerin ve benzeri tarzların ise alt kesime hitap ettiği yönündedir. Bu bakış açısı son derece yanlıştır ve insaları “biz” ve “siz” diye kategorileşmeye iter. Klasik müziğin, operanın Batıdan gelmiş olması üst kesime hitap etmesini gerektirmez. Fakat toplumun sosyo-ekonomik olarak orta-alt kesimde yer alan üyelerinde klasik müziğin “zengin işi” olduğu ve klasik müzikten kesinlikle keyif alamayacaklarına dair bir önyargı yer edinmiştir. Hâlbuki böyle bir durum söz konusu değilir. Örneğin operaların konularına bakıldığında aşk, kavuşamama gibi tıpkı türkülerde işlenen konuların varolduğunu görürüz. Peki, bu ele aldığımız kesim müziğe hepten karşı olmadığına göre, nice anlamlı ve kompleks yapılı türküden keyif alabildiğine göre, konu bakımından operalarla aynı konuları işlediklerine göre neden hâla operaya gitmiyorlar? Bunun sebebi ekonomik değil. İronik olarak, Cumhuriyet Dönemi’nde “klasik müzik” bir lüks gibi gözükmesine karşın halkın klasik müziğe ilgisi günümüzden daha yoğundur. Fakat günümüzde bir konser bileti, sinema bileti ile aynı fiyata gelmişken klasik müziğe orta-alt kesimden ilgi ciddi derecede azalmıştır. Bahsettiğim kesimin klasik müziği kendilerine düşman edinmemesi, ondan haz alabilmesi için varolan bu önyargının kırılması gerekmektedir. Bahsedeceğim ikinci sebep ise müziğin “popüler kültür” adı altında ticari bir araç olarak kullanılmasıdır. Günümüz sat-kazan odaklı dünyasının ekonomi politikalarından ne yazık ki müzik de nasibini almıştır. Başta da belirttiğim gibi, müziğin temel amacı, her sanat eserinde olduğu gibi, kitlesine haz vermekten başka bir şey değildir. Fakat günümüzde müziğin bir kâr etme yöntemine dönüştüğünü görüyoruz. Melodinin, harmoninin kısaca müzikalitenin bulunmadığı sözde“şarkılar” müzik marketlerde satın alınmak üzere bizleri bekliyor. Burada eleştireceğim kısım bu şarkıları yapan prodüktörler. Bahsettiğim prodüktörler, “Gel sana bir albüm yapalım.” mantığıyla herhangi bir kişiyi meşhur etme yeteneğine sahip olanlar. Dönüp dolaşıp aynı akor kalıplarıyla melodiden, harmoniden yoksun şarkılar üretip dinleyiciye “satıyorlar”. Bu albümler adeta seri üretime geçmiş durumda ve bu durum müzik kalitesini inanılmaz derecede düşürüyor. Müziğe bir sanat eseri değil de pazarlanacak bir ürün gibi bakılıyor, müzik işlevini yitiriyor. Uzun lafın kısası, müzik günümüzde insanları birleştirmektense insanların gruplaşmasına yol açıyor. İnsanlara müzik bir ürün gibi pazarlanarak müziğin kalitesi düşüyor. Bu sorunların giderilmesi için insanların önyargılarını bir kenara bırakıp müziğin işlevini akıllarına getirmeleri ve müziği bir kâr aracı olarak görmekten vazgeçmeleri gerekiyor. İşte ancak o zaman, müzik gerçek işlevine ulaşıp insanları birleştirici gücünü ortaya çıkarabilir.
ZEYNEP DOĞRU 1 YUKARI DÜŞÜŞ Gezmeyi, dolaşmayı, yeni yerler keşfetmeyi çok seven bir insanım. Bu yüzden internetten pek çok seyahat blogu okurum, sosyal medyalardan pek çok fotoğrafçıyı takip ederim. Kim, nerede, ne gibi fotoğraflar çekmiş bakarım ve bu aktiviteden de zevk alırım. Bu fotoğrafla da bu şekilde karşılaştım. Günlük bir alışkanlık hâline getirdiğim bloglarımı okurken ilk başta dikkatimi çok fazla çekmese de ilgimi çeken başka bir yazının linkine ulaşmak için sayfanın başına dönmeye çalışırken kendini bana belli etti.2 Normalde bir fotoğraftan bu kadar etkileneceğimi hiç düşünmezdim. Sanatçının yeteneğinden midir yoksa ortamın güzelliğinden mi bilmiyorum ama Allard Schager’in çektiği bu fotoğraf bende bu duyguları bırakan nadir eserlerden biri oldu. İlk başta ilgimi çekmeme sebebi sıradan bir merdiven gibi gözükmesi sanırım. Gün içinde katlar arası bağlantıyı sağlamaktan başka bir işlevi olmayan, inip çıkarken üzerine kafa yormadığımız, sorgulamadığımız hatta çoğu zaman çıkarken nefes nefese kaldığımız, “Bir asansör yapamamışlar mı?” dedirten bir yapı ne de olsa merdiven. Evet kabul ediyorum, her gün kullandığımız o mermer ya da ahşap kaplamalı merdivenlere benzemiyor hatta bariz olarak onlardan çok daha uzun ve tehlikeli ama merdiven merdivendir diyerek çoğu kişinin bu fotoğrafın arkasında ki güzelliği kaçırdığına inanıyorum. Allard Schager, bu fotoğrafı ünlü Fransız imparatoru Napolyon’un doğduğu Akdenizdeki Korsika Adası’nda çekmiş. Kral Aragon’un Merdivenleri imiş bu eşsiz görünüme sahip yapının adı. Efsanelere göre uçurumun kenarında olan bu yürek hoplatıcı yol, yolun sonundaki kaleye ulaşmak için bir gecede oyulmuş. Fotoğrafın bence en ilgi çekici yanı onlarca kere bakmama rağmen hâlâ aşağı doğru inen bir merdiven mi yoksa yukarı çıkan bir merdiven mi olduğuna karar verememem. Normalde göz illüzyonlarını hemen fark eden bir insan olsam da bu merdiven kendini bana çok düşündürttü. Bir baktığımda aşağı iniyormuş gibi hissettiğim bu merdiven, bir sonraki bakışımda tam tersine, yukarı çıkıyormuş gibi hissettirdi. Hayatı anımsattı bana Kral Aragon’un Merdivenleri. Bir işe başladığımızda ya da biriyle tanıştığımızda, kısaca genellemek gerekirse hayatımızda bir gelişme olduğunda hep sıfır noktasından başlarız. Yaptığımız hareketler, söylediğimiz sözler, aldığımız kararlar, vazgeçtiğimiz ya da kabul ettiğimiz teklifler ve daha pek çok unsur ya ileri götürür bizi hayatımızı kolaylaştırır, olumlu sonuçlar doğurur ya da aşağı çeker gerisin geri. Yanında karmaşalar getirir, problemler hiç eksik olmaz, en basitinden stresten sağa sola saldırmaya başlar, incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden kavgalar, sorunlar yaratırız kendimize. Aslında düşünüyorum da aşağı inerken aşağı indiğini ya da yukarı çıkarken yukarı çıktığını hissetmek, kişi3 için daha iyi aslında. Net çünkü. Aşağı inerken sorunların geleceği ya da yukarı çıkarken omuzlarımızın hafifleyeceği belli. En kötüsü aslında aşağı inerken yukarı çıktığını sanmak. Tersi durum hoş. Aşağı indiğini sanarken yukarı çıkmak insana fazladan mutluluk getirir. Kışı beklerken yaz çıkmasıdır karşısına insanın bir nevi. Nadir de olsa gelir insanın başına, yüzünü güldürür. Hâlbuki diğer durum yani düşüşteyken yukarıya çıktığını sanmak çok yaygındır günümüzde. Her an her köşe başından, insanı bu konuma düşürebilecek bir olay gerçekleşebilir. Olayların, kişilerin büyüsüne kapılabilir, o büyüyle kanatlanabilir, semaya uçmamız gerekirken aniden, hiç fark etmeden yere çakılabiliriz. Kendimi birkaç kez fotoğrafçının yerine koydum. Belki de böyle bir fotoğraf çekeceğini tahmin etmemişti hiç. Belki amacı sadece gezip gördüğü yerleri takipçileri için fotoğraflamaktı. İster mükemmel bir zamanlama deyin, ister ışığın geliş açısı, isterseniz fotoğrafçının bulunduğu konuma yükleyin merdivenlerde oluşan belirsizliği. Sonuç olarak Allard Schager benim gözümde tarihî bir merdivenin fotoğrafını çekmekten çok daha fazla anlam yüklemiş eserine. İnişiyle, çıkışıyla, belirsizliğiyle, tehlikesiyle, heyecan vericiliğiyle hayatı anlatmayı başarmış bence. Kaynakça Schager, Allard. Falling Upwards. Korsika. 21 Eylül 2015. < https://500px.com/photo/11668783/ falling-upwards-by-allard-schager >
ORMANDAKİ ÖLÜM KALIM SAVAŞI : AÇLIK OYUNLARI Açlık oyunları romanıyla ve popüler yazar Suzanne Collins ile ilk defa lisedeki edebiyat öğretmenim sayesinde tanıştım. Kitabı çıktıktan sonra hemen okuyamasam bile, hemen hemen her yerde kitabın hikayesini duymuştum ve gerçekten çok ilgimi çekmişti. Kitabın hikayesini okuduğumda ne kadar macera ve heyecan yüklü olabileceğini düşündüm ve önsözü de okuduğum zaman bu kitabı kesinlikle okumam gerektiğine karar kıldım. Romanı okumaya başladığımda ilk dikkatimi çeken şey yazarın nerdeyse her yerde birinci tekil şahsı kullanarak olayları anlatmasıydı. Açıkçası bu benim çok sevdiğim bir yazış türü değil çünkü eser bu şekilde, okunması biraz fazla basit ve her zamanki aradığımız edebi ruhtan uzak oluyor. Ayrıca kitabı okurken bu sebepten ötürü bazı olaylar arasında boşluk ve kafada çokça soru işaretleri kalıyor. Tabii ki bu olumsuzluklar kitabı sevmediğim, kitabın iyi yanlarının olmadığı anlamına gelmiyor. Kafadaki bu soru işaretlerinin iyi yanları da yok değil. Bence bu şekilde hikayede bir gizem oluşturulmaya çalışılmış ve bence başarılı da olunmuş. Okuyucu bu şekilde kitaptan kopmadan uzun süre kitaba bağlanabiliyor. Romana bu şekilde bir genel bakış attıktan sonra biraz da hikayeden bahsetmek istiyorum. Olaylar genel olarak Panem adı verilen, 12 mıntıkadan oluşan, acımasızlıklar ve ezikliklerin olduğu, bir ülkede geçiyor. Ülke “Capitol” adı verilen merkezdeki bir şehirtarafından yönetiliyor. Capitol’un o kadar vahşi ve katı kuralları var ki orada yaşayan halk ve mıntıkılardaki insanlar sürekli eziliyor. Hikaye genel hatlarıyla büyük bir ormanda, bu mıntıkalardaki insanlarla yapılan acımasız ve bir o kadar da vahşi bir yarışmadan ve olayın içindeki insanlardan oluşuyor. Bu tam bir ölüm kalım meselesi, mecazi olarak söylemiyorum gerçekten de öyle. Hayatta kalan yarışmacı kazanır ve sadece bir kişi bu yarışmayı kazanacak. Ayrıca bu yarışma her ülkede eş zamanlı olarak yayınlanıyor. Romanımızda ana karakterlerden bahsetmemiz gerekirse, benim gözüme ilk olarak Katniss ,Peeta ve Rue çarpıyor. Olay büyük çoğunlukla Katniss Evardeen’in gözünden anlatılmış. Bence Katniss kitapta en iyi betimlenen karakter… Daha 30. Sayfaya varmadan kafamda çok güzel ,merhametli ve bir o kadar da akıllı bir genç kız canlandı. Ayrıca ondaki yüksek mücadele ruhu da, onu, kitaptaki favori karakterim yaptı. Peeta’ya da tam tersi hiç mi hiç ısınamadım. Her ne kadar kitabın sonunda Peeta’nın da iyi yönlerini gösterseler de başlangıçtaki bencil tavırlar ve kıskançlık bende bir türlü değişmeyen bir ön yargı yarattı Peeta hakkında. Rue ise kitaptaki en acıdığım karakter ! Daha küçücük yaşıyla öylesine bir yarışmada iyi kalbiyle herkese örnek oluyor ama okuyucuyu-en azından beni- çokça hüzünlendiriyor. Kitapta böylesine zıt karakterlerinin olmasının altında yatan sebebin, okuyucuyu şaşırtmak olduğunu düşünüyorum. Mesela her şey çok güzel çok heyecanlı giderken bir anda çok fazla üzülebiliyorsunuz. Ama şunu siz de okuduğunuzda fark edeceksiniz ki, romanın çeyreğine gelmeden her şey kafanızdaçok berrak bir şekilde oluşuyor ve ben bunu tamamen Suzanne Collins’in olayları betimleme yeteneği olarak görüyorum. Bana soracak olursanız, kesinlikle ama kesinlikle okumanız gereken bir yapıt. Böylesine özgün ve macera dolu bir kitapta emin olun çok farklı duyguları aynı anda yaşayacaksınız. Benim okumuş olduğum roman yaklaşık 400 sayfaydı ve bitirdiğimde keşke 100 sayfa daha olsaydı dedim Eser hakkında bu kadar ipucu ve açıklamanın yeterli olacağını düşünüyorum ve sizi böylesine muhteşem bir eseri okumaya davet ediyorum.
Kedilerin Terbiye Ettiği İnsanlar Gonca Nesibe Bora Bir kedinin bir insanın hayatı değiştirdiğine şahit oldunuz mu hiç? Ben oldum. Evet hem de o kadar gözlerimin önünde gerçekleşti ki bu değişim. Nasıl oldu, ne zaman başladı veya nasıl bir süreç izledi? İnanın hiç bilmiyorum. 3 sene öncesine kadar bu kadar yakınımda olan huyunu suyunu bildiğim bir insanın içinden bambaşka bir insan çıkacağını söyleseler, önce şöyle hakkıyla bir kahkaha patlatır, sonrasında iyi dalga geçerdim bu yorumun sahibiyle. Üstelik bu değişimi yaşayan 19 senedir bana babalık yapan kişi söz konusu olduğu için, durum benim açımdan işinden içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Evet, bu son 3 sene içinde kozasından çıkan kelebekler misali bir başkalaşım geçirmiş olan kişi babam. Özbeöz babam. 4 kişiden oluşan çekirdek ailemizde “Onu benden daha iyi tanıyor olamazsınız.” cümlelerimle hakkında defalarca iddiaya girmiş bulunduğum kişi. Belki de ailemizin en gizemli üyesi: Ali Bora Bey. Şimdi bahsedeceğim son bir kaç seneyi düşündükçe ailemizin en gizemli üyesinin babam olduğu konusunda şüphelerim oluşmaya başladı. Zira bu değişimin kahramanı kedimiz Kahve’yi ve doğaüstü yeteneklerini göz önüne almamak ona oldukça haksızlık olur. Birazdan size anlatacaklarımı düşündükçe bile yüzümde bir belli belirsiz gülümseme oluşuyor. Umarım ben böyle kendi kendime gülüp eğlenirken kütüphanedeki diğer insanlar deli olduğumu düşünmüyorlardır. Sizi daha fazla da merak içinde bırakmadan biraz biraz bu değişimden bahsetmeye başlayayım. Öylesine sert, dik duruşlu, kuralları ölçüsünde bir hayat yaşayan ve yaşatan bir Hâkim Bey nasıl oldu da o ismi cismi belli olmayan kara suratlı minik bir kediye karşı dünyanın en toleranslı insanı haline gelebildi. Nasıl oldu da yıllar boyunca ağabeyim ve benim bile çoğu zaman mahrum kaldığımız çocuksu şefkâtin bir kedinin üzerinde gösterilmesine şahit olduk. Aklım almıyor. Yıllar boyunca asker edasıyla her yaramazlığımızda, oyuncakları her ortaya döküşümüzde bizi defalarca uyaran adam, nasıl oldu da iki elim kadar olmayan bir şeyin ortalıkta koşuşturmasına, koltukları tırmalamasına, kapı aralarından apartman sakinlerinin evine gizlice girmesine karşılık hiç ses çıkarmadı. İnanın bu soruların cevabını ben de veremiyorum. Bunca yıl boyunca evde bile hâkim kimliğinden sıyrılamamış olmasından dolayı, bize karşı mesafeli duruşuna zaman zaman içerlediğim, ilgisinin eksikliğinden çokça yakındığım, eleştirilerinin sertliğinden zaman zaman illallah çektiğim Ali Bora Bey’in, ondan habersiz bir kedi sahiplenmem sonrası bu kadar değişebileceğini bilebilsem, çok daha önce sahiplenirdim Kahve’yi.Bu değişimin kahramanı kim mi? Ailemizin en küçük üyesi (kedi yaşına göre ise en büyük üyesi), aile içi huzurumuzun mimarı, gözleri güzel kedimiz Kahve. kafamızdan geçen her düşünceyi okuyup bize o mavi gözleriyle hiç konuşmadan onlarca şey anlatan kedimiz. Özel bir çabaya girmeden yaptığı o şirinlikeriyle en sinirli, en depresif, en yorgun hâlimizin uçup gitmesini sağlayışına defalarca şahit olduğum siyam türünün en yakışıklı kedilerinden biridir kendileri. Çok kısa bir sürede evin iki kilit noktası olan annem ve babama karşı kendisini sevdirmeyi başarmış bu hınzır mı ama hınzır ama bir o kadar mülayim kedi, oturma odamızda kendine ait bir koltuk edinmeyi başardı. * Eğer ki bu yazımda sadece Kahve’den bahsedecek olsaydım, Kahve’nin saatler boyunca evimizin antresinde oturup uzaklara dalışı üzerinde upuzun konuşmak isterdim. Ama başta da bahsettiğim gibi konumuz Ali Bora Bey’in tahmin edilemez değişimi olunca konumuzdan sapmadan yol yakınken geri dönelim istiyorum. Babamın geçirmeye başladığı değişime bir tarih verecek olursak, ondan habersiz Kahve’yi alıp odama gizlice sokuşumdan itibaren diyebiliriz. Her ne kadar ilk gördüğünde verdiği tepki “Maymuna benziyor bu, götür bunu!” olsa da zamanla aralarında oluşan dostuluğu gördükçe başta babamın vermiş olduğu tepkinin sadece klasik bir Ali Bora Bey ön yargısı olduğu kanısına vardım. Kabul, babamın verdiği bu tepki başta beni bir hayli korkutmuştu. Çünkü şunu biliyordum ki, evimizde kedilerden korkan ve kedinin evde kalıp kalmayacağı hakkında karar vermesi düşünülen kişi annem olmasına rağmen Kahve’nin evden gidip gitmesine asıl karar verecek tek kişi babamdı. Hayatının 25 yılını hâkimlik yaparak geçirmiş bir insana karşı tutup da müdahale etmenin ne kadar imkânksız olduğunu düşünsem de kendimi “Eee, babacım öyle götür bunu falan demekle olmuyormuş bak” demekten alıkoyamıyorum. Velhasılıkelam, o karar benim lehime çıktı sayın yargıçtan. Bir sabah okuldan döndüğümde kedi korkusunu yenmiş annemi görmem ile beraber Kahve ile babamın ilk etkileşimine şahit olmamın heyecanıyla aynı günün akşamında hemen atağa geçtim. Onları kendi silahlarıyla, en savunmasız anlarında hazırlıksız yakaladım ve Kahve’nin bizim evde kalması için delicesine savaştım. Ve o gün akşamında Kahve’nin bir soyadı olmuştu artık: Kahve Bora. Şimdi geldiğimiz son nokta ise, “Gonca bu yaz tatile gitmeyelim. Düşünsene, Kahve ne yapacak o kadar gün yalnız?” Eyvahlar olsun. Şimdi diyorsunuz ki, bu kız bize bunları anlattı da neden anlattı ki acaba? Hadi hadi, dediniz, biliyorum. Hemen söyleyeyim o zaman ben de. Tam i ki saat önce Juniçiro Tanizaki ’nin Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın adlı kitabını bitirdim okulumuzun kütüphanesinde. Kitabı bitirir bitirmezyazmak istedim çünkü kitabın büyüsünden çıkıp yazacaklarımı unutmamdan korktum, inanmazsınız. Çünkü, romanın başkahramanı olan Şozo ile babam arasındaki benzerlik, Lili’ye ve Kahve’ ye karşı olan toleranstan çok daha fazlasıydı. Tıpkı Şozo gibi babam da kedisini hayatının merkezine koymasının yanında, kedisinin onu şekillendirdiği ölçüde bir hayat yaşamaya başladı. Kahve’nin arzu edebileceği tarzda bir sahip oldu. Dolayısıyla bizim de arzu edebileceğimiz tarzda bir baba... Ben bu durumu şu şekilde daha özetlenebilir buluyorum: “Kedilerin terbiye ettiği insanların değişimi” *Bizim evde, oturma odası grubunda herkesin kendine ait bir köşesi vardır. Tahmin edebileceğiniz gibi tekli koltukların biri Kahve’ye biri babama ait. İki baş köşe... Kaynakça Tanizaki, Juniçiro. Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın. Jaguar Kitap. Ağustos 2017.
Uğur Özgümüştaş 21100340 Güzel Sanatlar Şiir Sokakta Geçenlerde Robert Montgomery'nin sergisine gittim. Montgomery 1972 doğumlu, İskoç asıllı bir Birleşik Krallık vatandaşı ve Londra'da yaşamakta. Sokaktaki Harfler isimli sergisi aynı zamanda Türkiye'de ilk kez İstanbul 74'te ve ardından Ankara Cer Modern'de sergilendi. Ankara'daki sergi hâlâ devam etmekte. Ben iki galerideki sergiyi de gezme fırsatını yakaladım. İstanbul ve Ankara'daki sergiler aynı eserleri içerseler de mekânlar birbirlerinden çok bağımsız oldukları için etkileri farklıydı ve zorunlu olarak kurulumu mekânlarla da bağdaştırarak inceledim. Montgomery'nin sergisinden önce bir plastik sanatlar öğrencisi olmamdan dolayı atölye hocam Agnieszka Srokosz ile bir projeye başladık. Resim dalında çalışan Srokosz hocam benden bir dönem boyunca yazıyla çalışmamı istedi. Sanat öğrencisi olmaya hazırlandığım dönemde resimde kesinlikle yazı olmayacağını öğrenmiş olsam da bu yeni proje oldukça ilgimi çekti ve araştırmam için verdiği isimler arasında Montgomery ve Holtzer gibi sanatçılar da vardı. Türkiye'den bütünüyle yazıyla çalışan sanatçı örneklerimiz bildiğim kadarıyla yok. Grafik tasarımdan çok ayrı duran yazıyı kendi başına bir sanat eseri olarak kullanmak durumu, plastik sanatlar alanında çalışan sanatçılar arasında yakın bir zamanda daha da yaygın olacağa benziyor çünkü bildiğimiz gibi twitter ve benzeri sosyal medya araçları son yıllarda bir patlama yaptı ve insanların bir şekilde kendilerini eşit bir platformda ifade etme özgürlüklerini elde ettiler. Atölyede yazı çalıştığım dönemde kendi deneyimlerimle söyleyebilirim ki aslında yazıyı yüksek bir mesaj kaygısıyla sergileyebiliyor olmak oldukça cesur bir tavır ve o mesajı uygun bir görsel dille (görsel sanatların da aynı edebiyat gibi okunabilir bir dili var) aktarabilmek biraz zor. Dönem sonlarında projelerimizin alt metin çalışmalarını paylaştığımız bir nevi final sergilerinde hocaların özellikle yazılı çalışmalara çok fazla takılıp beni ter içinde bıraktıklarını hatırlıyorum. Sanatçı bire bir verdiği röportajlarda aslında sadece ışıklı reklam tabelaları görünümünde çalışmadığını, birbirinden çok farklı işler yaptığını, zaman zaman fotoğraf çektiğini, resim yaptığını ve bazen de yontarak heykel yaptığını belirtmiş. Sokaktaki Harfler'de genel olarak bir panelin üzerine döşenmiş ampullerle çeşitli dizeler gösteriliyor. Bazı eserler de sanatçıyı araştırdığımızda pek karşımıza çıkmayan ahşap oyma işleri. Sanatçı aslında reklam panoları görünümündeki eserleriyle ünlü oldu. Hatta öyle ki sokaktaki reklam panolarına (billboard) siyah zemin üzerine beyaz harflerle yazdığı şiirleri var. Sokak sanatı deyince herkesin aklına ilk olarak graffiti gelse de sanatçı yazılarını daha temiz duran yazı tiplerini kullanarak verenklerini de sadeleştirerek sokak sanatına başka bir boyut kazandırmış. Türkiye'deki sergilerde bu tarz işlere yakın olan ama bunlardan da farklı olanları görebiliyoruz. İstanbul 74 Galeri, yapısı itibariyle oldukça yüksek tavanlı ve içerisinde oymalı çerçeveleri, klasik kapı kirişlerini barındıran bir bina. Montgomery'nin eserlerindeki yazı tipleri oldukça karışık. Temiz ve modern durmalarının yanında yazı tiplerini kendi çizen Montgomery, orta çağ sanatçılarından tutun da metal müzik albümlerindeki yazı karakterlerine kadar geniş bir çerçevede çalıştığını söylüyor. Bu yazıları genel olarak bir modern sanat galerisinde görmeyi hayal ediyorsunuz. Duvarları dümdüz beyaz olan sanat galerilerinden bahsediyorum. Klasik olandan iz olmayan bir yapıdan ya da kestirme olarak İngiltere'deki Beyaz Küp'ten... (Bütün çağdaş sanat galerileri hemen hemen aynı yapıyı kullanıyorlar.) İstanbul 74 Galeri tam olarak bu anlattıklarımın tam tersi bir görüntüde. İçeri girdiğimde bu galeride tamamen çağdaş sanat estetiğinin aksine klasik eserler görmem gerektiği hissi canlandı. Belki benim gibi düşünmeyenler de olabilir. Bazen mekânların sanat eserleriyle olan tezat durumu da insanları cezbedebiliyor lakin Ankara Cer Modern Sanatlar Merkezi'ndeki sergi tam anlamıyla istediğim gibiydi. Cer Modern'in mimarisi de çok ilginç. Türkiye ile yaşıt bir tren bakım ve onarım binasını yıllar sonra restore ederek modernleştirdiler ve ortaya çok anlamlı bir yapı çıktı. Zemin ve tavan arasında oldukça büyük bir fark var. Tavanda oldukça sert bir üçgenden oluşan ahşap ve metal karışımı eski çatı dururken, duvarlar dış cephedeki orijinal taş örmeden bağımsız olarak dümdüz ve bembeyazlar ki bu tam da çağdaş sanatın sergilenmesine ihtiyaç duyduğu düz zemin. “Bütün isimler, reklam panolarından ve tiyatrolardan ve iskelelerden ve dergilerden ve anıtlardan silinecek”Mekânların farklılıklarını geçecek olursam sanatçının işlerini kesin olarak sokak sanatı diye adlandıramasam da çağdaş sanatın şiirsel tarafını sokak sanatıyla birleştirmeye çalışmış olduğunu söyleyebilirim. Söylemek istediğim şey panoların göz alıcılığı tam olarak verdikleri mesajlar olmasa da belki de sadece ışıkların sönüp yanmalarıydı çünkü sokak sanatçılarının genel anlamda nezih bir ortamda sergilenme gibi bir kaygıları yoktur. Sanatçı her ne kadar röportajlarında ünlü sokak sanatçısı Banksy’den onu ne kadar sevdiği hakkında bahsetse ve onunla aynı tarafta olduğunu belirtse de bir izleyici olarak Montgomery’nin işlerinin Banksy’ninkilerle uzaktan bile ilgileri olmadığını söyleyebilirim. “Ne zaman güneşin bir binanın penceresinden yansıdığını görürseniz, o bir melektir.” Sanatçı şiirlerin gücünün son dönemdeki sosyal medya kullanım artışının ve insanların aslında şiiri ne kadar sevmelerinden kaynaklı olduğundan da bahsediyor ve esin kaynağının büyük bir kısmının da İstanbul’dan aldığını söylüyor. Gezi hareketinden de beslenen sanatçı, ilerleyen zamanda kurulmak üzere şehre dev bir pano tasarladığını belirtmiş. Ben kişisel olarak görsel sanatın dilin kısıtlayıcı özelliğine sıkışmaması gerektiğini düşünüyorum. Edebiyat kitaplarda güzel ve farklı dillerde yazılan şeyler uzman çevirmenlerce hazırlanmalı. Sanatçı her ne kadar şiirlerini parlatıp göz alıcı bir şekilde sokağa taşıdığını söylese de, bence bir şekilde reklam panosu özellikleriyle sergilenmeye devam ediyorlar ve bu sanki bir şekilde sadece sanatçının bir reklamı. Her şeye rağmen sergi görülmeye değer. Yazılar ve ışıklar seyircinin içini açıyor.
Ezgi ÇETİN İRADEYE SAHİP ÇIKMAK BU KADAR ZOR MU? Bir gün bir seçim yapmanız gerekse, bir milyon dolar karşılığında tanıdığınız veya tanımadığınız herhangi birinin ölümüne sebep olur muydunuz yoksa paraya elinizi bile sürmez miydiniz? “Kutu” filminde bilinmeyen bir kişi tarafından kapılarının önüne bırakılan bir alet, bu zor soruyu bir aileye sorup onlara cevap vermek için sadece 24 saat tanıyor. “Kutu” diye tabir ettikleri bu aletin üzerindeki tuşa bastıklarında parayı almak için bu anlaşmayı kabul etmiş sayılıyorlar. Aleti teslim aldıktan sonra vicdanları ve çıkarları arasında bir seçim yapmak için süreleri başlıyor. 24 saat sonunda ise kutunun bir başka aileye gideceği söyleniyor. Maddi olarak ayın sonunu zor getiren orta halli bir aile için bir karar vermek oldukça zor oluyor. Ancak düğmeye basmaya karar veriyorlar. Peki siz olsaydınız ne yapardınız? Vicdanınızın sesini bu kadar bastırabilir miydiniz? Ben asla yapamazdım çünkü maddiyetin geçici maneviyatın ise kalıcı olduğu düşüncesindeyim. O parayı alıp hayatımı daha lüks bir hale sokarken, daima ruhumu acıtacak bir suçluluk duygusunun yanında paranın hiçbir değeri olmayacağına inanıyorum. Nitekim filmdeki aile de sonradan böyle düşünüyor, kutuya basmış olmalarına rağmen parayı almaktan vazgeçiyorlar. Ancak parayı teslim eden görevli iradelerine çoktan yenildiklerini, artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylüyor. İnsanlar genelde yaşarken hep yarınları olduğundan emin gibi yaşar ancak bir dakika sonrasının bile garantisi yokken bir canlının hayatına mal olacak kadar aç gözlülüğün sebebi nedir? Bunun en önemli nedeni; hırslı varlıklar olmamız yani bir şeyleri elde ettikten sonra bunun için mutlu olmaya değil de hep daha çoğunu istemeye meyilli olmamız diye düşünüyorum. Özellikle mevzu para veya kariyer olduğunda insanlar sevdikleri insanları bile korkusuzca yok sayabiliyor. Günlük hayattan örnek verecek olursak; engelli doğacak çocuğunu doğmadan aldıran ebeveynler git gide artıyor. Maddi ve manevi yönden yıpranmamak için bu kararı veren anne babanın, henüz doğmamış bir bebeğin yaşamına son vermesi ahlaki açıdan ne kadar doğru? Filme dönecek olursak, film daha sonralarda daha fantastik bir film haline geliyor. Aile pişmanlık hissetse de iş işten çoktan geçmiştir ve onlar yüzünden bir insan can vermiştir. Düğmeye bastıkları için birçok belanın içine düşen aileye bir ceza veriliyor. Oğullarının görme ve duyma yetisi elinden alınıyor. Ona bu yetileri yeniden kazandırmak için ise tek yapmaları gereken çocuğun babasının, çocuğun annesini öldürmesi. Bir anne için çocuğu her şeyden önemliolduğundan hemen kabul ediyor, eşini de ikna ediyor. Bu sırada kutuyu yeni teslim alan aileyi gösteriyorlar. O aile düğmeye bastığı anda, eski ailede adam, karısını vuruyor. O an aslında bunun bir kısır döngü olduğu, kutuya basan her ailenin başına bunların geleceği ve sonlarının bu olacağı anlaşılıyor. Aslında herkes kendi sonunu kendisi getiriyor. Filmde insanın doyumsuzluğunun ve bencilliğin, kendine ve çevresine nasıl zarar verdiği seyirciye ustalıkla hissettiriliyor. Filmin insanı en çok şaşırtan sahnesi bana göre bu kısır döngünün anlatıldığı sahneydi. Onun dışında, filmin başından anlıyorsunuz zaten bu ailenin kutuya basacağını. İnsanların bencilliğine, iradesizliğine o kadar alışmışız ki… Ama ben bencilliğin insana yalnızlıktan başka bir şey getirmediğine inanıyorum. Dışardan bakıldığında sadece kendini önemseyen, diğer insanların duygularını, hislerini ve hatta canlarını dikkate almayan biri nasıl mutlu olur? O kadar kalp kırmanın, kendi çıkarları için tüm kötülükleri mubah görmenin eninde sonunda getireceği şey huzursuzluktur. Filmde de kutuya bastıktan yaşanan suçluluk duygusu da bu huzursuzluğun bir kanıtı. Filmde ailenin karşısına çıkan bu “kutu” aslında onların iradesini ölçmek için sadece bir araçtı. Belki kutunun sorusu kadar zor olmasa da bizim hayatımızda da karşımıza zor sorular çıkıyor ve insanlık devam ettiği sürece her zaman da çıkacak. İnsanın iradesine hükmetmesi bazen çok zor olsa da bir karar alırken, onu ahlaki ve sosyal açıdan defalarca düşünmek bize doğru karar almada yardımcı olacaktır. Tıpkı filmdeki aileye olduğu gibi sonradan pişman olmak, bize hiçbir şey katmadığı gibi büyük hasarlar verebilir. Filmde, insanın iradesini kontrol etmediğinde, dönüp dolaşıp en büyük zararı kendisinin ve yakınlarının aldığı mesajı, seyirciye verilen bir ders niteliğinde.
Mustafa Selçuk Öztürk Ölüm Kalım Meselesi Hepimizin çaresiz hissettiği, korktuğu zamanlar olmuştur. Benim gibi genç yaşta olanlar bu çaresizliği çoğu zaman okul yüzünden hissederler. Başarılı olamayacakları korkusu onların peşini asla bırakmaz. Yaşları ilerledikçe bu dert önce para sıkıntısına sonra da ölüm korkusuna dönüşür. Bu yazımda para yüzünden hissettiğimiz çaresizlik hakkında konuşacağım, ama senin benim gibi istediğimiz arabayı alamadığımız zaman hissettiğimiz çaresizlik değil, Orwell’in Boris’le kitapta yaşadığı türden bir çaresizlik hakkında. Bir sonraki hafta aç kalıp kalmayacağındaki belirsizlik. Sonraki haftayı geçtim, sonraki günde bile ne olacağı belli olmayan bir belirsizlik. Onlar o kadar uğraşmalarına rağmen günlerce aç dolaştılar, her türlü iş başvuruları reddedildi, komünistlerden yardım isteyecek kadar da düştüler ama bir şekilde hayatta kaldılar. Onlar için bu hayatta kalma meselesiydi. Ben de bu mesele hakkında yazacağım, çoğumuzla uzaktan yakından alakası olmayan bir mesele. Paris ve Londra'da Beş Parasız’da bol bol bahsi geçen bir mesele. Ölüm kalım meselesi. Planlarımızı yaparken hep uzun vadeli düşünürüz, çoğumuzun ailesi biz daha yeni doğmuşken geleceğimizi planlar, “Doktor olacak bu!”. Hayatımızı buna göre yaşarız, ertesi günü düşünmemize gerek yoktur. Evin annesi dışında kimse yarını düşünmez, anne de hangi yemeği yapacağını düşünür. Kimse ertesi hafta evden atılıp atılmayacağını düşünmez çünkü evin ona düzenli bir gelir sağlayan bir babası vardır. İşte asıl zorluğu düzenli bir geliri olmayanlar hisseder. Bu insanlar kaldıkları yerin kirasını nasıl ödeyeceklerini düşünmek istemez, çünkü bilirler ki Orwell gibi bu dertlerini düşünmek onların sadece başını ağrıtacaktır. Durum bundan daha kötü bile olabilir, ertesi günü geçtim ertesi öğün bile büyük bir dert olabilir bazıları için. Bazen kitaptaki gibi günlerce aç kalmanız gerekebilir, aç kalmadığınız günlerde de kuru ekmek yemek. Sonra elinize geçen ilk düzgün yiyeceğe saldırırsınız, şaşılacak bir durum da değil bu. Bu sıkıntılar gerçek hayatta var olan ancak bizim hiç düşünmezdiğimiz şeyler. Bunları düşünmeyiz çoğu zaman, çünkü böyle bir şeyinMustafa Selçuk Öztürk başımıza asla gelmeyeceğini düşünürüz. Belki de haklıyızdır, haklı olup olmadığımızı gösterecek tek şey ise zaman. Zamanı hızlandırmanın bir yolu yok ancak bu duyguları hissetmenin bir yolu var. Paris ve Londra'da Beş Parasız’ın en güzel yanı ise bu, siz o sıcacık evinizde, sıcacık yatağınızda uzanırken okuduğunuz o kitap size sizin hayatınızın tam zıttını gösteriyor, göstermek ne kelime, yaşattırıyor. Kendinizi Orwell’in durumuna koymadan edemiyorsunuz, kitabın gerçek olmasının kattığı bu anlam okuyan herkesi farklı bir şekilde etkiliyor. Kitabı okurken normalde asla düşünmeyeceğimiz bu durumlarda buluyoruz kendimizi, asla başıma gelmez dediğimiz bu durumlarda. Ben de doğal olarak bu düşüncelere kapıldım, içimi önce büyük bir korku, belirsizlik kapladı, ya benim de başıma gelirse! Bunun olmayacağına karar verdikten sonra dışarda bu zorlukları, belirsizlikleri her gün yaşayan insanları hatırlayıp hüzünlendim. Onları da unutmamak, onlara elimizden geldiğince yardım etmek lazım. Kitap ne kadar hayatın gerçeklerinden bahsetse de arada geçen ufak olaylar yüz güldürmüyor değil açıkçası. Farklı bir perspektiften hayatın farklı köşeleri anlatılmış. Okumam sırasında bu durumun ne kadar ironik olduğunu düşündüm. Kendi rahat evimden başkalarının eski kötü anılarını okumak, hem de bundan keyif almak. Gerçekten dünyanın çivisi çıkmış. Bu belirsizliği yaşayan insanlar için kötü hissetmemiz lazım, ama hissetmiyoruz. Bu da farklı bir konu, benim kesinlikle değinmeyeceğim bir konu. Beni en çok şaşırtan Orwell’in böylesine rahatsız edici bir konuyu böylesine güzel bir dille anlatması. Kitabın her cümlesi ayrı etkiliyor insanı, her cümle insanın kafasında başka bir sahne canlandırıyor. Ama kitabın en güzel anlattığı şey, en güzel hissettirdiği şey açlık ve parasızlık duygusu. Asla parasız ve aç olmamak dileğiyle.
Dilara Keleşoğlu 21100750 Elif Şafak Aşk SERBEST 4 HÂLÂ AŞK VAR MI? Elif Şafak, şüphesiz ki günümüzün en popüler yazarlarından biri. Televizyon ve bilumum medya organlarında röportajları büyük ilgi görüyor, yazdığı her kitap haftalarca en çok satılanlardan düşmüyor. Bence Şafak’ın bu başarısının en belirgin nedeni okuyucunun ruhuna dokunabiliyor olması. Kitaplarını okurken sanki kitabı geniş kitlelere değil de sadece bana yazıyormuş hissini yaşarken yalnız olmadığımı düşünüyorum. Bu durum özellikle Aşk için geçerli. Onu Aşk ile tanıdım ve okumaya başladım diyebiliriz ki bu, benim adıma Şafak’ın kitaplarının büyüsünü keşfetmek için iyi bir başlangıç da oldu. Bu kitabı okumayan ya da hakkında fikri olmayan yoktur diye düşünmekteyim eğer bir önyargısı yoksa. Önyargıların kırılması için de yazar ve yayın evi de ellerinden geleni yaptılar zaten. Duyduğum kadarıyla, kitabın pembe olması erkek okuyucu kitlesinin rahatsız olmasına sebep olmuş. Bu yüzden yayın evi kitabın birkaç baskısını siyah olarak çıkarttı. Tüm bunlar aslında kitabın popülerliğinin en büyük kanıtı. Övgü cümlelerimin hangisine nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kitabın ve konusunun ilgimi fazlasıyla çekmesi üzerine aynı konuda yazılmış başka yazarların kitaplarını da okudum. Fakat hiçbiri bende bu kadar yoğun etki bırakmadı. Kitabın reklamını yapmak için bana bir ödenmedi ya da bu durumdan herhangi bir çıkarım olamaz. Elif Şafak, aşkın her boyutunu ve türünü işlemiş ki bu da onun diğerlerinden farklı kılan nokta zaten. Kitaptan etkilenmem aşkı kavramsal olarak göremememin en büyük nedeni olabilir. Sonuçta kitabın çözümlemesinin de öznel düşüncelerden can bulması gerektiği inancındayım. Allah’a olan aşkın beşeri aşk ile birleştirilip vücut bulması her yazarın ustalıkla yapabileceği bir iş değil sanırım. Kitap ayrı ayrı hikâyelerden ve oluşmuş ve bu hikâyeler geçmiş ve günümüzdeki insan örnekleri arasında gidip gelerek anlatılmış. Her hikâye aslında 40 farklı kural için anlatılıyor. Kitabın etkileyiciliği aslında bu kurallardan geliyor. Şafak kuralları öyle gerçekçi anlatmış ki, gerçekliklerine kendimi fazlasıyla inandırmıştım. Kitabı bitirdikten sora röportajında hepsini kendisinin kitap için yazdığını öğrenince yazara olan hayranlığım bir kat daha arttı. Hikâyeler ve kuralların bütünlüğü, verilmek istenen o mesaj ancak bu kadar uyum ile anlatılabilir.Biraz da karakterlerden bahsedelim. Hepsi birbirinden apayrı insanlar olmalarına rağmen Şafak, karakterlerin birbirleriyle bağlantısını kusursuzca sağlayabilmiş. Geçmişten gelen ana karakterler Mevlana ve Şems olup, günümüzden karakterler Amerikalı bir ev kadını Ella ve Zahara adlı yazar. Konu bu dört insan ve onların çevresi üzerinden aktarılmaya çalışılmış ve karakterler yalnızca bir hikâye de bahsedilip bırakılmamış. Örneğin 5. Bölümde Mevlana ve ailesi arasındaki ilişkiden bahsedilirken, 6. Bölümde Ella ve ailesinin ilişkisinden bahsedilmiş. İlerleyen bölümlerde de bu iki aile arasındaki bağdan dem vurulup hikâyeler birleştirilmiş. İki alakasız farklı zamandan gelen ailenin birbirleriyle böylesine etkileyici bağdaştırılması, zaten kitabın kurgusunun mükemmelliğinin bir göstergesi. Kitap hem beşeri aşk hem de dini aşk ile ilgilenen insanlara hitap ediyor. Şafak bu iki aşk arasındaki uyum ve dengeyi gayet eşit bir biçimde sağlayabilmiş. Aşk teriminin yanı sıra 40 kural ile insanoğlunun sık sık kendi içinde düştüğü karanlıklara ışık tutmak için yazılmış gibi. “İyi ya da kötü sen ne yaşarsan yaşa aslında her şey yine senin için, senin iyiliğin için” dercesine manevi duygularla telkin ediyor Şafak okuyucusunu. Dini duyguları beşeri aşk ile besleyip hayatın alt üst olduğunda dahi olumlu bir yönü olabileceğine inandırıyor yaşanılanların. Kitap doğru zamanda okunulduğunda bir nevi ilaç gibi geliyor aslında insana. Sıkmadan, bunaltmadan başka açılardan yalnızca bakmaya değil görmeye de yöneltiyor. Şafak Aşk ile beni uzun süre etkisinde ve hâlâ üzerimde etkilerini sürdürmeye de devam ediyor.
YALNIZLIK, ANNA VE BEN Bazen bir şeyler inatçı bir leke gibi üzerinize yapışıp kalır, bir türlü kurtulamazsınız. Zamanla, siz istemeseniz de bir parçanız haline gelir. Zihninizde canlandı değil mi? Ha işte, benim de tam öyle bir şeyim var. Nasıl ve nereden geldiğinden pek emin olamadığım ama benliğim tam ortasına yapışıp kalmış bir şey: Yalnızlık. Yok, öyle kalabalıklar içindeki yalnızlık gibi kulağa afili gelen ama aşırı bayat bir yalnızlık değil benimkisi. Bir sıfatı yok başında. Yapyalın, dümdüz bir yalnızlık. Ama illa başına bir sıfat getirmemde ısrar edilirse; yer yer hıçkırıklarla karışık, sağanak gözyaşlarıyla dolu, hissedilen acının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği bir yalnızlık diyebilirim. Fakat çokça yersiz, biraz da üzücü olur bu. Annem okusa yazımı mesela, fikrimce baya üzülür yalnızlığıma atadığım bu sıfatlara. Kimseyi üzmek istemem, özellikle de annemi, o yüzden tüm bu sıfatları atıp çırılçıplak bırakıyorum yalnızlığı. Yalnızlığımı. Yalnızlığın şirret ve sevimsiz iki dostu var: Sonlar ve vedalar. İnanın, ikisini de hiç sevmem. Çünkü öyle zannediyorum ki bunlar musallat etti yalnızlığı benim başıma. Bu sevimsiz ikili, tıpkı düşük bütçeli bir dizi senaryosunda tekrar eden olay örgüsü gibi, hayat tarafından evirilip çevrilip sürekli karşımıza çıkarılır. Bir nevi kaçınılmazlardır. Ne kadar adımlarımızı yavaşlatsak, patikalara ve çıkmaz sokaklarla saparak yolumuzu uzatmaya çalışsak da her yol bir şekilde sonların ve vedaların yaşadığı evin önüne çıkar. Her dostluk, her aşk bir gün biter. Ardında muhakkak yalnızlığı bırakır, tekrar tekrar ve hiç sıkılmadan. Geçen akşam, simsiyah saçlarına yaldızlı tülünü örtmüş gecenin altında, Anna Karenina oyununu izlerken, birdenbire bu satırları karalamak için derin bir arzu hissettim. Bu arzuyu kamçılayan tuhaf bir olay oldu. Sahnede, sanki bir figüranmışçasına göze batmamak için dekorların ardına gizlenmeye çalışan bir başrol oyuncusu vardı. Ne kadar gizlense de benden kaçamazdı. Görürgörmez tanıdım. Bingo! Yalnızlık. Yeni tanıştığım bir kadına, Anna’ya, aitti. Benimkinden çok farklıydı. Anna’nın, evliyken ve biricik evladı dizinin dibindeyken bile peşini bırakmayan; Vronski’yle mutluyken dahi yakasından düşmeyen bir yalnızlıktı bu. O beni fark etmedi, ama ben ettim. Yeni tanıştığım kadın, Anna Karenina, gözlerimin önünde âşık oldu. Anna ve Vronski karşılaşır karşılaşmaz bir kıvılcım çaktı. Aşkları güçlü bir ateşe dönüştü ve alevleri sahneden taşıp etrafı sardı. Öyle bir ateşti ki bu; parlaklığı, sonsuz uykusuna yatmışları bile uykusundan uyandırdı. Gecenin karanlığında herkesin ve her şeyin gözünü aldı. Fakat diyorum ya, her şeyin bir sonu var ve vedalar kaçınılmaz. Vronski’nin hisleri yerini sessiz bir vedaya bırakırken, delicesine yanan ateş kontrolden çıktı. Önceleri, Anna’nın eteğini tatlı tatlı okşarken birdenbire tutuşturuverdi. Anna’yı saniyeler içinde küle çevirdi ve söndü. Bir rüzgâr, Anna’nın küllerini sahneden alıp seyircilerin arasında oturan, yalnızlığımın yol açtığı hüznüme üfledi. Aslında iki hayat birbirinden ne kadar farklı olabilirse işte o kadar farklıydı Anna ile benim hayatım. Tecrübelerimiz, hayallerimiz, keşkelerimiz… Hiçbiri benzemiyordu birbirine. Fakat galiba insanın yüreğini buruşturup nefesini kesen her acı kaynağı aynı olmasa da bir benzerlik taşıyordu. Hem hayatlarımız aynı olmasa da, çok bariz bir ortak noktamız vardı; yalnızlık ikimizin de kadim dostuydu. O yüzden benimsedim bu külleri, hüznümle yoğurdum. Anna’nın acısını kendi acım yaptım. Anna’yı yalnızlığından ölüm kurtardı. Peki, beni kim kurtaracak? Ölüm? Yanlış cevap. Doğrusu şu ki; ben yalnızlığımdan kurtulamayacağım. Yanlış anlaşılmasın; istesem kurtulurum. Fakat eskisi kadar şikâyetçi değilim yalnızlığımdan, alıştım ona. Hem bunca yıllık hukukumuz var. Öyle bir kalemde silinip atılır mı? Ben böyle mi yetiştim? Annem duysa çok ayıplar. Kimse beni ayıplasın istemem, özellikle de annem, o yüzden dillendirmeyelim bunları, rahat bırakalım yalnızlığı. Yalnızlığımı. EDA NUR SEVİNDİOĞLU Anna Karenina. Lev Tolstoy. Yön. İpek Atagün Gezener. Oy. Helen Edmundson. Ankara Devlet Tiyatroları İrfan Şahinbaş Sahnesi. Ankara. 2021. Gösteri. Vereysky, Orest. The Complete Works of Leo Tolstoy, Anna Karenina. 1984. İllüstrasyon. Moskova.
TAŞRADAN KAÇIŞ YOK Elias Canetti’nin İnsanın Taşrası isimli kitabı yazarın 1942-1972 yılları arasında tuttuğu birçok nottan oluşuyor. Kitabın formatı daha çok deneme türüyle benzerlik gösteriyor. Yazarın bize sunduğu notların çoğu arasında doğrudan bir bağlantı yok, yani çok farklı konulardan bahsedilmiş. Örneğin, müzik, ölüm, insanın iç dünyası, özgürlük, inançlar ve toplumlar bu konuların sadece bir kısmını oluşturuyor. Benim bakış açıma göre kitabın ana teması ise insanın çok yönlülüğü. Canetti kitabında insanın fikirsel gelişiminin ve çok yönlülüğünün sadece dış etkenlere ve geçmişteki tecrübelerine bağlı olmadığından, bunların kişinin kendinden kaynaklı ortaya çıkabileceğinden bahsetmiş. Yazarın insanın taşrası derken kastettiği şey de insanı dışardan etkileyen faktörler. Yazar, belirli bir amaçla yazılmamış ve bahsedilen dış faktörlerden uzak oluşturulan eserlerin etkileyici ve özgün olacağını ve kişiye mutluluk getireceğini öne sürüyor. Canetti’nin aksine ben insanın dışardan etkilenmemesi ve doğal olması düşüncesini çok da akla yatkın bulmuyorum. Benim düşünceme göre insanın dış etkenlerden kaçınmasının herhangi bir çıkar yolu yok, çünkü, bu insan tabiatının vazgeçilmez bir parçası. İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını diğer insanlarla birlikte bir toplum ve bir düzen oluşturarak geçirmeye muhtaçtır. İnsanın kendisini dış dünyadan soyutladığı ve dış dünyayı yani taşrayı gözlemlediği bir durum düşünelim. Nihayetinde insan doğası gereği mutsuz olacaktır. Mutsuz olduğu için diğer insanlara negatif enerji yayacaktır. Yaydığı negatif enerjinin sonucu olarak er ya da geç yalnız kalacaktır. Bunu bir döngü olarak düşünürsek kişi yalnız olduğu için mutsuz, mutsuz olduğu için yalnız olacaktır. Bu durumdaki bir insanın kendi başına yaptığı bir eylemle, bir eser oluşturmakla mutlu olması da mümkün değildir. Ayrıca insana mutluluk veren en önemli his beğenilme ve övülme hissidir ve bu hissin dış dünyayla temas kurmadan elde edilmesi mümkün değildir. Bir başka tartışmalı konu ise böyle bir kişinin oluşturacağı eserin niteliğidir. Kişinin kendini dış dünyadan ve geçmişinden soyutlayarak etkileyici eserler oluşturacağı, kendi duvarlarını kırıp beklenmedik işler ortaya koyacağı düşüncesi de yanlıştır. Çünkü insan öğrenen bir varlıktır. Yürümeyi, konuşmayı, okumayı, yazmayı sonradan öğreniriz. Mesela, bir yavru ceylan gibi doğduğumuz ilk anlarda yürümeye başlamayız. Hatta ve hatta bilimin ve sanatın gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri de öğrenmedir. En çok beğenilen ve özgün olarak kabul edilen yazarlara bakarsak kendi öncüllerinden çok fazla şey öğrendiklerini görürüz. Örneğin dünyaca saygı duyulan yazar Shakespeare, çoğu eserinde diğer yazarlardan ve düşünürlerden ilham almıştır. Hatta ve hatta doğrudan alıntı yaptığı yerler de mevcuttur. Şunu söyleyebiliriz ki tüm öğrendiklerini ve tüm tecrübelerini bir kenara atmak ne kadar imkânsızsa, böyle bir durumda nitelikli eserler kurmak da o kadar imkânsızdır. Sonuç olarak kişinin yapması gereken şey, insanlarla iletişim kurmak, dış dünyayı gözlemlemek ve diğer insanların düşüncelerini, gözlemlerini ve kendi tecrübelerini harmanlayarak eserini oluşturmaktır. Bunu söylerken kesinlikle insanın papağan gibi önceden ortaya atılan düşünceleri tekrar etmesi gerektiğini kastetmiyorum. Tabii ki kişi kendi yorumlama biçimini önceden öğrendiği şeylere uygulamalıdır. Yoksa özgünlük elde edilemez. Bu sayede kişi, insanlığın başlangıcından bu yana süregelen ortak zenginlikten faydalanmış olur. Bunun yanında, kişinin kendi düşüncesi de bu mirasa eklenmiş olur ve ondan sonra gelenler farklı bir bakış açısından bakma fırsatı kazanır. İnsanlar ortak mirasa katkısından dolayı eseri oluşturan kişiye övgülerini ve beğenilerini sunar ve bu sayede kişi kabul edilme hissini yaşayarak mutlu olur. Bu mutluluk beraberinde motivasyonugetirir ve kişinin üretkenliğini arttırır. Eserlerde niteliğin yakalanmasının ve bu eserden mutluluk duyulmasının yolu budur. Kaynakça Canetti, Elias. İnsanın Taşrası?. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016 Mehmet Enes Keleş
Ceyhun Emre Öztürk SAVAŞLAR VE MİLLETLERARASI ETKİLEŞİM İnsanlık tarihinde yerleşik hayat tarımla birlikte başlamıştır. Tarlalarını yakından takip etmek isteyen insanlar köyler kurmuştur. İlk güvenlik önlemleri, yani evlere girişin sadece çatıdan mümkün olması ve setler vahşi hayvanlara karşı düşünülmüştür. Yeni yeni sosyalleşen insanlar için şehir devletlere dönüşen köyler vatan olmuştur. O zamanın insanları için yerleşim yerlerinden olmayan insanları vahşi hayvanlarmış gibi görüyorlardı. Topluluklar arası etkileşim azdı ama şehirler ortaya çıkınca rekabeti arttırıp etkileşimi ticaretten daha fazla sağlayan bir etmen oluştu: Savaşlar. Yönetmenliğini bir Avustralyalı olan Russell Crowe’un yaptığı, Çanakkale’ye savaşmaya giden üç oğlunu aramaya çıkan Avustralyalı bir babanın hikâyesinin anlatıldığı Son Umut adlı filmi izledikten sonra insanlığın büyük bir sorunu olan savaşın bazen sonrası adına güzel etkileşimlere sebep olduğunu fark ettim. Günümüzde aynı gün içerisinde dünyanın bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek hatta dünyanın diğer ucundaki birisiyle canlı iletişim kurmak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde ise sefere çıkan padişahların fetih bölgesine ulaşmasının aylar aldığını biliyoruz. Çağımızdan önceki zamanlar için ulaşım imkânları çok daha kısıtlıydı ve binlerce insanın bir araya geldiği tek olay bir savaş olabilirdi. Avrupa medeniyetinin skolastik düşünceyi yenmesinde en büyük etken Avrupalı devletlerin ortaklaşa düzenlediği Haçlı Seferleri’ydi. Katolik Avrupa orduları, ilk şaşkınlıklarını Bizans İmparatorluğu’ndan geçerken yaşadılar. Halkı Ortodoks olan Bizans’taki özgür düşünce ortamı onları etkiledi. tarihin.com adresli siteye göre Avrupalılar, Çinlilerden pusula, barut ve kâğıt yapımı hakkında bilgilere kavuşan Müslüman toplumlarla savaşırken onların bilimsel birikimlerini fark ettiler ve Doğu’nun icatlarını ülkelerinde kullanmaya başladılar. Bu icatlar da Amerika’nın keşfinde, feodalitenin yıkılmasında ve Avrupa’daki skolastik düşüncenin kaybetmesinde etkili oldu. Yine de Haçlı Seferleri her savaşta olduğu gibi büyük yıkıma yol açtı ve Moğollar tarafından da toprakları istila edilip kütüphaneleri yakılan Müslümanlar bilimde geride kalmaya başladı. Savaş her zaman çatışan taraflar arasında etkileşim yaratmıyor. turkcebilgi isimli web sitesine göre Türklerin kitlesel olarak Müslümanlığa geçişi de Talas Savaşı sırasında Araplarla birlikte Çinlilere karşı savaştıkları sırada olmuştur. Savaşlar bizleri sadece bilimsel birikim olarak etkilememiştir. Savaşlar, aynı zamanda milletlerarası kültürel etkileşimlere kaynak olmuştur. Anzaklar, Avustralya ve Yeni Zelanda halklarından İngiltere saflarına 1. Dünya Savaşı sırasında paralı asker olarak katılmış askerlerdi. Osmanlı Devleti’nden binlerce kilometre uzakta yaşayan bu insanlar Osmanlı Devleti hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. İngilizlerin anlattığı her şeye inanıyorlardı. Gelibolu adlı bir belgesele göre İngilizler, Osmanlı askerlerinin gaddar olduğunu, hatta içlerinde yamyamların bulunduğunu söylüyordu. Çanakkale Cephesi’nde Osmanlılarla karşılaşan Anzaklar, İngilizlerin yanıldığını anladılar. Aynı belgeselin iddiasına göre siperler arası mesafenin birkaç metreye düştüğü günlerde karşılıklı kukla gösterileri yapılmıştı hatta düşman siperlerine konserve atıldığı bile olmuştu. Paralı askerlerin hep kalpsiz olduğu düşünülse de burada buzlar erimişti. Son Umut adlı filmin senaryosuna göre bu cephede savaşan üç kardeş yıllar sonra hâlâ Avustralya’ya dönmez. Bunun üzerine çocukların babası çocuklarının cesetlerini aramaya gider. İki oğlunun cesedini bulan baba, şans eseri diğer oğlunu da Anadolu’da bulur. Kardeşlerini kollayamadığını düşünen oğlu, semazen olmuşturve huzuru burada aramaktadır. O zamanlar Mevlana’nın akımının dünyada az tanındığını düşünürsek savaşın nasıl bir kültürel etkileşim yarattığını da anlayabiliriz. Savaş, iletişim ve ulaşımın kısıtlı olduğu zamanlarda milletlerarası etkileşimleri sağlamada hatta yeni çağlara geçişte etmen olmuştur. Peki, bu savaşı masum yapar mı? Metrekareye yüzlerce mermi yağan Çanakkale Savaşı bir ailenin tüm evlatlarını yitirmesine değer mi Mevlana’yı tanımak adına? Toplu katliamları “şeref” ve “şehitlik” adı altında saklarsak Mevlana’dan alınacak öğütlerin ne anlamı kalır ki? İçimizdeki çağda savaşların yarattığı doğrudan etkileşim azdır fakat ülkeler arası çekişmeler hâlâ bizi etkilemektedir. Elimizdeki pek çok iletişim olanağı bile savunma teknolojilerinin sonucudur. İnternet de Amerikan ordusunun güvenli bir iletişim ağı kurma çabası sonucunda ortaya çıkmıştır. Şu anda ise internet günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. İnternet toplumu, doğuşunu savaşlara borçlu olsa da milletlerarası eşitsizlikleri ve iletişim sorunlarını çözmek için önemli. İnanıyorum ki içinde olduğumuz iletişim çağı devletleri insanlık değerlerine tutarlı olan eylemlere teşvik edecektir. Kaynakça “Talas Muharebesi”. Turkcebilgi y.y. t.y. Web. 15 Aralık 2016. “Haçlı Seferleri”. Tarihin.com y.y. 8 Aralık 2013. Web. 15 Aralık 2016. Örnek, Tolga. Gelibolu. 18 Mart 2005. Özen Film. Film.
Görkem Türer KOŞMAK Romanlarını beğenerek okuduğum Japon yazar Haruki Murakami'nin Koşmasaydım Yazamazdım denemesi, yazarın özel hayatından ve deneyimlerinden geniş bir kesit paylaştığı “samimi” bir kitap. Beğendiğim bir yazarı edebiyat dünyası dışında bana tanıma fırsatı sunan bu kitabın, birçok Murakami takipçisi için de armağan niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Kitap yazarın okuduğum diğer popüler romanlarından farklı olarak konusu ve anlatımı dolayısıyla büyük okuyucu kitlelerine hitap edemeyebilir. Ancak; sıkı takipçileri için, sadece yazı yazan “soyut” Murakami'nin yerini tüm içtenliğiyle hayat felsefesini okuyucularıyla paylaşan “samimi” yazar Murakami alıyor. Yazar, koşmak ve yazmak eylemlerinin kendisi için ne anlama geldiğini ve hayatındaki önemini sohbet havasında içtenlikle paylaşıyor. Murakami, ilk kez profesyonel olarak yazı yazmaya başladığı sıralarda düzenli olarak koşma antrenmanlarına başladığından bahsediyor. Sadece koştuğu müddetçe yazı yazabiliyor olmak akla yatkın bir açıklama olabilir mi? Benim cevabım: “Evet, neden olmasın!” olurdu. Kitabı okumaya ilk başladığım zaman bunun tuhaf bir rastlantı olduğunu düşündüm. Ancak; kitapta yazarın hayatında gerçekleşen gelişmeleri okudukça yazmak ve koşmak arasındaki bağlantının sıradan bir rastlantıdan ibaret olmadığını; aksine bu iki eylemin birbirini besleyen ve geliştiren kavramlar olduğunu fark ettim. Öyle ki; maraton koşmak, öncesinde iyi planlanmış birçok düzenleme gerektiren, uzun zamana dayalı bir egzersiz. Bu uzun zaman süresince, motivasyon ve kondisyon yeteneklerini kendisini sürekli geliştiren bir ritimde yarışa hazırlamak en önemli ayrıntılardan biri. Benzer şekilde, yazarlık da uzun bir hazırlık dönemi ve her bir sonraki yazı denemesinde edebiyat yeteneğini geliştirmeyi gerektirir; çünkü aksi hâlde okuyucu bulabilme zorluğu çekilir. Öyle görünüyor ki, koşmak ve yazmak bir çok ortak gereksinime sahip iki eylem. Aynı şekilde doğaları gereği koşmak ve yazmak birbirini destekleyen ortak ideallere de sahip. Mesela, maraton yarışlarına hazırlanırken vücut dengenizi koruma, yazmakta olduğunuz hikâyeleri dikkatinizi dağıtan hiçbir şey olmadan düşünüp geliştirebilme imkânınız olur. Profesyonel bir yazar olarak yazarken edinilen sabır, disiplin gibi karakter özellikleri de maraton koşarken sizi “finish” noktasına taşır. Dolayısıyla; meslek olarak yazarlık yapan, her gün düzenli olarak koşma alışkanlığına sahip olan birisi için maraton yarışlarına katılmak, gayet tabii, mesleğindeki başarısının püf noktası olabilir. “Koşuyorum, öyleyse varım!” (Murakami, 112) Koşmak, yüzmek, resim yapmak gibi alışkanlıklar edinmek kişiyi değiştirir; ona nesneleri, olayları, kısacası hayatı daha farklı bir açıdan görme imkânı verir. Sporla ve sanatla daha uzun süre ilgilendikçe muhtemelen meslek hayatında da alışkanlıkların değişmeye başladığı gözlenir. Böylece, kişiliğimiz biraz daha şekillenmiş, karakterimiz biraz daha bize özgün hâle dönüşmüş olur. Başka bir deyişle; hobilerimizle gerçek anlamda “var” oluruz, bize özgü bir hayat duruşu ediniriz. Öyle olduğuna inanıyorum ki, Haruki Murakami de koşma alışkanlığı ile birlikte kendine has yazı üslubunu geliştirme şansına kavuştu. Düzenli olarak koşmaya başlamadan önce; muhtemelen yazmak istediği hikâyeleri bir düzen içinde kurgulayıp, yazmakta en azından profesyonel olarak yazarlık yaptığı bugünlerine kıyasla oldukça güçlük çekmiş olduğunu düşünüyorum. Üstelik, sporla ve sanatla daha çok uğraştıkça rekabete dayalı bu alanda başarıları vebaşarısızlıkları deneyimleriz. Geliştirmeye ihtiyaç duyduğumuz özelliklerimizin üzerine daha çok düşeriz. Böylece, hayattaki inişleri ve çıkışları doğal olarak kabullenme, yapılan hatalardan ders çıkarma, yeni fırsatları daha iyi bir şekilde değerlendirebilme yeteneği kazanmış oluruz. Sözün kısası; koşmak sadece keyifli vakit geçirilen bir eylem olmayıp, mesleki yetenekleri geliştiren, kişinin hayata bakış açısını değiştiren, hayatı yaşanılır kılan bir aktivite. Başka bir deyişle, koşmak ve hayat arasında sağlıklı bir denge bulmak önemli. Koşmaya devam etmeli... KAYNAKÇA Murakami, H. (2013). Koşmasaydım Yazamazdım. Doğan Kitap. Görsel, D&R. < http://www.dr.com.tr/Kitap/Kosmasaydim-Yazamazdim/Haruki- Murakami/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0000000572947 > adresinden temin edildi.
Irkçılık ve Yalnızlık Dünyada herkesin sırtını yaslayabileceği bir insanın olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmeyebiliyor ve böyle zamanlarımızda güvenilir bir insana ihtiyaç duyuyoruz. İşsiz kalıyoruz mesela ekonomik durumumuz gitgide kötüye gidiyor ya da amansız bir hastalıkla cebelleşebiliyoruz. İşte böyle zamanlarımızda moralimizi yüksek tutmamızı ve hayata devam etmemizi sağlayacak bir dostun yanımızda olması bize iyi geliyor. Irkçılığın hakim olduğu bir dünyada ise bir dost bulmak her zaman için kolay olmuyor.Sahip oldukları ten renginden dolayı yaşadığı toplumdan dışlanan insanlar, ancak kendileriyle aynı ten rengine sahip olan insanlarla iletişime geçebiliyor. John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar adlı romanı Amerika’nın 1940’lı yıllarında geçiyor, o zamanlarda da ırkçılık Amerika’da oldukça yaygın . Crooks adındaki bir işçinin siyahi olmasından dolayı yaşadığı toplumdan dışlanmasına şahit oluyoruz. Crooks,Fareler ve İnsanlar adlı romandaki baş karakterlerden değil. Aslında iki arkadaşın yaşadıklarını konu alan eserde dostluk, yalnızlık, ekonomik sıkıntılar gibi temalar da işlenmiş ama ırkçılık sorununa da parmak basılmış. İki işçi olan George ve Lennie’nin çiftlik satın almak için hayallerinin peşlerinden giderken, Kaliforniya’nın Soledad adlı kasabasındaki bir çiftlikte seyis olarak çalışan Crooks ile yolları kesişiyor. George ve Lennie ile aynı yerde çalışan Crooks, diğer işçilerin birlikte kaldığı yatakhanede değil, başka bir odada kalıyor ve bunun nedeni ise sahip olduğu ten rengi.Bir sürü işçinin çalıştığı çiftlikte tek siyahi işçi olmasından dolayı Crookstek başına küçük bir barakada yaşamak zorunda kalıyor. Boş kaldığı zamanlarda, sosyalleşeceği bir insan olmayan Crooks, kitap okuyarak kendine kalan zamanı değerlendiriyor. Sadece ustabaşı ve patronuyla iş gereği temasa geçiyor. “Ya zenci olduğun için seni yatakhaneye almasalardı, onlarla kağıt oynamana izin vermeselerdi. Hoşuna gider miydi? Ya burada oturup kitap okumaktan başka yapacak hiçbir şeyin olmasaydı. Hava kararana kadar at nalı oynayabilirsin tabii, ama hepsi o kadar. Sonra odana tıkıl, oku babam oku. Kitaplar neye yarar ki. İnsana bir insan gerek, bir can yoldaşı gerek .”(84) Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi, Crooks yalnız olmaktan ruhsal dünyasında karamsarlık yaşamakta. Beyaz tenli bir işçiye söylediği satırlar onun bir işçiyle arasında geçen sayılı görüşmelerden biri. Herkesten ayrı küçücük bir barakada yaşamak yeteri kadar aşağılayıcı olmasına rağmen, sözlü eleştirilere de maruz kaldığını görüyoruz. “Zenci köpeğin birisin sen, haddini bil. İstesem seni bu ağaçta sallandırırım, neye uğradığını bile anlamazsın” (2002:92) Bu alıntıdan anlaşıldığı üzere, siyahi bir ırka sahip olmak toplumun sizi dışlaması, eleştiri bombardımanına tutması demek. Ten rengi herkes gibi beyaz olsaydı, belki de onunla uzlaşmaya çalışacaklardı ama sahip olduğu ten rengi, diğer insanlarla karşılıklı saygı çerçevesi içinde diyaloglar kurup, özgürce yaşamasına engel oluyor. Toplumda kabul görememek siyahi ırka sahip insanların yaşamış olduğu bir sorun ama insanların fiziksel görünüşlerini sorun olarak gören ve topluma da bu görüşü empoze eden insanlar olmasaydı milyonlarca insan acı çekmeyecekti. Kim bilir kaç siyahi toplumun fikirlerinden dolayı hayatının tadını çıkaramadan, dolu dolu yaşayamadan hayattan silinip gitti. Her ne kadar sonraki yıllarda siyahi insanlar hayatta söz hakkı alabilip, yaşamaya başlayabildiysede geçmişte insanların sahip oldukları ırk yüzünden dışlanarak yaşadıkları travmalar küçümsenemeyecek kadar fazla. Bundan dolayı 1937 yılında yayınlanmış olan Fareler ve İnsanlar yayınlandığı döneme uygun,etkileyici eleştiriler içeren bir roman. KAYNAKÇA Steinbeck, John. Fareler ve İnsanlar. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2002
EVRENDEKİ YALNIZLIK Yaşam pek çok açıdan kafamı karıştırmıştır. Yaşamak için beslenmemiz, uyumamız ve bunun gibi pek çok faaliyeti gerçekleştirmemiz gerekir. Bu faaliyetleri en küçük yapıtaşlarımız olan hücrelerimizin dinlenmesi, yenilenmesi için yaparız. Peki, trilyonlarca hücre bir araya gelip nasıl beni ve benim düşüncelerimi oluşturuyor? Benim kendime ait düşüncelerim, özgün fikirlerim var. Beni hücreler oluşturuyorsa bir bakıma benim bu düşüncelerimi de hücrelerim oluşturuyor. Aslında benim bu yazıyı düşünüp cümleleri yazmamı sağlayan hücrelerim denilebilir. Ama nasıl oluyor da bu hücreler bir araya gelip tek bir düşünceye sahip oluyor? Yoksa hepsi farklı düşüncelere sahip ama her salise beynimde düzenlenen bir mecliste, çoğunluğu bulup, ne yönde düşüneceğime öyle mi karar veriyorlar? Ya da beynimdeki hücreler yönetimi ele geçirmiş, beni ben yapan kararları mı alıyorlar? Bunu anlamak çok zor aslında. Ama şunu biliyorum ki hücrelerimiz bir bütünün parçalarıdır. Kainattaki her şey daha büyük bir bütünün parçasıdır. Dünya evrenin, ben ise Dünya’nın bir parçasıyım. Evren de Dünya gibi pek çok alt parçadan oluşuyor. Dünyayı canlılar, su, toprak oluştururken evren de yıldızlar, gezegenler ve karadeliklerden oluşuyor. Buraya kadar aklımı karıştıran bir şey yok benim. Ama insanların inandığı bu galaksideki yaşamın yalnızca Dünya’da olduğu görüşü bana biraz mantıksız hatta olanaksız geliyor. Çoğu insan herhangi bir yerde yaşam olması için orada su, oksijen gibi insancıl ihtiyaçların bulunması gerektiğine inanır. Ama o kadar bencilce ve tek yönlü düşüncelere sahip oldukları için hiçbir zaman şunu anlayamazlar, belki de farklı bir yaşam formu enerji ihtiyacını oksijenle değil de mazot ile karşılıyor. Enerji olan her yerde yaşam olabilir, çünkü aslında yaşamın özü bir çeşit enerjidir. Enerjimiz bittiği anda ölürüz biz. Yaşamak için düşünmeye, düşünmek için enerjiye ihtiyacımız var bizim. Aşağıdaki fotoğrafta da görülebileceği gibi evren ışıl ışıl, yani her yeri enerji dolu ve bu dünyadan başka yerlerde de yaşam olması fazlasıyla muhtemel. (https://www.nasa.gov/multimedia/imagegallery/iotd.html?id=379817 sitesinden alınmıştır.) Bana ne kadar olası gelmese bile evrende yaşam denen gerçeğin bir tek Dünya’da olduğunu düşünürsek, aslında koskocaman bir hiçlik içinde ne kadar yalnız olduğumuzu anlarız. Evrenin ne kadar büyük olduğunun hiçbir önemi kalmaz. Diğer galaksiler bizim için evimizin hiçbir zaman kullanmadığımız odaları gibidir. Mahallemizdeki tek hane bizizdir, sınıftaki tek öğrenci bizizdir.Evrende bir tek dünyada yaşam olması, benim tek bir canlı hücreye sahip olmama benzer. Benim ne kadar yaşamak için trilyonlarca hücreye ihtiyacım varsa, evrenin de kendi kaderini belirleyen başka canlı gezegenlere ihtiyacı var. Yoksa milyarlarca yaşında olan ihtiyar evrenin hâlâ var olması bana göre pek olası değil. Peki, evrende yalnız değilsek, nerede bu diğer canlılar ya da popüler kültürün etiketiyle ‘’uzaylılar’’? Fotoğrafı incelediğimizde evreni oluşturan bütünlerden olan bir galaksinin bile ne kadar büyük olduğunu anlayabiliriz. Biz bu galakside sadece çok kısıtlı bir bilgiye sahibiz. Ne kadar şuan diğer galaksilerde canlılık olduğunu kanıtlayamıyorsak bile, olmadığını iddia edemeyiz. 500 sene önce Dünya’nın düz olduğunu düşünüyorduk ya da Afrika’daki diğer toplumlardan kopuk bir kabile Dünya’da yaşayan insanların yalnızca onlar olduğunu düşünüyordu. Zaten yaşamı, canlı olmayı gerektiren en büyük gerçeklerden biriyse doğruların zamanla değişebilmesidir. Bu gerçek bir tek insanlar için geçerli değildir. Mesela, göllerde yaşamaya alışmış bir balık, avcılar tarafından yakalanıp bir akvaryuma konulabilir. O balığın gerçekliği artık o akvaryumdur. Yaşamaya devam etmek için yeni gerçekliğin doğrularını kabul edip, onlara göre yaşaması gerekir. Biz de yeterli bilgi seviyesine erişip evrende yaşayan diğer canlıları keşfettiğimizde ya da onlar bizi bulduğunda bizim de gerçekliğimiz değişecek. Artık kendi aramızda yaşadığımız problemleri bir kenara bırakıp, evrendeki diğer canlılarla yaşadığımız potansiyel problemlere hazırlıklı olmamız gerekecek. Aslında dünyaya barış gelmesinin tek yolu da bu olabilir. Çünkü o zaman yaşamaya devam etmemiz için birlik olmamız gerektiğini anlayacağız. Birlik olmazsak dağılıp gideceğimizi anlayacağız. Aslında en baştaki sorumun cevabı da bu. Bir bütünü oluşturan parçalar tek başına anlamsızdır; yaşamak için tek bir parçanın diğer parçalara da ihtiyacı vardır. Belki de bu yüzden dağılıp gitmemek için hücreler bir araya gelip tek bir bütünü, yani beni oluşturuyor. Son olarak, bu Dünya’da nasıl yalnız değilsek, evrende de yalnız değiliz. Nasıl kendimizi anlamak için daha küçük parçalarımız olan hücrelerimize bakıyorsak, evreni anlamak için de onun daha küçük parçalarına bakabiliriz. Evrenin ufak bir parçası olarak, evreni anlamaya çalışan birisi olarak, belki de beni hayatımda en çok üzen şey bu soruların kesin cevabını göremeyecek olmaktır. Ama bazen yolumuza devam etmek için kabul etmemiz gerekir. Ben de kendi yoluma devam etmek için bu evrende yalnız olmadığımı kabul ediyorum. Utku Yalınbaş IE 21502054
HAZIRLAYAN: PERVİN TAŞBAŞ - 21301045 DERS: TURK-102 / SEC:016 ÖĞRETMEN: ALİ TURAN GÖRGÜ 29.03.2015 UZAYLI OLMAK SUÇ MU? Merhaba, ben bir uzaylıyım. Evet, yanlış okumadınız. Bunu rahatlıkla itiraf edebiliyorum. Tıpkı Dennis gibi ben de Mars’tan geldim ve evime geri dönmeyi bekliyorum; ama Dennis dönmekten vaz geçti; çünkü David onu bu haliyle kabul etmeye karar verdi. Aslında bakarsanız ne ben uzaylıyım ne de Dennis. Biz de David gibi farklı insanlarız. Tabii ki her insan farklıdır; fakat bizimki biraz su yüzüne çıkan cinsten ve bu yüzden kolay yolu seçip kendimize böyle bir kılıf uydurduk. İşin komiği daha Mars’ta hayatın olup olmadığı bile belli değil. Merhaba Dünyalı, eşini yeni kaybetmiş David Gordon adındaki ünlü bir bilim-kurgu yazarının Dennis adındaki yetim bir çocuğu evlat edinme çabalarını anlatır. Dennis Mars’tan geldiğine inanan ve hiçbir aile tarafından kabul edilmeyen çok farklı bir çocuktur; fakat David küçüklüğünden beri farklılığı yüzünden garipsenen biri olduğu için bu duyguyu iyi bilmektedir ve bu yüzden Dennis’i evlat edinmek ister. Filmimiz bu olayı anlatırken aslında birçok konuya eleştirel ve ders verici olarak yaklaşmıştır.Taşbaş 2 Sosyal yapının en çok karşılaştığı sorunlardan birine değinmektedir: farklılıklar ve onlara karşı olan hoşgörüsüzlük. Dediğim gibi her insan farklıdır; fakat bazen bu farklılıklar birbirlerine çok yakın olur. Yakın olmayanlar ise hemen göze çarpar. Hal böyle olunca bu garipsenecek bir duruma gelir. Nedir bu farklılıklar diye soracak olursanız, şöyle açıklayayım. Bu farklılıklar fiziksel de olabilir ruhsal da. Ruhsalı biraz açalım; çünkü en çok sıkıntı yaşanan konu budur. Ruhsaldan kastım insanların karakterleri, hayata bakış açıları, hedefleri, hayalleri, bazen sahip oldukları ruhsal hastalıklar vs. dir. İşin içine insan psikolojisi ve ruhu girince bu liste uzayıp gider. Filmdeki karakterlerimize yönelelim ve durumu onlar üzerinden özetleyelim isterseniz; Dennis ve David’in diğer insanlar ve birbirleriyle olan ilişkileri bu durumu güzel açıklamaktadır. Dennis ve David’in farklılıkları sahip oldukları bakış açılarıyla ilgili ve bu onların başkaları tarafından zor anlaşılmasına neden oluyor. Daha doğrusu kimse onları anlayamıyor. Dediğim gibi onların bu farklılığı diğerlerine yakın değil; fakat yalnız değiller ve beni mutlu eden şey de bu. Dennis ve David’in bakış açıları birbirinin aynısı sanki. Bu yüzden kolay anlaşabilecek bir pozisyondalar; fakat ne yazık ki bu pek kolay olmuyor. Merak etmeyin burada kendimle çelişmiyorum, dediklerim enin de sonun da gerçekleşiyor. Benzerlikleri onları birbirlerine bağlıyor. Zor olmasının nedeni ise ki benim de çoğu zaman yaşadığım bir durum: Dennis’in kendini uzaylı gibi hissetmesi, daha doğrusu diğer insanların onu böyle bir yola sokması. Dennis’in farklılığı onun bakış açısıyla ilgili, benim ki ise hedeflerimle. Tek istediğimiz şey biraz hoşgörü. İnsanların bunu vermesi bu kadar zor olamaz. Ayrıca hiç düşünmüyorlar mı, herkes tıpa tıp birbirinin aynısı olursa bu güzelim rengârenk dünyamız ne kadar sıkıcı bir hale gelir? Bu aslında herkesin çıkarına olan bir şey değil mi? Sıkıcılıktan kurtuluyoruz işte ne güzel; ama yok! İlla herkes birbirine benzeyecek ya da belli sınırlar için yaşam mücadelesi verecek ve benzemeyen olursa da garipsenecek. Dennis işte bu garipsenme baskısına dayanamadığı için kendini uzaylı olarak tanıtmış ve Dünya’yı evi olarak görmemiştir; çünkü bir evi ev yapan şey ailedir, yani insanlardır, sizi olduğunuzTaşbaş 3 gibi kabul eden insanlar. Bu yüzden Dennis kendini dışarıya kapatmıştır; fakat işin güzel yanı şudur ki, David çok sabırlı ve duygudaşlık yeteneği yüksek bir insandır ya da şöyle diyeyim, çok hoşgörülüdür. Bu yüzden sabreder ve sonunda Dennis’in kendini bir insan olarak kabul etmesini sağlar. Sonuç olarak bu büyük başarıdan dolayı onu evlat edinmeye hak kazanır ve mutlu bir aile tablosu çizerler. Herkese rağmen farklılıklarını da sonuna kadar korurlar. Ben mi? Ben de uzaylı olmaktan vazgeçtim artık; fakat ne kadar vazgeçsem de garipsenme duygusu yüzünden hedeflerimi hiç kimseye açıklamıyorum neredeyse, sadece benim gibi düşünenlerle paylaşıyorum. Ne var biliyor musunuz, buna hoşgörüsüzlük yüzünden yorulmak deniyor aslında. Yine de kendimi tebrik ediyorum; çünkü bununla yaşamayı öğrendim ve hedeflerime daha da bağlandım. Hatta şöyle söyleyeyim, hedeflerimin en ağır basan yanı ise farklılıklara karşı olan hoşgörüm. Nerdeyse hayatımın temelinde bu var ve hoşgörüden öteye geçip onları destekleme yolundayım şu an; çünkü uzaylı olmak bir suç değil, dünyayı renklendiren bir nimet ve ben her yeri renge boğmak istiyorum. KAYNAKÇA  Merhaba Dünyalı. Yön. Meyjes, Menno. ABD. 21 Aralık 2007. Film
KAFKA VE İNSAN İLİŞKİLERİ Franz Kafka’nın ölümsüz eseri Dönüşüm, Gregor Samsa adlı ana karakterin bir sabah böcek olarak uyanmasıyla başlıyor ve Samsa’nın aklını kurcalayan ilk sorulardan biri ise işe yetişip yetişemeyeceği. Gregor, ailesi için zor şartlar altında ve huysuz bir müdürün idaresinde çalışıyordu, işini de sevmiyordu. Ailesi tarafından bir para kaynağı olarak görülüyordu. Samsa ailesi (Gregor’u dışarda tutarak) rahatına çok düşkün bir aileydi ki, evde çalışan tek kişi Gregor’du ve bu beş kişilik aile hizmetçilerine hatırı sayılır miktarda bir meblağ ödüyordu. Ailenin tek gelir kaynağı kesildiğinde ise bu aile hizmetçi lüksünden vazgeçmek istemediği için daha az para ödeyecekleri başka bir hizmetçiyi işe alıyordu. Benim bu yazımda konuşmak istediğim şey Gregor’un maruz kaldığı ekonomik sömürü, ailesinin Gregor’u bir para kaynağı olarak görmesi ve insanların gereksiz lükslere çok para harcaması. Ekonomik sömürü, işverenlerin daha çok para kazanmak veya şirkete daha fazla para kazandırmak uğruna çalışanlarına zulüm etmesiyle ortaya çıkar. Sömürünün söz konusu olduğu yerlerde çalışanlar emeklerinin karşılığını alamazlar. Gerektiğinden fazla çalışırlar, daha fazla, çok fazla çalışırlar. İşverenler ellerindeki para denen bu iğrenç gücü sadece şirketinin ya da firmasının çıkarlarını düşünerek kullanır. Emek önemli değildir bu tür insanlar için, çalışanlarının psikolojisi de. Bu sömürüye maruz kalan insanların sesini kimse duymuyor, duymak istemiyor açıkçası. Diğer insanların da bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantalitesi ve yine bu insanların umursamazlığı, sömürünün devamını getiriyor ve Gregor gibi insanlar da bu ekonomik sömürüye maruz kalıyor. Bir de ailelerine para götürememe korkusu konuyu başka bir boyuta taşıyor ve bu zulme boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Zaten bu zorunluk değil midir birçok arkadaşının öldüğü maden ocağına ekmek parası kazanmak için tekrar giren ve canını hiçe sayan madencinin yaşadığı? Üstünde konuşmak istediğim diğer husus ise Samsa ailesinin Gregor’u para kaynağı olarak görmesi ve artık bir süre sonra Gregor’u evlatları olarak değil sadece iğrenç bir böcek olarak görmesi. Burada ailesinin Gregor’a olan çıkar odaklı ilişkisini görüyoruz. Günümüz insanlarında da sıklıkla görebileceğimiz bu bağımlı ilişkiler, bence bu insanların ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Bir insanla sırf onun parası veya bir başka özelliği nedeniyle ilişki kuran insanlar, gerçek arkadaş veya dost değildirler. Bir gün o para veya özellik gittiğinde arkasını dönen ilk insanlar bu ikiyüzlü insanlar olacaktır, fakat insanlar bu gerçeği sonuç olmadan göremiyor belki de görmek istemiyor. Samsa ailesinin gereksiz lükslerine bu kadar düşkün olması da beni rahatsız eden diğer husuların arasında. Yine etrafımızdaki insanlarda da görebileceğimiz bu duruma en güzel örnek olarak küçücük çocukların elinde gördüğümüz akıllı telefonlar olabilir .İçindeki sebzelerin toplam maliyeti üç lirayı geçmeyecek birsalataya yüz lira vermek saçmalıktır, o parayla evinin bir aylık mutfak masrafını karşılayan insanlara , asgari ücret uğruna canını tehlikeye atan insanlara büyük saygısızlıktır. Bu kitap aslında Gregor’un hayatının monotonluğundan ve ailesinin ona bu iğrenç bakış tarzından bahsetse de, yazar o küçük aileden tüm dünyaya bir kapı açıyor. Bu kitap insanlığa dair çoğu pek gurur duyamayacağımız sağlıksız anlayışlardan ve düşüncelerden bahsediyor. Sizi Gregor olarak düşünmeye ve bu anlayışları eleştirmeye sevk ediyor. İnsanların aslında çıkarlarına ne kadar düşkün olduklarını ve aile bağlarının bile bazen bu çıkarların üstüne çıkamadığını gösteriyor. Her insana şüpheyle yaklaşmak veya aile kavramının saçmalığını göstermek değil anlatmak istediğim, etrafınızdaki bu ikiyüzlü insanlara dikkat etmeniz gerektiğinden bahsediyorum ayrıca bu sistem tarafından ezilen ve sömürülen insanların seslerinin duyulmasında her insanın rolünün büyük olduğunu vurgulamak istiyorum.
Mehmet Emin Sevinç Hırpani Hayatlar Geçtiğimiz hafta Selim İleri'nin İstanbul Bu Gece Yine Sensiz adlı deneme eserini okuma fırsatım oldum. İleri'yi daima kendi çapımda takip etmeye çalışırım ben. Türkçemizi bir mücevher ustası hassasiyetiyle işlemesi onu benim gözümde dilimizin divalarından biri haline getirir. Özellikle sosyal medyada fazla geçiren bir insan olarak Türkçenin bu denli hırpalanması durumuna karşı panzehir olarak Selim İleri okumaya çalışırım diyebilirim. Selim İleri bu eserinde İstanbul'un 60'lardaki halini kendi tecrübelerine ve anılarına dayanarak anlatıyor. Bu eseri okurken Türkçenin hırpalanmasının yanında İstanbul'un da hırpalandığı düşüncesi belirdi zihnimde. Yani Selim İleri'nin duygu ve düşünce dünyamıza kattıklarının tam tersi bir devirde yaşıyor olmanın burukluğunu hissettim. Bu yazıda da İstanbul'un geçirdiği dönüşüm üzerine birkaç kelam etmek istemekteyim. Her ay İstanbul'a düşer yolum. Konser olur, spor müsabakası olur, eş dost ziyaret olur; mutlaka her ay İstanbul'un kaldırımlarını arşınlarım bir şekilde. Ben ki İstanbul'da düzenli olarak kalmış biri değilim. Birkaç günlük ziyaretlerden ibarettir İstanbul'la bağım. Buna karşın İstanbul'un feci halde hırpalandığını düşünüyorum. İster istemez Ankara-İstanbul kıyası yapmadan kendimi de alamıyorum. Bu kıyas esnasında hakikaten İstanbul'a kaldırabileceğinden fazla yük, hazmedebileceğinden fazla beton ve insan yığıldığı kanısına varıyorum. Çocukluğumda İstiklal Caddesi benim için tamamen farklı bir dünyaydı. Bir an olsun eksilmeyen kalabalığı, iki yanı ağaçlı tramvay yolu ve kırmızı tramvayıyla kendine özgü bir otantikliği olduğunu çocuk yaşta bile kavramıştım. Ancak gel zaman git zaman İstiklal Caddesi üzerinde bir buluşmam olduğunda burun kıvırır hale geldim, zira İstanbul'un ruhunu en iyi temsil eden bu cadde beton ve molozdan geçilmez hale geldi. Sanırım hala İstanbul'u en iyi anlatan cadde burası, çünkü kentin geri kalanı da bu betonarmeleşmeden nasibini fazlasıyla alıyor. Bir de İleri'nin anlattığı eski İstanbul'u gözümde canlandırmaya başlıyorum. Doğrusu kendim için üzüldüğümden on misli daha fazla üzülüyorum yazar adına. Yaşım gereği kısıtlı bir zaman dilimini hatırlıyorum ben, fakat şehrin o şaşaalı günlerini bilen ve birebir tecrübe eden insanların bugünkü durum karşısında duydukları üzgünlüğü ve karamsarlığı hayal dahi edemiyorum. Hırpalanma meselesi bu bağlamda bence büyük önem taşıyor. Son yirmi yıldır biz ülkece bazı şeyleri tükettik, fazla aşındırdık galiba. Bunun içine Türkçe de giriyor, şehirleşme degiriyor, insan ilişkileri de, beslenme alışkanlıkları da giriyor. Fast food tüketen (tıkınan mı demeli acaba!), romantik ilişkilerine internet üzerinden başlayıp bu ilişkileri internet aracılığıyla bitiren, penceresi olmayan odaları olan evlerde yaşayan, sesli harfleri yutarak "Uydn glb ii gclr" diyen insanlar olarak sanırım İstanbul'un bu halini pek de yadırgamamak gerekiyor. Yani hırpani hayatlar yaşamaya başladık. Bireysel ve toplumsal açıdan özensizliğin had safhada olduğu bir çağda yaşıyoruz. Doğal olarak mikro düzeyde gerçekleşenler makro düzeyde de kendini gösteriyor ya da tam tersini söylemek de mümkün. Bu açıdan Selim İleri'nin anlattıklarını onun üslubuyla okumak bana sağaltıcı geldi diyebilirim. Biraz yavaşlamak, birkaç adım geri çekilerek kendimizi içine soktuğumuz manzaraya nesnel bir gözle bakmak galiba bu noktada en sağlıklı çözüm olacaktır. Ancak ortada büyük bir zihniyet meselesi var ve bu durumun kısa vadede çözüme kavuşmasını maalesef mümkün görmüyorum. Lakin her halükarda bir miktar özen algısının edebiyat ile, mimari ile, müzik ile insanların zihinlerine yerleştirilebileceği düşüncesine de ikna olmuş durumdayım. Hırpani hayatlarımıza biraz olsun çeki düzen vermek içinse Selim İleri okumanın şahane bir başlangıç olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Kaynak Selim İleri. İstanbul Bu Gece Yine Sensiz. Everest Yayınları: İstanbul. 2016. Deneme.
TOPLULUKTAKİ YALNIZLIKLAR "Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız." (sf. 23) Geçenlerde Ercan Kesal'ın Cin Aynası adlı şahane öykü kitabını okudum. Kesal'ı öncelikle Nuri Bilge Ceylan filmlerinden tanıyordum, ama özellikle Peri Gazozu adlı kitabından sonra daha yakından takip etmeye başladım. Kesal'ın doktor olması nedeniyle Anadolu'nun dört bir yanını karış karış gezmesiyle ortaya çıkan yüzlerce olağanüstü hikâyeyi son derece akıcı ve "yakıcı" bir dille anlatıyor olmasından aldığım hazzı tarif edemem. Bazen bir köy kıraathanesinde dedesinin koynuna sokulan yetim bir çocuğun hüznünü bazen de kasabaya ilk kez inen yaşlı bir kadının gazoz içişini derin bir psikolojik gözlem gücü ve doğallıkla anlatması nedeniyle Kesal'ın yazdıkları bana çok iyi geliyor. Bu yazıda da yukarıda alıntıladığım pasajdan hareketle Kesal'ın ele aldığı modern çağdaki tahammülsüzlük meselesini yine kitaptan edindiğim izlenimler aracılığı ile aktarmak amacındayım. Eskiden insanlar en az kendileri kadar başkalarını da umursardı ancak günümüzde artık çevremizdeki insanları eskisi kadar umursamıyoruz. Koca şehirlerde gün boyu insanlar kendi dertlerini halletmeye çalıştıkları için yanlarındaki kişilerin dertlerini ya da mutluluklarını görme fırsatı bulamaz durumdalar. Görseler de pek umursamayacak vaziyetteler. Trafik, iş stresi ya da başka dertler, giderek hayatımıza daha da yerleşen internet ve sosyal medya kültürü insanları yalnızlığa ve bencilliğe itmiş durumda. İnsanlar bunun farkına varamasa da. Kesal'ın yalnızlık konusunda yaptığı tespite son derece katılıyorum. Yalnız kalmaya çalıştığımız, özel alanımızı ve mahremimizi korumaya çalıştığımız, insanların yüzlerine nefretle baktığımız bir dönemdeyiz; ancak yine de insanlara muhtacız. Yalnızlık arzusuyla tutuşuyoruz; fakat aynı zamanda yalnız kalmaktan da ölesiye korkuyoruz. Artık yalnızca elektrik kesildiğinde ya da internet bağlantısı koptuğunda ev içindeki bireyler bir araya geliyor. Kendi ailemden örnek vermem gerekirse sadece akşam televizyon izlerken tüm aile bir arada olabiliyoruz. Onda da sohbet etmekten çok boş boş ekrana bakıyoruz ve birbirimizin derdinden çok ekrandakinin derdine yoğunlaşıyoruz beraber. Yani sözde ailecek takılıyoruz ama herkes yalnız aslında, herkes kendi dünyasında. Ya da evin dışına çıkalım. Metroya bindiğimde herkes telefonuna gömülmüş bir şeylere bakıyor. Hâlbuki yan yana oturan insanların havadan sudan dahi olsa paylaşacak pek çok şeyi olabilir, olmalı da. Ercan Kesal'ın eserinde yalın ve çarpıcı bir şekilde vurguladığı gibi acımasızlık çağı bu. Yani insanlar birbirlerine oldukça soğuk davranıyorlar, sadece ucunda bir menfaat var ise karşıdaki kişiyle samimi bir iletişim kuruluyor. Bunun dışında gönülden ve samimi bir şekilde iletişim kurmak çok zor çağımızda. Diğer bir ifadeyle içinde yaşadığımız çağ kardeşi yabancı kılacak kadar zihni meşgul eden ürünler sunuyor piyasaya durmadan. Artık internet fenomenlerinin özel sorunlarını ve mutluluklarını kendi kardeşimizinkinden daha iyi bilir hale geldik. Bu durumun artçı sarsıntılarını duyar gibiyim şahsen, ancak gelecek birkaç on yılda bu bencillik, yalnızlık ve umursamazlık halinin toplumlarda daha derin yaralar açacağını görüyorum maalesef. Sonuç olarak Kesal'ın enfes öyküleriyle nasıl bir toplum haline geldiğimiz konusunda düşünmeye ve mevcut halimizi nasıl düzelteceğimizi anlamaya çalışmaya başladım. Yukarıda eleştirdiğim hususların pek çoğuna ben de ortak oluyorum, ben de başımı ekrandan kaldırmıyorum çoğunlukla veya bende metroya binince telefonuma gömülüyorum çevremdekilere bakmadan. Kolay geliyor, rahat geliyor yanımda oturan kişiye halini hatırını sormak varken sanal kişiliklerle soğuk muhabbetlere girişmek; ancak bu durumdan, bu soğukluktan gitgide ben de rahatsız olmaya başladım. Bu rahatsızlığımı yeniden yüzüme vurması nedeniyle Cin Aynası adlı eseri çok beğendim. Böyle metinler gerek zaten, okuyanı uyutmayan, bilakis rahatsız eden ve harekete geçme cesareti veren daha çok kitap yazılması ümidiyle. Ercan Kesal. Cin Aynası. İletişim Yayınları. 2016
NİHAYET GELEBİLDİN METRO Büyükşehirlerde yaşamak gerçekten zordur. Hayatlarımız, şehrin stresleriyle birlikte daha da az zevkli bir hal alır yaşadıkça. Çoğu vaktimizi ise yollarda, otobüslerde ve en iç bunaltan toplu taşıma aracı olan metrolarda geçiririz. Metro durağına ilk adımımızı attığımız anda içimize bir sıkıntı çöker. O karanlık, soğuk ve uğultulu ortamda zaten etrafımızdaki insanların yüzlerinden okuyabiliriz metronun bizlerde bıraktığı o kötü imajı. İnsanlar metroda adeta anti sosyal bir yaşam sürerler, gülümseme, yardım etme ya da dolmuşlardaki o tanışma girişimleri yoktur burada. Biran önce metrodan dışarı çıkmaya çalışır herkes. Haksız da değillerdir bence. Bu yazımızda ele alacağımız kitabımız ise tam da bu noktaya parmak basıyor. Bir distopya misali, dünyanın istilaya uğraması sonucu geri kalan insanların metrolara sığınmasını konu alan Metro 2033 bu insanların yaşamlarını, metrodaki o hayatı bizlere aktarıyor. Öncelikle nasıl olurdu onu hayal etmeye başlayalım isterseniz. 2 farklı hayal kuralım. İlk hayalle başlayalım. Metroda kalan insanlar orada geçici değil de kalıcı olduklarından adeta yepyeni bir dünya kuruluyor yer altına. Öyle basit de değil ama. Yepyeni devletler, yepyeni ideolojiler, yepyeni hayatlar… Kurtuluş değil de direniş olunca mesele, insanlar artık metro hattına taşıyorlar hayatlarını. Hatta o kadar taşınıyor ki savaşlar oluyor, hayır yaratıklarla değil insanlar arasında. İnsanlar, en çok el ele vermesi gereken durumda ortak düşmanını unutuyor ve metrodaki o sıkıntılı yaşamda bile kavga çıkarmaktan çekinmiyorlar. Metro istasyonları birer devlet haline dönüşüyor, fikirlerine göre insanlar bu devletler altında yaşamaya başlıyor. Dışarıdaki yaratıklardan o devlet sayesinde korunuyor, korunmak zorunda kalıyor çünkü silahlar aynı dünyada olduğu gibi güçlülerin ellerinde. Yine anlayacağınız hayat belli başlı kişilerin elinde oluyor.Gelin ikinci hayalimize geçelim. Metroya kapanan insanlar çaresiz. Güneş ışığı yok, yiyecek kısıtlı, rekabet fazla ve metronun o sevilmeyen ortamında hayatlarının geri kalanının geçeceklerinin farkındalar. Ama bu hayalde insanlar farkındalar ki dünyanın düzeni son yıllarda çok kötü bir halde ve ellerinde sıfırdan bir dünya kurma fırsatları var. Kendilerine uygun yönetim sistemlerini oluşturuyorlar; herkesin eşit haklarla yaşadığı, en fazla kişiyi hayatta tutmaya dayalı bir sistem. Savaşlara, yapay virüslere, pis politikalara ve kapitalist düzenin en ağır özelliklerine hayır diyorlar. İllaki insan kaynaklı sorunlar oluyor olmasına ama yine de ellerinden geldiği kadar kötü özelliklerden kurtuluyorlar. Hatta planlar bile kurmaya vakitleri oluyor yaratıklardan dünyayı geri almak için ve bana kalırsa diğer hayaldeki insanlardan daha da büyük bir şansa sahipler. Sosyal deneylere ibret olacak şekilde geçekleşen ilk hayalde insanlık metroyu dünyadan farksız görüp orada sil baştan bir dünya kurabilecekken yine o kötü özellikleri dünyadan metroya taşıyor. İkincide ise aslında yapılması gereken şeyler yaşanıyor ve insanlık olabildiğince kötü özelliklerinden arınıyor bedeli dünyanın nimetlerini kaybetmek olsa da kazancı asla paha biçilemez bence. Dünyaya bakalım, bir de ilk hayal ettiğimiz metro yaşamına-hani o insanın aynı şekilde kötü özelliklerini taşıdığı metroya-tıpatıp aynı değil mi? İnsanlık hem dünyasını kaybediyor hem de hiçbir kazancı yok. İkinci de ise hayat adeta yeniden başladı. İnsan kendisini buldu, özünde olması gereken şeyi keşfetti bu dünyada. İki hayali karşılaştırınca önümüze çok kritik bir soru gelmekte. Acaba gerçekten insanlık metroya kapansa bu iki hayalden hangisi gerçeğe dönüşürdü ? Sanki bir sosyal deney sorusu olan sorumuza kesin bir cevabımız elbette yok. Bana fikir ve vizyon anlamında çok şey kattı bu iki hayal. Kitabın konusunu okuduktan hemen sonra tahminler yürütmeye başladım ancak bir yandan içim içimi yiyordu bir an önce okumalıydım ne olduğunu görmeliydim. Ancak daha okumadan bana öyle fikirlerverdi, öyle gözümü açtı ki gerçekten her aklıma geldiğinde yazarına teşekkür ettiğim ender kitaplardan. Ancak kesinlikle tavsiye ediyorum ki kitabı okumadan bu iki hayali kurmalıyız. İnsanlığın davranışları hakkında tahminlerde bulunduktan sonra kitabı okumamız emin olun bize çok daha fazlasını katacak. İnsanlığı anlamamızda, onun problemlerine çözüm bulmamızda bizlere ufuk açıcı olacak olan Metro 2033, kesinlikle tavsiye ettiğim eserlerden birisi. Dünyamız elden gitmeden kesinlikle bu konular hakkında kafa yormalıyız yoksa kurtuluş için beklediğimiz o metro belki de asla gelmeyebilir. Kerem Ayöz 21501569 Section 59
Görkem Balyalıgil Senin Ayak İzin Seçim yapmak, kimi zaman kolay, kimi zaman ise içinden çıkılamayacak kadar zor olabilen bir süreçtir. Hiç düşündünüz mü bir gün boyunca kaç defa seçim yapmak durumuyla karşı karşıya kalıyoruz? Kimi zaman yüzlerce…Tabi ki yaptığımız seçimler her zaman bizi çok da zor durumlara sokmuyor fakat an geliyor ki hayatımızın akışını tam tersine çevirecek, olumlu ya da olumsuz hiçbir sonucu ön göremediğimiz durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Bu noktada nedir bizi bu kararı vermeye iten? Bana sorarsanız insanın karakteridir yani öz benliğidir seçimlerinin sebebi. Kimi güvenli, sığ sularda oynamayı tercih eder, kimi ise risk alıp derinlerde dalgalarla boğuşmayı. İşte bu noktada doğru ya da yanlış yoktur aslında, her seçim çeşitli sonuçlar barındırır ve bu sonuçlara katlanacak olan da yine seçimi yapan kişinin kendisidir. Hayatta da insanlar Margaret Ellis’in “The Road Not Taken” tablosunda olduğu gibi kimi zaman yalnızca iki seçenekle karşı karşıya kalabilirler. Bu noktada seçim sayısı az olsa da sonuçları taban tabana zıt durumlarla yüzleşebilirler. Bu durumda bizim Ellis, Margaret. The Road Not Taken.2011.South Yorkshire.UK karakterimiz yani öz benliğimiz sahip olduğumuz bütün hayat tecrübelerimizin, geçmişimizin bir sonucudur aslında verdiğimiz karar. Kimi insanlar sonunu görebildiği ve daha çok tercih edilmiş olan yani düşünüldüğünde daha güvenli olan yolu seçer. Çünkü bu insanlar düşünürler ki herkes gibi olmak aslında en iyi yöntemdir. Fakat bazı insanlar vardır ki sonunu göremese de üzerinden daha önce kimsenin geçmediği ya da çok az kişinin tercih ettiği yolu tercih etmek ister. O insanlar bilirler ki keşfedilmemişin, ya da daha önce yalnızca çok az sayıda kişi tarafından hissedilmiş olan duyguların hazzı çok başkadır. Bu durum karşısında ne kadar tehlikeli olabileceğini göz önünde bulundursalar da bu çekim gücüne karşı koyamazlar ve o sahip oldukları karakterleri sebebiyle ucunu göremedikleri ama daha az kullanılmış yolu seçerler. Bana kalırsa daha az tercih edilmiş olan yol çoğu zaman daha iyi bir tercih olabilir. İnanıyorum ki yapılmamışı yapmanın insana getirdiği merak duygusu aynı zamanda insanın sahip olduğu tutkuyu da her zaman diri tutacaktır. Bu durum da biz insanların zorluklardan dolayı hedefimizden yarı yolda dönüp vazgeçmemizin önüne geçecek bir etmendir diye düşünüyorum.Peki ama bu noktada bu kararların doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında konuşmak mümkün müdür? Bana kalırsa çok da mümkün değildir çünkü bu kararlar en nihayetinde bizim içimizde barındırdığımız öz benliğimizin sonucudur ve bunu yargılamak pek de mümkün değildir. Bana sorarsanız sen ne yapardın diye ,ben sanırım ucunu göremediğim, çok da fazla insanın tercih etmediği yolu kullanmayı seçerdim . Bugüne kadar yaşadığım hayat tecrübelerim bana gösterdi ki risk almak her zaman kötü sonuçlar doğurmuyor. Evet bu durum başınızı daha da kötü bir belanın içine sokabilir ama herkes gibi olmak yerine biraz daha farklı olmak ve bu sayede aldığınız o riskli kararın sonucunda daha önce kimsenin yaşamadığı hazzı tatmak tarifi olmayan bir mutluluk veriyor insana. Bu konu hakkında çok sevdiğim Semih Sayngıner’in tarafından paylaşılan bir söz vardır “Başkalarının ayak izine basarak onları geçemezsin” işte bu söz aslında her şeyi çok net şekilde anlatıyor bence. Bir başkasını takip etmek evet daha güvenli olabilir fakat sonuçları da diğerlerinden farksız olacaktır ve bu durum sonucunda herkes gibi olmak bizde tarifsiz mutluluklara sebep olmayacaktır. Bu yüzdendir ki ben herkesin sahip olduğu konfor alanından biraz uzaklaşıp kendisi için küçük ya da büyük maceralara atılması gerektiğini düşünüyorum çünkü inanıyorum ki bu maceralar kötü sonuçlar doğursa bile getirecekleri tecrübeler hiçbir ortamda sahip olunamayacak değerdedir ve sonuçları ne olursa olsun bize, bizim karakterimize fayda sağlayacağı konusunda en ufak bir şüphem yoktur. Kaynakça Ellis, Margaret. The Road Not Taken. 2011. Yağlı Boya. South Yorkshire.İngiltere “Başkalarının ayak izine basarak onları geçemezsin” Semih Saygıner (TEDxAlsancak)
İpek Çelik 03/02/16 İnsan Ne Bekler Bu Hayattan? 2015 yılı her anlamda oldukça dolu dolu geçen bir yıldı. Tarihe geçecek birçok olay da bu yılda yaşandı. Geçtiğimiz günlerde bir yazı gözüme çarptı. Devletlerin savaşmak için yeterli paralarının olduğunu fakat iş yardım etmeye geldiğinde ise çaba göstermediklerini anlatıyordu. Oldukça uzun olan bu yazıdan aklımda sadece bu cümleler kaldı. Birçok dernek ve vakıf gerek içinde bulundukları ülke bünyesinde gerekse uluslararası alanda faaliyet gösteriyor. Yardımlar ve bağışlarla bu faaliyetleri sürdürüyorlar. Tüm bu çabalar devam ederken yine de eski düzen devam ediyor. Burada benim aklıma tek bir soru geliyor. Peki insanlar ne istiyor? Alıp veremediğimiz ne? Hep daha fazlasını istiyoruz. Elimizde ne varsa daha iyisini almak için uğraşıyoruz. Hayatın bize sunduklarından ziyâde bizim bu hayattan ne istediğimiz bu soruları aklımıza getiriyor. Tüm bu uğraşın, çabanın arasında aslında görmemiz gereken birçok gerçeği göremiyoruz. Hayatın günlük telaşı içinde kaybolup gidiyoruz çoğu zaman. Ben hayattan ne isterim? Bu sorunun cevabı en başta huzur, sağlık belki de mutluluk oluyor. Gerçi cevaplar soruyu sorduğum zamana göre değişse bile bu üç şey hepimizin en temel isteği oluyor. Eğer bunlar varsa artık başka şeyler istemeye başlıyoruz. Yani kendimize daha fazla ne istediğimizi soruyoruz. İhtiyaçlardan bahsettiğim sanılmasın tamamen anlatmak istediğim fazla isteklerimiz. Bu konu da ihtiyaç ve istekler arasındaki ayrımı da göz önünde bulundurmak sanıyorum oldukça önemli. Bahsettiğim durum tek bir kişiden başlıyor ama bir topluluk hâlinde olunca da durum değişmiyor. En başta bahsettiğim cümleye geri dönmek istiyorum. Büyük savaşlar ise tam da bu bahsettiğim nedenlerden dolayı ortaya çıkıyor. İnsanoğlu daha fazlasını aradıkça işler istediğimiz gibi gitmiyor. Birçok insanın hayatıyla kıyaslanamayacak kadar ufak bir kazanç için belki de bunca kavga hâlâ oluyor. Her savaş derin bir pişmanlığı, onlarca acıyı da beraberinde getiriyor. En çok zararı ise yine çocuklar görüyor. İnsan Ne ile Yaşar? Tolstoy’un beni oldukça etkileyen bir yapıtıydı. Bir karakter şöyle dedi: “Hepsi benim olsun istedim.”(Tolstoy 49). Bu cümle aslında herşeyi açıkça özetliyor. TURK 102 "1Bu konuyla ilgili oldukça farklı bir bakış açısıyla ise bir hukuk dersimde karşılaştım. Daha ilk dersimizdi ve hukukun ne demek olduğunu, hukuksal sorunların neden kaynaklandığını tartışıyorduk. Ortaya ilginç bir bakış açısı atıldı. Aslında tüm sorunun sahip olma duygusundan kaynaklandığını varsayabilirdik. Bir şekilde herkes bir hakka ya da eşyaya sahip olmak istiyor ve bu elbette hukuki sorunları da beraberinde getiriyor. Herşeye sahip olma isteği doyumsuzluğu ortaya çıkarıyor. Birçok duygudan bahsettim yukarıda ama hepsinden önemli olan tek şey paylaşmanın verdiği mutluluk. İnsan ister bunu vicdanı sorumluluk olarak yerine getirsin isterse de karşılıksız olarak yapsın yinede bu yapılan paylaşım insana sonsuz bir huzur hissi veriyor. İstek ve ihtiyaç ayrımına göre paylaştıklarımız sadece isteklerimiz bile olsa çok şey değişir. Herkes hayattan çok şey bekler. Kimi bunları hazır bulur, kimi kazanır kimi de talihsizce bunlara sahip olamaz. Hayat hepimize eşit ama bazılarına daha eşit diye bir söz duymuştum. Tartışmalı ama tamamen yanlış sayılmaz. Belkide insan sadece elindekiyle yetinmeyi bildiği zaman ve paylaşmayı öğrendiği zaman mutlu olur. İnsan ne ile yaşar? İnsan bu hayattan ne ister? Bu soruların tek bir cevabı var insan tatmin olduğu kadarıyla yaşar. KAYNAKÇA: TOLSTOY, İNSAN NE İLE YAŞAR?, İSTANBUL: ODA YAYINLARI, 8. BASKI TURK 102 "2
NEŞE GÜNEŞ 21302319 HOŞ SOHBET Sevinçlerle ve üzüntülerle geçen ömrümüzde insanoğlu olarak bizim en büyük ihtiyacımız bu anlarımızı çevremizdeki ailemizle ve arkadaşlarımızla paylaşmaktır.Ailemizdeki kişileri kendimiz seçemesek de dostlarımızı ve arkadaşlarımızı zaman içerisinde kendimiz seçiyoruz.Bu dostlarımız ve arkadaşlarımız bazen biz farkında bile olmadan kelebek etkisiyle bizim düşünce yapımızı mutluluğumuzu ve hatta geleceğimiz etkiliyorlar.Onlarla sohbet ederken enerjilerinden etkileniyoruz, fikir alışverişi yapıyoruz ,mutluluğumuzu paylaşıp iki katına çıkarıyor ve üzüntümüzü paylaşıp teselli buluyoruz.Fakat bunları yaparken bazı insanlardan iyi yönde bazılarından ise kötü yönde etkileniyoruz.Pozitif, neşeli ve hoş sohbet bir insanla ettiğimiz muhabbet bizi psikolojik olarak iyi etkiliyor ve hayatımıza olumlu bir şekilde etki ediyor. Arkadaş seçmek bence yeni bir ev seçmeye benzer. Hoş sohbet ve ılımlı bir arkadaş benim için güzel güneş alan ferah bir eve benzer.Bu yüzden benim arkadaş seçerken en çok dikkat ettiğim şeylerden biri güvenden sonra gelen hoş sohbet olup olmamasıdır. Amaçlarımıza ulaşmaya çalıştığımız bu yorucu okul ve iş hayatında dostlarla ve arkadaşlarla yapılan güzel bir sohbetten daha dinlendirici başka bir şey yoktur. Hele bir de çay içerken yapılan dedikodu bence açıklanamaz bir şekilde insanı çok mutlu eder.Hepimiz biliyoruz ki gerçekten güzel muhabbet eden, bizi anlayan ve gerçekten samimi olan bir dosta sahip olmak çok büyük bir şans haline geldi.Şükürler olsun ki hayatımın değişik zamanlarında beni sohbetleriyle, esprileriyle mutlu ve motive eden arkadaşlarım hep oldu.Ve ben inanıyorum ki bu arkadaşlarım hem benim başarımı hem de psikolojimi hep iyi etkiledi.Etrafımıza baktığımızda da mutlu ve neşeli insanların hiç yalnız takılmadığını, iş ya da okul ortamı ayırt etmeden birkaç kişi bulup molalarda iki lafın belini kırdığını görüyoruz.Hem bir şeyler öğrenip ufuklarını genişletiyorlar, hem kafalarını dağıtıp deşarj oluyorlar hem de paylaşmanın verdiğini mutluluğu tadıyorlar. Geçen gün annemle aramızda muhabbetin ve arkadaşlığın ne kadar önemli olduğuyla ilgili bir diyalog geçmişti.Annem de muhabbetin insan psikoljisi için çok önemli olduğu konusunda benimle hemfikir fakat annem artık aradığı ortamları çok bulamadığını söyledi. Köyde doğup çocukluğunu köyde geçirmiş olan annem asıl güzel muhabbetin köylerde olduğunu, küçük yerlerde insanların birbirini daha iyi tanıdığını ve birbirleriyle daha çok zaman geçirdiğini söyledi. Annem küçükken sürekli evlerinde misafirler olurmuş, yediden yetmişe herkes salonda otururmuş ve baldan tatlı bir muhabbet dönermiş hep akşamları. Çay demlenirmiş kestaneler sobanın üzerinde ısıtılırmış ve nerdeyse tüm köyün dedikodusu yapılırmış. Herkes birbirini tanır nerdeyse birbirlerinin her şeyini bilirlermiş.Sadece dedikodu da değil herşey hakkında saatlerce konuşabilirlermiş.Ben bu insanları gerçekten çok şanslı görüyorum, üç günlük dünyada belki de en doğru şeyi onlar yapıyorlar. Kimin tarafından, nerede ve ne zaman çekildiğini bilmediğim bu fotoğraf geçenlerde karşıma çıktı.Bakar bakmaz ilk düşündüğüm şey “Oh ne güzel! Çay ve muhabbet.” diye düşündüm. Gerçekten samimi ve mutlu görünüyorlar bana.Tahminimce köyden çekilmiş fotoğrafta altmış ve seksen arasında yaşlara sahip bu iki amca oturmuşlar çay içip havadan sudan konuşuyorlar.İşleri güçleri büyük ihtimal bırakmışlar ve çoktan evlenip çocuk sahibi olmuşlar .Hayattan pek istekleri kalmamış hatta son yıllarını yaşıyorlar.O kadar yıldan sonra onların da mutluluğu bulduğu yer bu fotoğrafta çok belli ; arkadaşlık ve muhabbette. Nefes almaya devam ettikçe sohbet edin, ettirin.Güzel sohbetleri kendi psikoloğunuz ve motivasyon aracınız haline getirin.Hatta hoş sohbet insanları bulun ve onlarla çalışmanın yollarına da bakın.Bol muhabbetli ve kahkahalı yaşam dileklerimle…
Zeynep Balioğlu 21600905 BÜYÜMEK Çok kısa bir zaman önce daha önce kendisini sevdiğimi ve anladığımı düşünmediğim biri bana ilginç bir soru sordu. Bana dedi ki, “Ne zaman büyüdüğünü hissettin?” Aslına bakarsanız, fazlasıyla basit bir soru. En nihayetinde üniversiteye kısmen yeni başlamış, hayatında son zamanlarda daha farklı sorumluluklarla yükümlü olan ve 20 yıllık kısa denebilecek hayatında ilk defa ailesinden ayrı yaşayan bir bireyim. İdeallerim ve hayallerim olması bekleniyor. Duyuyorum etrafımdakileri. “Ne yapacaksın? Bu okulun sonunda ne olacak?” diyorlar. “Hmm, İngiliz dili ve edebiyatı ha? İlginç bir seçim tabii ki, yani öğretmen olursun olur biter değil mi?” Oysa ben akademisyen olmak istiyordum diye geçirdim içimden, her seferinde. Bir gün yine aynı şey söylendi, öğretmen olacakmışım. Neden diye sordum, neden öğretmen olmak zorundayım. Aldığım cevap her ne kadar beni üzmüş olsa da şaşırtmadı, belki de aldığım cevaptan ziyade karşı karşıya olduğum çirkinliğe karşı hissiz olmam daha üzücüydü, inanın artık bilmiyorum. Bana dediler ki, “ Öğretmen olursun kesin, çünkü sen bir kızsın.” -“ Kız mı? Bunun akademik kariyerimle bir alakası olduğu konusunda sizinle hemfikir değilim.” -“Tabii ki alakası var, her zaman vardır! Araba bile kullanamıyorsunuz!” Bu cinsiyetimden ötürü yargılandığım, ezildiğim çoğu günün sadece bir kısmı bile değil. İlk “…ama sen bir kızsın...” kelimelerini barındıran cümleler bana yöneltildiğinde anlamamıştım. Oturuşum, konuşma şeklim, tavrım, sesim, ileride yapacağım işim, medeni durumum ve anne olmak istemem veya istememem, kendimi doğuştan biyolojik olarak barındırma şansına sahip olduğum cinsel organımla eşleştirebildiğim cinsiyetimden kaynaklanıyormuş meğer. Kadın olduğum içinmiş bütün bu bana anlatılan imkânsızlıklar. Küçükken fark etmemiştim bunun beni ne kadar zorlayabileceğini. Tabii ki sıkıyordu canımı, hoşlandığım çocuk bana vurduğunda o da senden hoşlandığı için sana vuruyor lafını duymak veya çok sevmeme ve oynamak istememe rağmen bir “kız” olduğum için parçası olamadığım basket maçları. Kız, kadın veya dişi olmak, nasıl hitap etmeyi tercih ederseniz, tanımlanma şekli bakımından ele alındığında bırakın ikinci sınıf vatandaşlığı, insanlık olarak bile görülmüyor kimilerince. Bunların hepsinin sorumlusu bacaklarımın arasındaki cinsel organımmış, öyle duydum, hala duyuyorum. Görünüşe göre duymadığım bir zaman dilimi de olmayacak. Her zaman korunması gerektiği düşünülen ve narin varlıklar olarak görülen kızlar, bir nevi hep küçük kalıyor dolayısıyla. İçinde büyütüldüğümüz kutucuklar yaşımız ilerledikçe ve biz bir şeyleri sorgulamaya başladıkça küçülmeye başlıyor. Kurallar katılaşıyor ve bazılarımızın umduğu, hayalini kurduğu bağımsızlık hakkı bize tanınmıyor. Dediğim gibi, insanlıkla bağdaştırılmıyoruz her zaman, dolayısıyla en doğal insan hakkı bize tanınmıyor. Bağımsızlık bir kadın için imkânsızlıktan da ziyade zaman zaman kötü bir eylem olarak gösterilir. Bir kadının bağımsız olması akıl almaz bir olay gibi görüldüğü için bazen, biz kadınlar da bunun kötü bir şey olduğu hissiyatına kapılıyoruz. Bu yazının esin kaynağı olan Lou Andreas-Salomé tarafından kaleme alınmış Arayışlar isimli kitabın ana karakteri de bu ikilemde kalmış. Sanılıyor ki bir kadın yeteri kadar güçlüyse ya da toplumun genel olarak çirkince ele alış şekliyle “çirkefse”, bu tarz bir ikilem söz konusu olmaz. Fakat bu doğru değil. Biz büyümemize, olgunlaşmamıza izin verilmezken, kendi arkamızı kolladığımızda ve sesimizi duyurmak için ciğerimizi yırtarken, haklarımızı elimizden geldiğince savunmaya çalışırken, sokaklarda üstümüzdeki kumaş parçasının karşımızdakine hissettirdiklerinden sorumlu tutulup öldürülürken ve tecavüz edilirken maalesef kalıyoruz bu ikilemde. Hayatta kalabilmek mi, korkunç bir yanlışı düzeltmek için canın pahasına savaşmak mı? Söylediğine bir hayli şaşırdığım arkadaşımın sorusuna dönersek, bir süre sadece bir kadın olmanın ve insanların bunu mazeret görerek bana ve hemcinslerime yaptıklarını düşündüm. Biliyordum etrafımda hayal edemeyeceğim kadar kötü şeyler yaşamış kadınlar vardı ve ben sadece bu yıkımların kırıntılarına tanık olmuştum fakat bu bile yeterikadar korkutmuştu beni. Arkadaşım bir cevap bekliyordu. “Zeynep?” dedi. Artık cevap vermek durumundaydım. “Büyüyemedim,” dedim. ”İzin vermediler, ama deniyorum. Hepimiz deniyoruz.”
Arda Eren Erdoğan 21602286 TEK KALE MAÇ Günümüzde endüstriyel bir spora dönüşen futbolun varoluşu eskilerin deyimiyle ‘’fi’’ tarihine kadar gidiyormuş. Homeros, Kaşgarlı Mahmut, Marko Polo gibi insanlar eserlerinde bu oyunun farklı biçimlerinden bahsetmişler. M.Ö 2500 diyen de var, Mısır piramitlerindeki resimleri futbolun atası sayan da. Anlaşılan binlerce yıldır insanı meşgul etmiş bu oyun. Otla samanla doldurulan keçi derisi ve farklı sayılardaki rakip insanlarla oynanan şen şakrak eğlence oyunu gitti. Yok artık. Yerini borsanın, paranın sloganları aldı. İlk başlarda takımlar kaçar kişiydi? Hakem kimdi? Ödül neydi? ‘’Golll’’ atmak erkeksi bir durum muydu bilinmez. Kapitalizmin zirve yaptığı günümüzde her ‘’golll’’daha çok borsa, daha çok para, daha çok erkek egemen yapı ya da daha çok yaşamı ve özgürlükleri unutma, unutturma durumu. Aklıma eski Portekiz Başbakanı Salazar’ın 3 F uygulaması geliyor. Fado,Fiesta,Futbol. Müzikle eğlendir, dinle uyut, futbolla coştur! ‘’Ben Portekiz’i böyle yönettim’’ demiştir hazret. Laf lafı açıyor ama futbol deyince öyle. Pandora’nın kutusu açtıkça başka şeyler çıkıyor. Saat sekiz... Stad tıklım tıklım dolu. Kırk sekiz bin kişi seyir yerlerinde. Milyonlar televizyon karşısında. Reklam şirketleri, futbolcu menajerleri, şirket patronları özel localarda, otel lobilerinde. Memur Erdal bey, işçi Recep, esnaf Osman, karısı yoğun bakımda yatan beyaz yakalı Hakan derken, herkes başlama düdüğünü bekliyor. O düdük kutsal bir düdük. ‘’İsrafil’in Sur’u ‘’ gibi kutsal. İlk ve son düdük çok önemli. Başlangıç ve bitiş... Kurtuluş bu düdükte. Oynanan ‘’iddaa-loto’’ bahisleri kurtuluşu getirebilir. ‘’Kartal gol gol gol’’, ‘’Ölmeye ölmeye ölmeye geldik’’ ‘’Vatan , millet, futbol’’ Yirmi iki kişinin kıran kırana mücadelesi başladı. Top bir o kalede bir bu kalede. Maç çift kale. Her ne kadar da siyah formalı takım maçı mavi formalı takımın sahasına yıksa da, çift kale maç. Siyah takımın taraftarları çok mutlu. ‘’ Maç tek kale geçiyor, eziyoruz be kardeş’’… Ezen kim ezilen kim? Salazar’ın 3F kuralı geliyor insanın aklına. Siyah takımın siyahi oyuncusu beyaz arkadaşının verdiği asistle güzel bir ‘’gollll’’ attı. Bu oyuncunun bonservis bedeli on milyon avroya yükseldi o an borsada. Goller geldikçe borsa davul zurna düğün yapıyor. Ölmeye ölmeye geldik, gollll diye bağıran emekli memurun aklına tek kale maç takıldı birden. Sahada iki takım var ama, maç orta çizginin deniz tarafındaki bölümde geçiyor. Sanki bütün maçlar böyle . Hayır, İspanya ligi, İngiltere ligi böyle değil mi? Orada borsa para yok mu? Hala gazozuna ya da kaybeden ötekileri eve kadar sırtında taşır için mi oynanıyor?Devletler, şirketler hayır adına mı milyarlarca dolar harcıyor bu işe ? Hatta bilim adamları topun renginden, ağırlığına, ham maddesine kadar nasıl yapılacağına özenle çalışıyorlar. Hangi kupada ne tür bir top, hangi furbolcuya nasıl bir ayakkabı? Hepsi bilimin ilgi alanı içinde. Galiba insanlık en çok savaş ve futbola zaman ve para harcıyor. Yoksa ikisi de tek kale maç olduğu için mi bilinmez. Evet hep iki kale bir top var sahada. Ama o top hep ‘’güçlü’’ olan takımın ayaklarında. Diğer takım sadece figüran görevi yapıyor. Savaşlar da öyle değil mi? Biz ciğerlerimiz patlayıncaya kadar bağırıyoruz. ‘’Gollll’’! Bu işe büyük sermaye koyanlar yine büyük paralar kazanırken, kaybediyoruz. Golleri biz yiyoruz. Her yediğimiz gol bize enflasyonu, özgürlüklerimizi, aşkımızı, doğayı unutturuyor. Son kuruşumuzu futbol endüstrisi daha çok kazansın diye harcıyoruz. Keşke amaç gerçekten eğlence olsa. Diyecekseniz ki yaşam zaten ‘’tek kale maç’’ değil mi? Sadece futbol mu böyle? Evet! Yaşam kocaman bir stadyum . Peki hep seyirci olmak zorunda mı insan? Hep defansa çekilip gol yemek zorunda mıyız? Karar vermek bize düşmez mi? Üç F in sıkıcı çemberi içinde tek kale maçın edilgen oyuncusu olmak zorunda mı insan? Soruları çoğaltmak mümkün. Bol gollü maçlar olsun efendim! Sağlıcakla…
Ömer Vetem Gölgeyi Süpüren Mevsim Sabahları insana huzur verir yağmurun etrafı sulaması. Huzurla uyanırım çiçekler her renklendiğinde. Göçmen kuşlar döner geri, öter her sabah uyandırır hoş sesiyle. İnsanlar sandalyelerini almış parka akın ederler çekirdek ve kolasıyla. Sohbetler şenlenir yağmurdan ıslanan ve yeşillenen çimler. Anneler bahar temizliği yapar kokulu deterjanlarla ve renkli bezlerle. Neşe kaplardı içimi her ne zaman çiçekleri koklasam. Ancak o mandalina ağaçları yok mu? Parfüm gibi sokağa koku salar kendine has bulunmaz kokusuyla, işler insanın tenine ve o hoşluğu deneyimlerler. İnsanlar artık balkonlarında yemek yerler. Çocuklar aşağıya yine top oynarlar okuldan döndüklerinde. Boyar insanın kıyafetini ilkbahar her kapıyı çaldığında. Çiçekler bir portre gibi dağılır her köşebaşında. Seyirci olur insanın kavgalarına, yorgunluğuna, sevinçlerine. Eşlik eder sahile doğru yürüyen insanlara. Gençlerin eğlencelerine, müziklerine tanık olur ilkbahar, dışa vurdurur gençlerin içindeki heyecanı, adrenalini. O karanlıkların, iç karartıların yerini artık keyif, şenlik almıştır. Güneş artık bir ışık olmuştur küskünlerin, mağdurların içini ilkbaharda. Her şey tersine dönmüştür artık insanın gönül gözünde. Yağmurlar artık müjdenin habercisi olmuştur bahçelere parklara. Kalem gibi boyar ağaçların çiçeklerini. İnsanoğlu demlenir artık her gözünü açtığında, karabasandan uyanmışlardır artık. Tünelin sonu ışık derler ya o misali kavuşturur herkesi mutluluğa, zevke sabahleyin. Ama ilkbaharın ışığı asla insanın gözünü kamaştırmaz. Her şeyin ortasıdır ilkbahar; ne yaz sıcakları gibi kasıp kavurur insanı, ne de kış soğukları gibi insanın suratını parçalar. Cennet bahçesinde gibi olursun gezersin köşe bucak yemyeşil yerleri. Keşfedersin bütün güzellikler, esrarengizlikleri. İyileşirsin, kendine gelirsin. Yeni bir güzelliğe adım atarsın ilkbaharda. Yüreği bayram eder insanın her ne zaman ilkbaharda sahil kenarında oturduğunda. Kiraz ağaçlarının rengini bulduğunda, unutuverir insan derdini, oturur çayını içer çiçeklerle çevrili çay bahçesinde. Renkli kelebekler, arılar döner durur yürümeyi yeni öğrenmiş çocuk gibi. Mevsimlik işçi gibi insana hizmet ederler. Dost olurlar, kardeş olurlar bu mevsimde. Pikniğe giden insanlara arkadaşlık ederler. Yaşamı sular bir hortum gibi, şelale gibi… Yazın ve güzel gerçeklerin habercisidir ilkbahar, kuşlara haber verir iyiliklerin, güzel sohbetlerin ve hep beraber olmaya dair. Festivallerin ve güzel atmosferin habercisidir ilkbahar. İnsanlar sabahları yürüyüş yapmaya başlar bu mevsimde, sanatçılar belirir her adımda, gençler alır sandalyelerini ilkbaharda. Bir manzara bırakır her insan. Hoş bir gürültü yayılmaya başlar sanki canlanmanın işaretiymiş gibi. Göller barajlar dolar, insanın yüreğine su serper gece gündüz. Taze taze akar şelaleler her gittiğimde. Yaseminlerin kokusu etrafa yayılır. Teyzeler çay ve kurabiye getirir her baharın ilk günü. Bütün sıkıntılarımdan arınırım artık, ayna olur bana ilkbahar, tabip gibi tedavi ederbeni. Sabahları artık kuş cıvıltılarıyla, açık bulutların sesleriyle uyanırım. Tayyarelerin sesi artık kulağa daha hoş gelmiştir. Zorlukların artık bittiği, yenilenmenin başladığı dönem oldu her zaman. Her nefis uyanır artık, seslerini duyurur her yerden. Evlerin perdeleri artık açılmıştır. Bağrışmalar artık müzik sesi gibi gelir kulağıma. Esnafları her bahar gördüğümde Güleryüzleri benim için bir yoldaş olmuştur her ilkbahar sabahı evden çıktığımda. Selam verirler, çay ikram ederler o güzel ve eski esnaf çarşısında. İlkbahar insanı güldüren en güzel mevsim. Uçurtmalar uçururduk ilkbaharda, o zaman çok küçüktüm ama o güzelliği hissedebiliyordum. Hiç unutmam o günleri her ilkbahar günü ormana her gittiğimde. Oyunlar oynardık arkadaşlarımla okulun her düzenlediği piknik gününde. Amcalar yakardı ateşi, pişirirdi etleri. Paylaşırdık bütün yemeğimizi, sevgimizi, anılarımızı. Geriye dönüp baktığımda değerini şimdi anlıyorum ilkbahar günü. Ramazan günleri olurdu ilkbahar mevsiminde, iftarı sahilde ve sade bir hava eşliğinde. Hiçbir şeye değişmem o aldığım tadı ve sohbeti. Ezanların sesi ise farklı gelirdi iftarda. Resmini çizebilseydim o günlerin, şüphesiz bütün ömrümü o zamanları çizmekle adardım. KAYNAKÇA: JULİA TİMUR (DAĞLARDA İLKBAHAR) (2010) RESMİ.
Cihangir Altuğ Taş Hayatta Kalma Rehberi “Kelime: Kelime acıtır. Hacmi, ağırlığı, dokusu vardır. Tene değer ve keser. Öldürebilir de.” (Bekiroğlu, 2014) diyor Nazan Bekiroğlu. 20 yaşına basmama birkaç ay kala vücut imajı ve beni ben yapan psikolojik temellerimle uzun bir savaşın sonuna gelmiş bulunmaktayım. Hayal gücü geniş bir çocuktum. Düşünürdüm. Hatta gereğinden fazla düşünürdüm. Çevremdekilerin herhangi bir hareketi hakkında bin bir türlü hikâyeler uydurabilirdim. Gün geliyor kocaman, meraklı gözlerle baktığınız dünyada hayatta kalabilmeniz bile bir sorun teşkil ediyor. Kafanızı kurcalayan onca soruyla baş edebilmek için çeviriyorsunuz kafanızı bir yerlere. Kendinize çeviriyorsunuz. Masallar okuyarak büyümüş biri olarak kendime bir gün o ürpertici soruyu sordum. “Her gün bir yazar tarafından hayatının hikâyelendirildiğini düşün ve dinle, böyle bir kahraman olmak ister miydin?”. Kendimi böyle bir soruyla karşı karşıya bıraktığım için kendimle övünebilirdim ancak olaylar böyle gelişmedi. Çünkü cevabım “Hayır” idi. Bu cevabı vermemin asıl sebebi kesinlikle türlü türlü maceralar yaşamamak veya önemli başarılar elde edememek değildi. Kelimelerle yontmamıştım kendimi. İçimdeki beni ben bile tanımıyordum. Yazara malzeme verememiştim ki… İntihara sürükleyen bir boşluk bu… İnsan kaybettiklerinin acısını çekermiş hep. Yalan. Kendimi bulamamışken onun acısını çekmek de neyin nesi o zaman? Var olmayanların acısını yaşamak da benimkisi. Daha sonra zaman geçti. 12-13 derken kendimi ergenlik yıllarımda buldum. Duygular ve fikirlerimin derinliği yaşadığım boşlukla birleşince kendime bir rehber edinmek zorunda kaldım. Bu, aile üyelerinden veya arkadaşlarından birini örnek almak gibi bir rehberlik değil. Kapkaranlık ve soğuk bir labirentte tek başına çıkış bulmak gibi. Ama unutmamalıydım, her yol benim yolum olabilirdi ve her kapı benim çıkışım olabilirdi. Savrulmadan yolunu bulabileceğin bir yola rehberlik etmek zorundaydım. Kendimin rehberi olacaktım. Hayatta kalma rehberi…Cihangir Altuğ Taş Hâlâ tecrübelenmekte olan yegâne mirasım; özgüvenim… Dünyaya iz bırakan insanların yolu her zaman özgüvenden geçmiştir. Birilerine meydan okuyun demiyorum. Kendinize meydan okuyun. Bir yerlerde size “Bunu yapamazsın. Bırak başkası yapsın.” diye kesin uyarılar veren bir ses var. Kabul etmeliyim ki ilgi ve yeteneklerinizi göz önünde bulundurmak, bir şeyi yapabilenlerin yapmasını sağlamak bir özveri göstergesidir. Ancak denemek zorundasınız. Hayat felsefesi size ışık tutan insanlar yapıklarını deneyerek tökezleyerek öğrenerek bunu yapıyor. Özgüven, bir gün herkesten iyi ertesi gün ise dünyanın en gerekmeyen baloncuğu olduğunu söyleyen hislerden uzaklaşmanı sağlayacak, yürüyüşüne bile bir cazibe ve ilgi katacak, ölü, görünmez gibi hissetmeni engelleyecek ve sonunda önemli biri olduğunu anlayacaksın. Konuş ve yaz. Nasıl hissettiğini, neleri kafayı taktığını, neyin sana iyi/kötü geleceğini hiç vakit kaybetmeden not al. Sesli konuşurum ben. Hata yaptığımda itiraf ederim birden yüzleşirim kendimle: “Hata yaptın. Bunu düzeltmek için ne yapmalısın şimdi onu düşün.”. 17 yaşındaki benle konuşurum. Yaşadıklarından, acılarından ders çıkarırım. Daha sonra onları 30 yaşındaki bana anlatırım. Ne yapmalı, ne yapmamalı ya da ne yapmış olmalı. Hedefler zinde tutar. Her gün oku. Her şeyi oku. İlham kaynakları edinmekten asla çekinme. Belki bir ağaç, yazar, kitap, yemek… Her şey ilham kaynağın olabilir. Benim ilham kaynağım sonbahar ve şarkı sözleridir mesela. Kendinle sosyalleşmen gerektiği gerçeğini asla unutma. İlham kaynaklarından aldıkların kendinle sosyalleşirken içinde şekillenecek. “Sonunda, somut bir şey oluyor içimde!” diyeceksin. Yalnızlığın hariç her şeyi paylaş. Yalnızlık korkusunu aklından bir an önce çıkar. Teknolojik aletlerden uzak kendine en az yarım saat vakit ayır. Düşün, şükret, teşekkürü dualardan asla eksik etme. Rüyalarına da etki edecek bu. Yoğun ve hareketli rüyalar güne daha yorgun başlatır beni. Her şeyden herkesten uzak vakit ayırabilmem bu rüyalardan uzaklaşmamı sağladı. Bunu denemelisin!Cihangir Altuğ Taş Hayatta kalma rehberimin en sevdiğim sözlerinden biridir “Böbürlenme, kibirlenme, abart, çoğalt, parlat…”. Korkmaktan korkma. Duygularını tanımla. Vücudunla bütünleş. Vücut, nasıl bir mikropla karşılaştığında pasif bir direniş başlatıp aynı mikrop ile ikinci bir karşılaşmasında dirençli davranıyorsa duygularını tanımlamak sana aynı direnci aşılayacaktır. Olaylar karşısında neler hissettiğini belirle. Kendi sözlüğün olsun bu rehberde. Böylece beklemediğin bir zamanda beklemediğin bir olay yaşadığında ruhun olması gerektiğinden daha kararlı davranabilecek. Duygularına ve bilincine sahip çık. Onlar seni insan yapan temel ögeler. Bu yolda insanlarla sağlam temelli bağlar kurmaktan kaçınmamış olacaksın. Üzülmek bile bir süre sonra eğlenceli gelmeye başlayacak. Sindirmiş olacaksın hislerini. Her duygunun bir geçiş evresi, her geçiş evresinin de sadece bir süreçten ibaret olduğunu anlamış olacaksın. Yazımın başında da bahsettiğim gibi, her birimizin kendine ait bir yolu var. Rastgele sapmalar, yavaşlamak gerekirken koşmak veya tam hızlanacağın sırada geri adım atmak bu yolu çekilmez kılar. Boşluklar oluşur içinde. Ardından yitip giden ümitler, gerçekleştirilememiş hayaller… Bu boşlukları doldurmak senin elinde. Kelimelerle doldurun o boşlukları. Canınız yanacak belki ama hayatın başkaları tarafından gösterilmeyen gerçeklerini görünce “iyi ki” demekten başka elinize bir şey geçmeyecek. Kaynakça Bekiroğlu, N. (2014). Kelime Defteri. İstanbul: Timas Yayınları.
Asrın Yaylacı 1 Esaretin Bedeli Mahkûmlar hakkında söylenmesi âdet haline getirilmiş ve benim işitmekten büyük keyifsizlik duyduğum birtakım kalıplaşmış tümceler vardır: Onlar bir daha güneş ışığını göremeyecek, mevsimlerin değişimine tanıklık edemeyecekler! Kanımca bu tümceler hür insanlar üzerinde oldukça ilgi çekici bir şekilde tesir eder. Böylelikle insanlar mahkûmlara karşı korku ve belki de nefret duymanın yanında güçlü bir acıma duygusu da hissederler. Eh, bu duygunun yersiz olduğunu söylemek bayağılık etmek olur. Zira dağların, tepelerin, binaların ardından yükselen ve bu düzeni hiç aksatmadan sürdürmeyi düstur edinmiş olan güneşi bir daha göremeyecek olmak hepimizin yüzümüzü buruşturmamıza ve bunu hayal dahi etmemizi imkânsız bulmasına sebebiyet vermez mi? Peki ya mevsimler? Bir yaprağın gün geçtikçe halden hale girmesini göremeyecek olmak aldığımız her bir nefesi anlamlı bulmaya yeter mi? Stephen King ve Frank Darabont gibi başarılı isimlerin senaryosunu yazdığı Esaretin Bedeli adlı filmde birçok kişinin önem vermediği fakat beni her izleyişimde derin hüzne boğan bir sahne vardır. Mahkûmlar ağır koşullar ve öfkeli gardiyanlar eşliğinde aynı rutini sürdürmek zorunda bırakılırken bir gün onlara açık havada, hapishanenin çok uzaklarında yapılacak bir iş için gönüllülere ihtiyaç duyulduğu söylenir. Aslında verilen işin öncekilerden pek de bir farkı yoktur. Hatta öncekilere kıyasla daha da fazla fiziksel güç gerektirmektedir. Buna rağmen haberi alan mahkûmlar gönüllü olmak için âdeta birbirleriyle yarışırlar. Onların umursadıkları şey ne iş ne de bunun sonucunda duyacakları müthiş kas ağrılarıdır. Bütün bunlardan uzak, tek ve basit bir sebep bütün bu kalabalığın pür dikkat kesilmesine ve bağrışmaların arasında kendi isimlerini umutsuzca haykırmalarına yol açabilir: Yeniden güneşi görüp rüzgârı tenlerinde hissedebilmek! Özgür insanlar ile mahkûmlar arasındaki çizginin giderek önemini yitirdiği, hatta yok olduğu kanısındayım. Çoğu kez aslında yer değiştirmiş olduğumuzu bile düşünürüm. Bu düşüncelerime sebebiyet veren soru aslında hür bireyler olarak günlük yaşantılarımızdaki davranışlarımızdan kaynağını alır: Mahkûmların “dışarıdaki hayat”ı görme fikrinden duydukları sarhoşluğu özgür bireyler olarak bizlerin algılayabilmesi mümkün müdür? Yoksa bu çoktan bizim hayatlarımızın da bir parçası haline gelmiş olabilir mi?Asrın Yaylacı 2 Bunu iyi kavrayabilmek için günlük yaşantımıza şöyle bir bakmamız yeterli olacaktır. Her gün kendimizi hapsettiğimiz işyerimize, okulumuza gidebilmek için bir yığın kargaşanın arasından geçmek durumunda kalırız. Bu kargaşaya trafik, toplu taşımadaki olağan bir kavga yahut zamanında yetişemeyecekleri için hayıflanan insanlar sebebiyet veriyor olabilir. Bütün bunları aşıp günlük rutinlerimize, katı âmirlerimize ve disiplin aşkıyla yanıp tutuşan öğretmenlerimize yeniden kavuşabilmek adına adeta birbirimizle yarışır, vaktinde varabilmek için hiç durmadan çabalarlarız. Bu süreçte yanlarından öylece geçip gittiğimiz ve bizleri esas mutlu edebilecek şeyleri, mesela havanın ne kadar güzel, rüzgârın ne kadar nazik estiğini, dün yemek istediğimiz tatlının pastanecinin maharetli elleri arasında şekillenmekte olduğunun farkına bile varmayız. Çünkü ne güneşi ne rüzgârı ne de hayata ilişkin küçük detaylara ayıracak zamanımız vardır. Tatil zamanını iple çeker, güneşin altında tembelce yatacağımız günlerin hülyasına dalarken belki de parmaklıkların ardındaki bir mahkûmla aynı düşe sahip olduğumuzu aklımızdan hiç geçirmeyiz. Bir kutudan diğerine geçer durur, ancak bir mahkûmun penceresinden görebileceği kadarıyla dünyayı görüyor olmanın katlanılamaz anlamsızlığının farkına bile varmayız. Hayatlarımız masmavi gökte parlamakta olan güneşi tenimizde hissetmek, sebepsizce yüzümüze sıcak bir gülümseme yerleştirmek ve bu anlamsız koşuşturma içerisinde sıradan bir piyon olmanın ötesinde hayaller kurmak için kısa değildir. Fakat ardında yaşamakta olduğumuz parmaklıkları aşıp kendimizi aslında olduğumuz hür insanlar haline getirmedikçe hatalarının bedellerini ödemekte olan bir mahkûmdan farksız olacağız. Umulur ki her birimiz bugün pencerelerimizi ardına kadar açıp temiz havayı içimize çekerken kendimize ısmarlamış olduğunuz o tatlıyı yiyor, hayatın değişmez gibi gözüken düzeni içinde zincirlerini kırmış hür bireyler olarak yaşıyor oluruz! Çünkü esaretin bedeli daima taşıyabileceğimizden çok daha ağırdır. KAYNAKÇA Darabont, F. (Yöneten). (1995). Esaretin Bedeli [Sinema Filmi].
Alperen Tercan İnsan Cinsinden Denklemler Yine mülteciler konuşuluyor tüm dünyada ve Türkiye’de. Aklı alametifarikası edinmiş Batı hesaplamalara girişti köşeye sıkışınca. Şimdi karmaşık denklemler yazıyor bilinmeyeni insan cinsinden. Hesapların sonucunda anlaşılacakmış kaç insanın ölümden kurtulmaya hakkı olduğu. Aklımız ermiyor tabii büyüklerin işine, ama soruyoruz yine de çocukça: Denklemin öte tarafında ne var, insanların hayatı ile karşılaştırılabilecek kadar önemli olan nedir? Cahilliğimizi yüzümüze vururcasına cevap veriyorlar, biz de biraz böyle basit bir şeyi bilmemenin mahcubiyeti ile biraz da yeni bir şey öğrenmenin mutluluğuyla teşekkür edip ayrılıyoruz. Biz de başlıyoruz hesaplamalara, ama bir aksilik var. Birimler tutmuyor birbirini. İnsan cinsinden çıkıyor bir taraf öteki ise Euro cinsinden. Hocamıza nerede hata yaptığımızı sormak için öteki “zirve” yi beklerken boş durmayalım deyip Lucette Valensi‘ nin kitabına uzanıyoruz. Güncel konulardan bahsediyor: Avrupa’daki Müslümanlar, bunların toplumdan dışlanmaları gibi. Sonra İspanya’ dan sürgün diyor. Bir an duraklıyor, neden sonra kapağa bakmayı akıl ediyoruz: Avrupa'da Müslümanlar 16.- 18. Yüzyıllar. Kıvılcım gibi bir soru çıkıyor ağzımızdan: Eskiden de mi? Sonra bir kandilin fitili alev alıyor aklımızda, yağ yerine çayla besliyoruz ateşini. Mesele insan ya da Euro değilmiş meğer. Bu terazi hiçbir zaman düz zemine konmamış ki anlayalım ne taraf ağır basıyor. Hep nefretin, öfkenin, düşmanlığın sarp yokuşlarında duruyor terazi. Bundan dolayı insan kefesi havada kalmaya mahkûm. Refah meselesi bile sırf “Boş kefe nasıl ağır basıyor, baba?” diye soran masum sabiye verecek cevabımız olsun boş durmasın diye konulmuş karşı kefeye. Hepsi bahane aslında. Eski zamanlardan beri bir türlü aşılamamış aradaki uçurumlar. Kimisi sadece nefret duymuş içinde, sürmüş çıkarmış Müslümanları düşmanca. Bazısı ise açıkça düşmanlık hissetmemiş, ama inanmamış da Hristiyan olmayanların o topraklara uyum sağlayabileceğine, fazlalık görmüş onları. Tehdit görmüş, ur görmüş. İşte şimdi yine karşı kefeyi dolu göstermek istiyorlar başkalarına ve kendilerine. Şaşırmayın, tabii ki kendilerini de kandırmak istiyorlar. Refah diyorlar, toplumsal barış diyorlar, güvenlik diyorlar. Yoksa ayağı sıkışmış köpeğe kıyamayanlar, insanların sefalet ve açlık bataklıklarında boğulmalarına nasıl göz yumabilir? Bunları düşünürken ulak acı bir haber getiriyor. Fransa’da 100’ den fazla “insan” hayatını kaybetmiş, bir hiç uğruna. Ve şeytanı görüyorum hayal âleminde el bağlamış, selamlıyor bu işi yapanları ve alkış tutanları. Birkaç saat içinde anlaşılıyor ki teröristler sadece Paris’ teki insanları değil, Halep’ ten, Trablus’tan kaçmaya çalışanları da öldürmüş. Hatta artık Avrupa’ ya eskiden yerleşmiş olanlar da rahat olamayacak muhtemelen. Hakikate açılmasına ramak kalmış gözler yeniden kapanacak.Son sözüm de bize. Biz ne zaman unuttuk yardım etmeyi? Yardımın ne olduğunu? İnsanlarla konuşuyorum, insanlar duyuyorum. Yardım ediyoruz ama bize ne faydası olacak diyenler var. Biz onlara yardım ettik ama onlar hâlâ minnet duymuyor diyenler, zaten ülkenin ekonomisi yeterince iyi değil bir de bunlara yardım ediyoruz diyenler var. Buna yardım denir. Karşılığında bir şey beklenmez. Bir teşekkür bile olsa eğer beklentiye giriliyorsa o artık ticaret olmuştur. Elbette yardım edilenler nankörlük etmemeli. Ama orası bizim meselemiz değil ki. Ayrıca biz atalarımızdan yarım ekmeği bölüşmeyi, kendimiz aç yatıp misafiri doyurmayı öğrendik. Kabul, mantık yok bunlarda. Ya da asıl mantıklı olan budur, belki. Ütopyaların anahtarları saklıdır burada. Kim bilir, bu yüzden çok uzak belki de ütopyalar bize. Sözlerim yanlış anlaşılmasın. Elbette, güvenlik önlemleri alınsın, yardımlar etkili kullanılmaya çalışılsın, diğer ülkelerin de ellerini taşın altına koymasına uğraşılsın… Daha yapılabilecek ne varsa yapılsın. Ancak son adım atılırken insan hayatının karşısına başka hiçbir şey koyulamayacağı unutulmasın. Zaten terör insan hayatına rağmen bir şey yapmak değil midir aslında?
Kamil Kaan Erkan AMERİKA MACERAM Bu sene neredeyse bütün yaz Amerika'daydım. Büyük ihtimalle daha önce duymuşsunuzdur bu izlenceyi. Genelde üniversite öğrencilerinin yazın para kazanmak ve kazandığı parayla gezebilmek ve aynı zamanda da dillerini geliştirebilmek için katıldığı bir izlence (Work & Travel). Sene içinde ilk arkadaşım ortaya attı bu Amerika’ya gitmek fikrini. Beraber gidersek ne kadar eğlenceli olabileceğinden bahsetti. Fakat daha sonra bazı sorunlardan dolayı vazgeçmek zorunda kaldı. Arkadaşım vazgeçtikten sonra da başlarda ben de vazgeçmeyi düşündüm. Çünkü neden vazgeçmeyeyim ? Bütün yaz boyunca evimde rahatça yatma, istediğim zaman uyuyup istediğim zaman uyanma şansım varken neden bütün yaz boyunca çalışmayı tercih edeyim ki ? Fakat daha sonra düşündüğümde tam da bu yüzden katılmam gerektiğine karar verdim. Her zaman rahatı tercih etmemek ve gerektiğinde zorluklara katlanabilmek. Çünkü neredeyse bütün hayatım boyunca her ne kadar mantıklı hareket etmeye çalıştıysam da genel de duygularımın etkisinde kalarak hareket etmiştim ve zor karşısında kolayı tercih etmiştim. Mesela en basitinden; sınavların yaklaştığı dönemlerde ders çalışmayı sürekli ertelemek ve sınavdan bir iki gün önce çalışmaya başlamak ya da verilen ödevleri sürekli ertelemek ve zamanında yetiştirememek gibi. Hatta bu yüzden geçen dönem boyunca insanların gerçekten özgür iradesinin var olup olmadığını düşünmüştüm ve bununla ilgili bir yazı bile yazmıştım. Çünkü o zamanlar, insanların özgür iradesinin olmadığını, yani insanların davranışlarının aslında kendi denetiminde olmadığını ve her ne kadar davranışlarını değiştirmeye çalışırlarsa çalışsın davranışlarının değişemeyeceğini düşünüyordum. İnsanın, aslında hayatı boyunca edindiği tecrübelerin bir bütünü olduğunu ve davranışlarının nedeninin altında da bu edinilen tecrübelerin yattığını ve bu yüzden, kendimi değiştirmek istersem bunun ancak yeni tecrübeler edinerek mümkün olacağını düşünüyordum. Demek istediğimi özgüvensiz bir bireyi düşünerek daha rahat anlayabilirsiniz. Zamanında insanların kendisine kötü davranmasından dolayı -yani insanlarla ilgili kötü tecrübeleri olmasında dolayı- kendisine olan güveninin azalması ve davranışlarının buna göre değişmesi ve bu yüzden, toplum içinde rahat konuşamaması, insanlarla zor samimiyet kurması, dışarı çıkmak yerine evde kalmayı tercih etmesi gibi. Bazı insanlar, bunların bireyin kendi tercihini olduğu -yani özgür iradesi olduğunu- söyleyebilir ancak asıl olan, bunlarının bireyin edindiği tecrübelerin sonucu olmasıdır. Daha önce edindiği kötü tecrübeleri tekrar tecrübe etmemek için içgüdüsel olarak bu olaylardan kaçınmasıdır. Benim durumumda ise bu zorluklardan ve başarısızlıklardan kaçınmaktı. Bu yüzden -içgüdüsel olarak- ders çalışıp da sınavda başarısız olup kendimi başarısız birisi gibi görmektense, ders çalışmadan sadece sınavdan başarısız olmayı tercih ediyordum diyebilirim. Çünkü hem ders çalışmamak daha kolaydı -böylece zorluklardan kaçınabiliyordum- hem de ders çalıştığım halde başarısız olma gibi bir durumla karşı karşıya kalmıyordum -girmediğiniz bir yarışı kaybedemezsiniz-. Evet, kulağa biraz saçma geldiğinin farkındayım ancak durumum buydu. Bu yüzden de bu izlenceye katılmam gerektiğini, çünkü bunun benim için bir sosyal deney olacağını düşündüm. Bu sosyal deneyle insanların gerçekten kendi davranışları üzerinde ne kadar etkisi olduğunu, insanların kendi sınırlarını ne kadar zorlayabileceklerini görebilecektim. Ayrıca bunun yanında hayat tecrübesi edinmem için iyi bir şans olduğunu düşündüm. Çünkü bana göre hayattaki en önemli şeylerden birisi de hayat tecrübesiydi. Hayat tecrübesini, size hayata karşı bağışıklık kazandıran bir aşı gibi düşünün. Çünkü hayat tecrübesi, hayata karşı daha güçlü ve dayanıklı olmanızı sağlar. Bunu, vahşi doğada yaşayan aslanlarla hayvanat bahçesinde yaşayan aslanları kıyaslayarak ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Bu yüzden -eğer kendimi geliştirmek ve hayat tecrübesi edinmek istiyorsam- hayata balıklama atlamam gerektiği, ilkKamil Kaan Erkan başta her ne kadar soğuk gelse de zamanla alışacağımı biliyordum. Eğer balıklama atlamasaydım belki de hâlâ bu izlenceye katılmayı erteliyor olabilirdim. Oraya gittikten sonra ne oldu ? Neler değişti ? Deneyim beklediğim gibi sonuçlandı mı ? Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Ben bile bu kadar bu kadar dayanabileceğimi düşünmüyordum. İlk işim, bir restoranda garsonluktu. Şehirden epey uzakta ve eyaletler arası yolda olduğu için burası genelde tatile giden ya da tatilden dönen ailelerin uğradığı bir yerdi. Kaldığım yere de oldukça uzaktı. Bu yüzden, her gün neredeyse 16-17 kilometre yolu bisikletimle gitmek ve bu mesafeden dolayı da her gün sabah 06.00'da kalkmak zorundaydım. İlk başlarda her gün bu kadar yolu gelip gidemem ve bu kadar erken kalkamam diye işimden ayrılmayı ve daha yakın bir yerde iş bulmayı düşündüm. Fakat daha sonradan buraya asıl geliş nedenim zaten bu olduğunu, bu yüzden kendimi zorlamam gerektiğini, zorluklardan kaçmamam gerektiğini ve ancak korkumla yüzleşerek bu sorunumu aşabileceğimi hatırladım. Her gün, "Bugün işteki son günüm, bugün kesin ayrılıyorum." diyerek işe gittim ama işimden ayrılmadım. Hatta daha sonra başka bir yerde daha -bir pastanede- iş bulup orada da çalışmaya başladım. Her gün 15 saate yakın çalışıp 5 saate yakın uyudum. Bir de üstüne 22-23 kilometreye yakın yol gittim. Doğal olarak da epey zayıfladım. Ancak, bu kadar yoğun çalışmama rağmen halimden memnumdum. Çünkü istediğim zaman zorluklara dayanabileceğimi, her ne kadar davranışlarımı değiştirmek zor olsa da sürekli kendimi zorlayarak ve korkularımla yüzleşerek davranışlarımı değiştirebileceğimi öğrenmiştim. Bir gün içinde yaptığım en fazla mesafe.
MEHMET ARDA NANE 21300706 TURK 102-22 GEORGE ORWELL-KİTAPLAR VE SİGARALAR EDEBİYAT KAÇ PARA EDER? Bu yazıda George Orwell'in “Orwell,George.Kitaplar ve Sigaralar.London:Tribune,1946.” adlı denemesi dönemin politik çalkantıları da göz önünde bulundurularak ortalama bir insan hayatında kitapların mı yoksa sigaraların mı daha değerli olduğundan bahsedilecektir. Yazar bu denemeyi yazdığı dönemde yani günümüzden yetmiş sene öncesinde insanların ve toplumların kitaplara bakış açısını kitaplarla kıyaslayarak hangisinin daha çok önem taşıdığını vurgulamaya çalışmıştır. İlk olarak, insanlar günlük hayatlarında kitap okumayı, satın almayı, bir koleksiyon yapmayı hobi olarak görmektedirler ve hobi de standart bir insan yaşamı için lüks gözükmektedir. Bundan ötürü kitaplara ayıracak parası yoktur insanların. Aslına bakılırsa her kitap da o kadar pahalı değildir; fakat insanların böyle bir alışkanlığı olmadığı için bir kitap okumuş olmanın onlara katacağı manevi değerle ilgilenmiyorlardır. George Orwell de tam bu konuda insanların hayatında sigaranın ne kadar vazgeçilmez olduğunu ve kitaplara kıyasla her zaman daha ön planda tutulduğunu göstermeye çalışmıştır. İnsanlar sigaraya harcadıkları parayı bir lüks veya kayıp olarak görmemektedirler; çünkü sigara onlar için artık temel bir ihtiyaca dönüşmüştür. Belki de her gün bir paket aldıkları sigaraya verdikleri para kitaplardan çok daha fazladır; ama bunu göz önünde bulundurmazlar. Ayrıca kitaplar sigaradan daha uzun sürede tükenirler hem maddi hem manevi olarak. Bunun kanıtı ise bir kitabı okuyup bitirdikten sonra onu rafa kaldırıp başka bir zaman diliminde yeniden gözden geçirebilirsiniz; ama bir sigarayı içip bitirdikten sonra onun izmaritini yere atarsınız, ayağınızın ucuyla ezersiniz ve bir daha yüzüne bakmaya şansınız olmaz. Bununla beraber sigaranın insan sağlığına verdiği zarar da yanında cabası. Nitekim bundan yetmiş yıl önce sigaranın zararları hakkında toplum çok fazla bilinçli değildi ve filmlerde, gazetelerde veya günlük hayatta çok tüketilen bir madde olduğu için kitaplara bir türlü sıra gelmemekteydi. Genel olarak eleştirilere tabi tutulmakta olan edebiyat olgusu toplum tarafından dışlanmaya maruz kalmaktadır; çünkü bu sanat türü ihtiyacın aksine bir lüks olarak insan hayatında damga vurmaktadır. İnsanlar ortada bu kadar acımasız gerçekler varken, yaşam şartları zorken bunlardan edebiyatla kurtulamayacklarının farkındadırlar. Bundan ötürü de edebiyatı hep bir köşeye itmeye çalışırlar. Edebiyatın lüks olması gerçeği onun “Sanat, toplum içindir.” anlayışına ters düşmektedir. Böyle bir durum söz konusuyken sadece boş vakti ve çok parası olanlar sanatla uğraşır diye bir kanı çıkmaktadır. Bunun sonucunda ise “Sanat, sanat içindir.” olgusu gün yüzüne çıkmaktadır. İnsanların cehaletle savaşmaya çalışmayıp da sadece tekdüze bir şekilde hayatlarını sürdürüp kitaptan uzak kalmaları onları sadece kitapların verdiği bilgilerden mahrum bırakmaz. Ayrıca onların kendilerini geiştirmeye çalışmadıklarını ve bir ot gibi yaşadıklarını gösterir. İlginçtir ki, insanlar kitaplara para harcamazken giyim kuşam, teknoloji, kozmetik gibi alanlara harcadıkları paranın belki de çeyreği kadar olan kitap parasını vermeyi çok görmektedirler; çünkü hayatlarında hiç denemedikleri ve okumanın nasıl bir haz olduğunu bilmedikleri için bunu göz önünde bulunduramazlar. Günlük hayatta o kadar gereksiz, değersiz sırf moda diye birçok şeye para harcayan insanlar bu tarz meseleler için para buluyorlar da nasıl konu kitaplara geldiği zaman fakir oluyorlar parasız kalıyorlar bunu anlamak gerçekten çok güç. İnsanların yapmış olduğu bu tezat ne yazık ki toplumu eğitimsel açıdan belli bir düzeyin üstüne çıkaramıyor. Sonuç olarak, yazarın yaptığı bu hesap kitapta çıkan sonuç kitaplardan yana olmasına karşın insanlar bunu yine de anlamayacaklardır; çünkü zaten George Orwell yaptığı bu tespiti de bir kitap haline getirmiştir. Herhangi bir kitap alıp okumayı bilmeyen insan, gelip de bu yazarın bu kitabınıalmayı düşünemez bile. Bu durum sonuncunda ise insanların bu konu karşısında farkındalık kazanmaları imkansız hale gelmektedir. Olay sadec yazarın anlattıklarından ibaret değildir ne yazık ki; çünkü onun da anlattıklarını değerlendirebilmek için onun yazığı kitabı alıp okuak ve bunun üstüne konuşmak gerekir. Bu farkındalığa ulaşmak ne yazık ki kitap okumadan mümkün gözükmemektedir.
Ecem YILDIZ Aşkın Gücü Gece olduğunda şehirlere uzaktan bakmak iyidir bazen. Kalabalıkta kaybettiğin benliğine geri dönüş, rahatlamadır benim için şehrin ışıkları. Her bir ışık düşüncelerini aydınlığa çıkarmak için var sanki. Aynı yıldızların altında, aynı gökyüzüne bakan o kadar çok yalnız insan var ki birbirinden habersiz. Birbirlerinin yanından geçen ama birbirlerini fark etmeyen insanlarla dolu sokaklar. Kalabalık ortamlarda, yoğun iş temposunda, şehrin gürültüsünde unutulmaya yüz tutmuş bir duygu var içimizde, dışarı çıkmayı bekleyen. Kalbimizin bir köşesine gizlenen ama bir o kadar da kendini göstermek isteyen bir duygu bu. Hayata pembe gözlüklerimizi takarak bakmamızı sağlayan, yüzümüze anlamsız bir sırıtma yerleştiren, hatta midemizin içine kelebekler doluşturan bu güzel duygunun adı aşk. Küçükler tarafından abartılan, büyükler tarafından küçümsenen bir duygu olduğundan gerçek aşkı tadabilenlerin bir ya da iki elin parmaklarını geçmeyeceği bir dünyada yaşıyoruz maalesef. Somurtkan yüzlerin dünyasında kaybolmuş küçücük bir sevgi kırıntısı bulabilen şükrediyor haline. Aşk fazlasıyla yer etmiştir dilimizde. Farkında olmadan aşk kelimesini fazlasıyla kullanırız, ne söylediğimize önem vermeden. Hâlbuki çok derin anlamları taşır aşk kelimesi sözcüklerde. ‘Aşkın yaşı olmaz’’ sözünü söyleriz mesela. Olmuyor gerçekten, aşk yaşa bakmıyor. Arada yetmiş yaş fark olsa ne yazar? Aşka olan inançların azaldığı bir dönemde aradaki yetmiş yaşın bir önemi kalmıyor. Ruhi Mücerret’e bu yüzden büyük bir saygı besliyorum çünkü önemli olan aşkı gerçekten yaşayabilmek, onu en derinde; kalbinde hissedebilmektir. Aşk öyle bir duygu ki sıkıntıları göz ardı etmemize yardımcı oluyor. Gözümüzde büyüttüğümüz işler, gereksiz ve çabucak girdiğimiz depresyonlar bir bulut misali kayboluyor küçük ama etkili bir duygunun arkasında. Gerçek aşkın bir lütuf olduğu şu dönemlerde, kalbimizde gizlenen bu duyguya sıkı sıkı sarılmalı ve asla bırakmamalıyız. Hiçbir duygu kırıntısına hayatında yer vermeyenlerin çoğunluğu oluşturduğu bir dünyada aşkı yaşamak mutluluğun da kapısını açıyor ama ne yazık ki kimse aşkın bu gücünü göremiyor. Her gün yeni bebekler dünyaya geliyor ve her gün birileri vefat ediyor. Kaçı aşkı, mutluluğu hissederek gözlerini yumuyor dünyaya? Dünya hayatını boşa geçirenlerle dolu. ‘’100 sene nasıl mı geçti? Size şu kadarını söyleyeyim, 1 saniye ile 1 asır arasındaki fark abartılıyor. Ve... mazide kalan her şey kısa sürmüş demektir.’’ Diyor Murat Menteş’in kitap kahramanı olan Ruhi Mücerret. Kısacık ömrümüzde neyin kavgasını yapıyoruz da herkes birbirine somurtuyor? Bir saniye ile bir asır arasındaki fark yaşanmışlıklardır bence. Mutlu anıları yâd etmek yerine, hüzünlü anılarımızda boğuluyoruz. Yaşamak bir haksa eğer âşık olmak da bir hak olmalı çünkü aşkın düştüğü yerde mutluluk, barış ve neşe de yeşerir. Herkes âşık olabilseydi bu dünyada kötülük kalmazdı çünkü âşık bir insan sevdiğini kötülüğün olduğu bir dünyada yaşamaması için bütün kötülüklerle savaşırdı. Aşk, şimdi gerçek anlamından saptırılıyor tabii. ‘’Aşk, kimin kollarında öleceğine karar vermektir.’’ Ruhi Mücerret’in de dediği gibi ölümlü dünyada, karanlığa gömülen hayatları aydınlatmak için var aşk. O yüzden hangi yaşta olursa olsun âşık olmak ya da daha doğrusu âşık olabilmek değeri sayılamayacak bir hediyedir insana.Velhasıl kelam, gece olduğunda ve yalnız hissettiğinizde şehrin ışıklarını izlemenizi öneririm, düşüncelerle boğuştuğunuz ama sonunda rahatlığa kavuştuğunuz bir kapı açıyorlar. Hala aşkı tatmak için geç olmadığını ve hayata neşe katmak için bir yerlerden başlamak gerektiğini hatırlatacak hatta yol gösterecektir size şehir ışıkları. Belki de bir kitabın gerçek kahramanıyken aslında kitabın figüranı olduğunuzu anlayacaksınız ve yeni bir kitabın sayfasını açacaksınız. Yeni bir şeylere başlamaktan korkar, geç kaldığımı sanırdım ancak 100 yaşındaki Ruhi Mücerret bile âşık olabiliyorsa, hiçbir şey için geç değildir.
Sena Beril Toprak KÜÇÜK ŞEYLER, BÜYÜK MUTLULUKLAR Küçüklüğümde hep Polyanna gibi oldugumu söylerler. Her şeyde bir güzellik görmeyi, en ufak şeyden bile mutlu olmayı ve değerini bilmeyi öğretmiş ailem bana. Ufak bir not kağıdına yazılı sevgi sözcükleri, mutfaktan gelen yemek kokuları, bakkaldan alınmış bir şeker ya da sakızdan çıkan resimli bir kağıt... Mutlu etmeye yetermiş beni bunlar. Ardından fark ettim ki zamanla kaybetmişim bu özelliğimi. Her şeyin en pahalısını, en lüksünü arar, sever olmuşum. Pahalı çantalar, saatler, parfümler... Sadece bunlar mutlu eder olmuş beni, parayla satın alınabilecek şeyler... Geçen gün Petra Hartlieb tarafından yazılan Hayallerimin Kitapçısı adlı kitabı okumamla eski günlere olan özlemimi hatırlamış oldum. Kişisel değerlerimi gözden geçirmemi sağladı ve hayatta öncelik verdiğim şeyleri tekrardan sorgulamama neden oldu bu kitap. Hayatta değer verdiğimiz şeyler neler? Para, güç, güzellik... Bütün hayatımızı bunlara sahip olmaya adıyor, sahip olmayınca da mutsuz oluyor, kendimizi yıpratıyoruz. Adeta birbirlerimizle yarışıp daha güzeli, daha lüksü ve daha iyi arıyoruz sürekli. Elde edince de istediğimiz şeyi, sıkıyoruz. Mutlu olmak günden gün zorlaşıyor. Parayla satın alınmayan şeyleri değerli, mutlu olmaya değer bulmuyoruz. Geçen bir arkadaşım, ailesinin ona istediği çantayı alamayışlarından dert yanıyordu. Ama hiçbir zaman bir ailesi olduğu için şükreden birini görmedim. Ya da kendisi çalışıp almanın yanı sıra, sevgilisinin ona hediyeler almasını bekleyen kişiler mi... Bir sarılma ya da öpücükle kaçımız mutlu olabiliyoruz? Bir başka örnek ise mutluluğun sadece arabayla sağlanabileğini düşünenler mesela. Güç sadece para mı? Elde ettiklerimiz ya da edebiliklerimiz mi? İşte bu ve benzeri soruları kendime sorunca halime iyice üzüldüm. Memnuniyetsiz ve mutsuz biri olmuşum. Huysuz ve hiçbir şeyden keyif almayan, etrafına da bunu fazlasıyla yansıtan biri...Maddiyatın hayatındaki yerini tekrar sorgulamamız ve her şeyin buna bağlı olmadığını görmemiz lazım. Oysa ki mutlu olunacak onca manevi şey var. Bir çocuğun gülümsemesine neden olmak, yaşlı bi teyzeye poşetlerini taşımakta yardım etmek ya da küçük kardeşle oyun oynayıp zaman geçirmek. Büyük beklentilerle yola çıkınca mutsuz oluyoruz, umutlarımızın kırılmasının yanı sıra bu süre zarfında kaybettiklerimizi fark etmiyoruz. Bunun yerine zamanı daha verimli kullanıp mutlu olmaya odaklasak kendimizi her şey çok daha güzel olacak. Ya da bunun yerine sadece anın keyfini çıkarsak? ... Kendimizi mutlu etmenin en basit yolu birini mutlu etmekmiş, anneannem hep böyle derdi. Komşu çocuklarına kendi yaptığı börekleri dağıtıdı. Ona göre birinin gülümsemesine neden olmak dünyalara bedelmiş. Bu bile onu mutlu etmeye yeterdi. Ne kadar değerli olduğunu şimdi fark ediyorum söylediklerinin. Kaçımız ailemizle geçirdiğimiz keyifli zamanları hatırlıyor? Gözlerimizi kapatıp anıları canlandırdığımızda bu anılardan kaçı güzel, sakinleştirici? Genellikle kavgaları,tartışmaları, mutsuz anları anımsıyoruz. Ya da ben fazla pesimistleştim. Polyannacılık oynayıp her şeyin güzel tarafında yaşayalım demiyorum ama bunları daha fazla görsek o kadar çok şey değişecek ki...Bir kitap okuyunca hayatı değişmez insanın elbet, ama bakış açısı değişebilir. Benim için de öyle oldu. Hangi ara bu hale geldiğimi sorgular oldum ve bu sürece girmek benim için sağlıklı olacak. Farkındalık sahibi olup bu konudaki duyarsızlığımı törpüleyebilirsem çok daha mutlu ve huzurlu biri olabilirim, olabiliriz. Maddiyatın hayatımızı bu hale getirdiğini ve farkındalıkla bunun üstesinden gelebileceğimizi bilmeliyiz hepimiz. Bu sistemin içerisinde eski güzel ve gelecek günlere odaklanmaktansa anın mutsuzluğuna kapılıp kendimizi kaybediyoruz ama aslında mutlu olmak çok kolay ama görebilene.
“Ölüm ağlıyor çünkü ölüm insandır Bir çocuk öldüğü zaman tüm günlerini sinemada geçiren.” Gregory Corso BEN ÖLDÜKTEN SONRA BENİ SEVEN DOSTLARIMA İÇİP EĞLENMELERİNİ VASİYET EDİYORUM Öğretilmiş/belirlenmiş duygular, ahlak ve düşünceler, bir gün tabuya dönüştüklerinde, insanın özne olma çabası için bir turnusol kağıdı haline gelirler. Beşeri ortaya çıkartan edim, belirleyicilikler karşısındaki özgürleşme mücadelesidir. Paraşütü icat etmek yer çekimine karşı özgürleşmektir. Bizi insan yapan, kadercilik anlayışımızdan ziyade hayatımızı yönetme ve yönlendirmeye verdiğimiz önemde yatıyor bence. Eğer her şeyi olduğu gibi kabul etseydik; beşer de, onun tarihi de olmazdı. Doğum her zaman güzel şeyler çağrıştırır insana. Söz gelimi çok sıkıntılı dönemlerimizi geride bıraktığımızda “yeniden doğmuş” gibi hissederiz, çünkü doğum her şeyin başlangıcıdır, saftır, el değmemiştir, birçok güzel gelişmeye açıktır. Yaşadığımız her şey bizi yavaş yavaş sona sürüklerken silkinmiş ve baştan başlamaşızdır. Diğer yandan ölüme gelmek istiyorum. Ölüm berbat bir şey elbette çünkü o her şeyin sonu demek. Hiçbir şeyin anlamının kalmayışı, karanlıklara karşı geri dönülmez adımlar atmak bir yerde. Buna rağmen onun da doğum kadar doğal olduğunu kabul ediyor- etmeye çalışıyoruz. Ölümün doğal olduğu, dünyanın faniliği, gelip geçenlerin hayatları üzerine fazlasıyla düşünüldüğünü neredeyse her yerde karşımıza bu konunun çıkmasıyla anlıyoruz. Bu konularda bu kadar düşünüldüğü halde bence çoğu kişi ona karşı nasıl bir tavır alması gerektiğine hiç kafa yormamış. Diz dövmek, o kadar ağlamak ki fenalık geçirmek, matemi cenaze boyunca diri tutmaya çalışmak gibi görüntüler en çok gözlemlediğim tepkiler. Saygı duymaktan başka elden bir şey gelmez.Zira, insanlara acısını nasıl yaşaması gerektiğini dikte etmek kadar utanç verici ne olabilir? Albert Camus’nün Yabancı’sı bahsettiğim mevzuya güzel bir örnek teşkil ediyor. Bir insanın acısını nasıl yaşayacağına karar verme yetkisini kendisinde bulabilen karakterler var karşımızda; farklı bir insanı anlamak çabasını asla göstermeyen karakterler var. Çünkü yabancı, annesinin ölümü karşısında son derece kayıtsız bir tavır içerisinde, diğerleri ise ondan dizlerini dövmesini bekliyor. İlerleyen bölümlerde yabancı birisini katlediyor ve böylece kendi ölümünü de hazırlamış oluyor. Bu bilgiyi kitabı özetlemek için değil, şahsi yorumumu söylemek için verdim. Camus’nün, hayatın anlamsızlığı örtüsünün altından yaptığı ve benim için en can alıcı vurgusu şudur: Mahkeme, yabancıyı bir katil olmasından ziyade annesinin vefatı karşısındaki kayıtsızlığından ötürü ölüme mahkum ediyor. Yani eğer toplumdaki normal kabul edilen diğer bireyler gibi gözleri şişene kadar ağlasa, ağıtlar yakıp karşısındaki insanların yüreklerini dağlasa böyle bir kötü son onu bekliyor olmayacaktı. Toplumsal normları reddeden insanların sonlarına bakın, pek iç açıcı şeyler bulamayacaksınız. İlk paragrafta bahsettiğim, beşeri ortaya çıkartan özgürleşme edimi hayatın her alanı için olmazsa olmazdır oysa. Her ne kadar Camus yer yer nihilizme gönderme yapılarak bir yaşama sıkıntısıyla anılsa da, ben burada haysiyetli bir insanın ahlaki bir eylemini görüyorum. Daha açık bir ifadeyle, ölüm karşısında yıkılan, henüz başına gelmeden ölüme yenilen bir zavallı rolünü oynamayı reddetme tavrını görüyorum. Kahrolası ölüm bizi almadan önce bizim ondan alacak bir intikamımız olmalı diye düşünüyorum: ona kayıtsız kalmak, onun karşısında diz dövmekten her zaman daha fazla saygıyı hak eder benim nezdimde. Bu elbette öznel bir düşünce ve daha önce de belirttiğim gibi her insan kendi hayatından, üzüntü ve sevinçlerinden, hissettiklerinden veya hissetmediklerinden kendisine karşı sorumludur.Son olarak, Jimi Hendrix vasiyetinde o öldüğünde dostlarının ne yapmasını istiyor sizce? Cevabını başlıkta bulabilirsiniz.
Utku Büyükbayraktar 22002817 KİTABIN KOKUSU Küçüklüğümden bu yana birçok kitap okudum. Kimisini severek kimisini ise zaman geçirmek için okudum. Okuduğum kitap bir roman da olsa kısacık bir deneme dahi olsa okumak istedim. Sanki beni kitaplara çeken bir özelliği vardı kitapların. Sıkıcı da olsa okumakta olduğum bir kitabı sanki bırakamıyor, ona adeta yapışıp kalıyordum. Okuduğum kitaplar birbirlerinden çok farklılık gösterebilir. Bazen belki modası geçmiş veya unutulmaya yüz tutmuş bir kitabı bile alıp hiç bırakmadan okuyabilirim. Okurken belki de pek ilgimi çekmeyen, okurken o kadar da haz almadığım bir kitabı, okumam bittikten sonra özlüyordum. Sanki metnin kendisi değil de başka bir şey benim ilgimi çekiyor ve beni o kitabı okumaya zorluyordu. Bunun ne olduğunu uzun bir süre çözemeden devam ettim kitap okumalarıma. Bir gün çok sevdiğim ve aynı zamanda okuldan ödev olarak verilmiş romanımı okurken biraz uykum gelmiş sanırım ve uyuyakalmışım. Kafam kitabı ortadan ikiye ayırmış ve kitabın sayfaları yanaklarıma değiyordu. O anda kitap okurken her zaman aldığım aynı hazzı aldığımı fark ettim. Kitabı o anda okumuyordum ancak sanki kitap okuyormuşçasına mutlu hissediyordum. Kafam karışmıştı ve bu durumun üzerine düşünmeye başladım. Kendime, belki de kafamın içinde romanın geri kalanını kurgulayıp okuyor olmam olasılığı gibi bir sürü durumu soruyordum. Ancak bu ve bunun gibi bir sürü ihtimalin de bana absürt geldiği aşikârdı. Biraz daha kafa yorduktan sonra aralarından en mantıklı fikir esmişti aklıma. Belki de beni kitaplara çeken kitapta anlatılanlar değildir de kitapta olan başka bir şeydir diye düşündüm. Acaba kitapların kapakları mı hoşuma gidiyordu yoksa şekilleri mi diye sorgulamaya başladım. Ancak uyuyakaldığım vakit gözlerimin kapalı kaldığını hatırladım ve bu ihtimallerin olmadığını anladım. Beni kitaba çeken özelliğin ne olduğunu Mustafa Kemal Erdemol’un denemesini okuyana kadar bulamamıştım. Mustafa Kemal Erdemol, Kitap Kokusu adlı denemesinde “Sağlıklı bir burnun kitap kokusuna kayıtsız kalabileceğini hiç düşünmemişimdir.” (13) diyerek anlatıyor aslında kitap kokusunun nasıl bir cazibesinin olduğunu. Aslında kitapları güzel kılan pek çok farklı özelliği var ancak kitapların kokusu beni belki de onlara karşı takıntılı hale getirebilecek olan tek özelliği. Hemen aklıma uyuyakaldığım zamanki durumum aklıma gelmişti ve artık bütün taşların yerine oturduğunu hisseder gibiydim. Şimdi daha iyi anlıyordum ilgimi hiç çekemeyecek konularla ilgili olan kitapları bile bir solukta bitirmemin nedenini. O koku sanki beni uyuşturuyor ve okumakta olduğum kitabı farklı bir hale getiriyordu. Belki de bu eşi benzeri olmayan koku sayesinde hiç okumayacağım kitapları okumuştum. Kitaplara takıntılı hale gelmemin tek sebebinin gözlerimle okuduğum yazıların değil, aynı zamanda burnumla kokladığım o şahane kokunun da okumama yardımı dokunduğunu anlamıştım.Kitapların kokusunun benim gibi herkeste aynı etkiyi gösterip göstermediğini bilemem ancak benim için kitap kokusu; beni istediğim diyara götürebilecek, benim için o anda zamanı durdurabilecek ve en güzel anları yaşattırabilecek bir kokudur. Pek çok parfümden, esanstan daha etkili ve kalıcı kokusu vardır benim için. Erdemol’un denemesini okumamdan sonra kitapları gerçekten çok sevmemin en önemli sebeplerinden birini keşfetmem, bundan sonra okuyacağım kitaplara da ayrı bir zevk katacak. Bundan sonra okumaya başlamadan önce ve bitirdikten sonra kitabımı koklayacağım çünkü eminim o iki koku dahi birbirinden çok farklı ve ayrı ayrı özeldir benim için. Kitapların kokusunu ciğerlerime çekmenin, okuduğum kitabı en etkili biçimde okumanın yolu olduğunu fark ettim. KAYNAKÇA Erdemol, Mustafa Kemal. Kitap Kokusu. Can Sanat Yayınları, 2019.
Konuşan Hayvanlar, Dinleyen İnsanlar Eylül Düzgün Bazı insanlar konu hayvanlar ve insanları ayırt etmeye geldiğinde duygular, bilinç seviyesi, iletişim kurma, öğrenme ve gelişme gibi özelliklerin yalnızca insanlara özgü olduğunu ortaya koyabilir. Bu tezlerini desteklemek adına verdikleri ilk örnek ise genellikle kelimeleri taklit etme yeteneğine sahip olan papağan veya karga gibi hayvan türlerinin bile aslında gerçekten iletişim kurmadığı olur. Bu düşünce, doğru olmaya yakın bile değildir. Hayvanlar konuşur, sadece insanlardan farklı dilleri kullanarak. Hatta Hayvanlar Nasıl Düşünür, İnsan Ne Görür? adlı kitapta bahsedilen araştırma ve gözlemlere göre çoğu maymun türünün kendi dilleri ve kelimeleri vardır. Yırtıcı bir hayvan veya yemek kaynağı gördüklerinde bunu ailelerine tıpkı insanlar gibi konuşarak bildirirler. Kitabı biraz daha okudukça insanlar gibi davranan türlerin akla ilk gelen yunus ve maymun gibi örneklerle sınırlı kalmadığını da görürüz. Kitapta arıların dansları ve karıncaların yol bulması gibi sözel olmayan çeşitli iletişim yollarına da değinilmiş. Kitaptaki örneklerin bu tür araştırmalardan sadece birkaçı olduğunu da düşününce insan ve hayvan arasındaki çizgi benim için daha da bulanık bir hâle geldi. Belki de gerçekten aramızda düşündüğümüzden çok daha az fark vardır. Durumun böyle olması beni şaşırtmaz çünkü ben hayvanlara hep bir yakınlık hissetmişimdir. Hayvanlarla konuşarak, onları kucağımda tutarak, onların izlerini kaybedene dek peşlerinden giderek büyüdüm. Bu tanıdığım pek çok insan tarafından tuhaf kabul edilen bir davranıştı. Benim gözümde ise sadece yeni arkadaşlar ediniyordum ve bunda anlaşılamayacak ya da kabul edilemeyecek hiçbir şey yoktu. Hayvanların iletişim kurma yöntemlerinin bizimkilerden farklı olması çevrelerinde olup bitenin farkında olmadıkları anlamına gelmez. Hayvanların nasıl kültürler oluşturduğuna bile değinilen kitabın içeriği bu fikrimi destekliyor. İnsanların hepsi de aynı değil sonuçta! Onlarca farklı sözlü ve bedensel dilimiz, her türlü ülkeye ait özgün geleneklerimiz varken böyle demek hiç mantıklı olmaz. Hayatı bu kadar güzel yapan da her köşesinde farklılıkların olmasıdır. Hayvanların yöntemlerinin insanlarınkine benzememesi bence sadece onlara daha yakından bakılması gerektiğini gösterir. Kim bilir biz insanlara anlatacak ne kadar çok şeyleri vardır? 1/2Şahsen hayvanlarla gerçekten iletişim kurmayı başardığımı düşündüğüm anlardan birisi evcil muhabbet kuşumun beni tehlikeler hakkında uyarmaya çalışmasıdır. Bir sabah onun panik dolu bağırışlarıyla uyandım ve ilk gördüğüm şey suratıma hızla yaklaşmakta olan oldukça büyük ve sinirli bir eşek arısıydı. Eğer beni koruyabilmesi için uyandırması gerektiğini biliyorsa insanların yaşamları hakkında fazlasıyla bilgili bir hâle gelmiş demektir. İletişim kurmadan, hafızasına günlük rutinimi eklemeden, ne tür durumlarda nasıl tepkiler vereceğimi bilmeden bunu yapmış olması imkânsız olurdu. O günden sonra onun benim dilimden anlamaya başladığı gibi ben de onu anlamaya başladım. Aslında en az bir insan kadar kişiliğe sahip ve duygularını ifade etmede ne kadar iyi olduğunu fark ettim. Bazı geceler gördüğü kâbuslardan sonra onu sakinleştirmem için bana güvenmeye bile başladı. Bilinç sahibi olmayan bir yaratık bütün bunları yapabilir mi? Elbette hayır, düşüncesi bile saçma. İnsanlar hayvanların bu çeşitli becerilerinin ne kadar farkında peki? Bilim insanı olmayan veya belirli türlere karşı özel ilgi duymayanlar daha zor fark edilen iletişim türlerini anlamakta zorlanabilir. Ancak etkili bir şekilde gözlem yapma sonucunda çevrelerinde yaygın bir şekilde gördükleri hayvan türlerini anlayabilir olmaları gerekir. Yeterince ilgi verildiğinde her canlı ile bir bağlantı kurulabileceğini veya bu türün kendi içerisinde nasıl bir etkileşim kurduğunun incelenebileceğini düşünürüm ben. Mesela ülkemizde her yerde bulunan kedilerin çıkardıkları seslerin ne anlama geldiğini bilmeyen insan sayısı oldukça azdır. Biraz daha çaba sarf ederek bu sonucu diğer hayvan türlerinde elde etmek de mümkündür. Bunu başaran her insan, hayvanlarla konuşmayı öğrenebilecek ve onların dünyasına hayran kalacaktır. Kaynakça: Bollache L. Sevinç S.(çev). 2022., Hayvanlar Nasıl Düşünür İnsan Ne Görür?. İstanbul: Timaş Yayınları 2/2
Bahar Canbolat Çizginin Ötesi Hiç bir kitap tarafından yutuldunuz mu? Sayfalar birbirini izlerken içeri çektiğiniz hava tümüyle değişti ve benliğiniz birden tüm anılarından ve yüklerinden kurtuldu mu? Ego ölümü. Çoklu evrenin olasılıkları dahilindeki bir versiyonunuz geçici bir ölümü tadarken, kitabın karakterlerinin ve atmosferinin içinde birden çok hayat bulmak. Kahraman olduğun kadar baş kötü olmak, hayat olduğun kadar ölüm. Ait olduğumuz ikinci, üçüncü hatta sonsuzuncu evrenler. Bazıları ait olduğum evrenin ötesinde ait olduğum evler de oldular. İlkler unutulmaz. Ben de Poe’yu ilk keşfettiğim günü, ilk defa trajik bir ihtişamla dolu dünyasına adım atıp karanlık sokaklarını ev benimsediğim günü unutamıyorum. O günkü gibi esiyor rüzgâr yürüdüğüm o dünyanın sokaklarında, içimde hala aynı açlık var. Dehşete ve dehşetli şeylerin güzelliğine olan açlığım ilk burada doğdu nasıl olsa. "Kalabalığın ortasında yalnız ve monologla beslenen kimi ruhlar insanlar karşısında kibar olmaktan başka bir şey yapamaz. Bu, özünde, küçümseme üzerine temellenen bir dostluk türüdür." (Baudelaire 44). İnsanların ve yaşayanların arasında statik ve ölü olmak, zor olduğu kadar tepkisini sessizce koyan bir duruştu bana göre. Özgür ve sağlıklı her şeyden nefret etmekle kalmıyor, küçümsüyordum bir yandan da onları. Ben daha çok biliyordum! Cesetler yürümez, anlatmaz neler olduğunu gözler son kez kapanınca. Ama ben buradaydım, daha ötesini öğrenmeye kararlıydım. Ne ölümden ne de ölüden bahsetmeye dili varıyor kimsenin. Ölümün işlevini sorgulamaksa belki en zoru. Bizi bu çetin dünyada sağ tutmak için canını dişine takarak çalışan evrimsel süreçler bile çekinir ölümden. İlk kez ölümle burun buruna geldiğiniz ana kadar kör ve sağır rolü yapmak tek seçenektir. Gözleriniz sonsuza dek kapanmaya direnirken insanlığın neredeyse tabulaştırdığı, sorgulamaktan âdeta korktuğu fenomenler siz ne kadar onları itseniz de kendilerini yeniden sokar aklınıza. Yaşama tutunma talihsizliğine düşerseniz, vay halinize! Çevrenizde bir nehir gibi akan hayatın içine kımıldamayan tek bir kaya parçası gibi hissedersiniz. Belki de tercih edersiniz artık, gözleriniz hep görünenin ötesini arar. Görmüyor muydum cıvıldayan kuşları, masmavi gökyüzünü ve kadehe cömertçe dökülen şarabı? Hayır, görmüyordum. Bahçede toprağa yarı yarıya karışmış kuşları, ufuktaki gri bulutları ve sirkeleşmeye yüz tutmuş şarabı duyumsuyordum ben. Herkes koşarken ben duruyor, yanlış yöne bakıyor, sadece duruyordum. Gün ve gece boyu düşünüyordum bunları ama kendimle çelişerek susuyor, elimden geldiğince insanlardan gizli tutuyordum fikirlerimi. Poe’yla tanışana kadar utanıyorum halimden, melankolimden. Onun evreninin katillerle dolu sokakları, hayat kadar ölümün kutlandığı mezarlıkları, çürümeyen aşkları bana ev gibi hissettiriyor. Tuhaf karşılanmıyorum burada. Tıpkı Baudelaire gibi ben de görüyorum kendimi Poe’nun yazılarında. Onun yaşarken ölen, ölürken yaşayan karakterleri ve ilham perilerinde, hep deliliğin kıyılarında dolaşan anlatıcılarında, trajik olayların acısını hep içinde taşıyan kendi hassas ruhunda.‘…en romantik manzaralara aniden telafi edilmesi imkansız görünen bir melankoli havası veren iç karartıcı bulutlar gibi ruhsal göğünü karartan ayırt edici tesadüfler..’’ (Baudelaire 27). Karşıtlar birbirinden güç alır. Kötü, karşılaştırılacağı bir iyi olmadan anlam kazanamadığı gibi hep süremez hâkimiyetini, tek bir zihinde bile. Ben sadece kayıp mıyım bu dünyada? Benden, benlik algımın ötesinde bir şeyler olmalı! O karanlık sokaklar bana bir şey anlatıyor sanki. Daha da derinlere iniyor, keşfedilmemiş yerler arıyorum. Kapkaranlık ormanların, antik mezarların, isim bulamamış sırların ötesinde bir şey var. Onu bulmam için yalvarıyor. Arıyorum günlerce, aylarca ve yıllarca. Attığım her adım öncekinden daha güvensiz ve sarsak ama durmuyorum. Deliliği ve dehşeti bilmek, tanımak istiyorum. Beni ne var ediyor, benim bilmediğim? Soruyorum ve sorguluyorum ve bulamıyorum. Bulamıyorum! Yoğun duygularımın ötesinde, ufuktaki çizgide gizli şey bu. Aradığım şey aslında daha çok yol almak için bir sebep. Bilinmeyeni bilmenin, görülmeyeni ilk defa görebilmenin fikri beni var ediyor, birleştiriyor yeniden. Her şeyi bilmek istiyorum, en çirkini ve en dehşet vericiyi bile. Hatta en çok bu ikisini bilmek istiyorum. Bir korku öyküsünün son cümlesine yaklaşılırken hissedilen o heyecan, yapılan yeni bir keşfin sunduğu sonsuz olasılıklar… Bunlar yaşatıyor beni. ‘’Utanç duymadan söylüyorum, çünkü bunun güçlü bir merhamet ve şefkat duygusundan kaynaklandığını hissediyorum; ayyaş, yoksul, mağdur ve parya Edgar Poe'yu serinkanlı ve erdemli bir Goethe'den ve bir W. Scott'tan daha fazla seviyorum... 'O, bizim için çok acı çekti.' (Baudelaire 5). Tıpkı Baudelaire gibi ben de kendimle Poe sayesinde tanıştım. Soğuk yağmurları da acı kahveyi de özgürce sevdim. Karanlık gökyüzüne her baktığımda yıldızların ötesindeki dehşeti hayal ettim, bazen çizdim bazense yazdım. Defalarca yeniden doğdum ve ne ölümü hayattan üstün tuttum ne de hayatı ölümden. Kasvetli bir davetin onur konuğu oldum. Her anın ağırlığını hissettiğim gibi heyecan verici olasılıkların fikriyle başımı dik tutup dans ettim. Ufuktaki hedefin ötesinde ufuklara ve hedeflere yelken açma cesaretini kendimde buldum. Ben bile benden daha fazlayken, dünyanın vadettiği neler var kim bilir? Durmuyorum, duramıyorum. İleriye ve ötesine. KAYNAKÇA Baudelaire, Charles. Baudelaire'nin Poe'su. Çev. Işık Ergüden. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018.
Dilruba Zeynep Kalın VİTRİNDE OLMAK Mustafa Kutlu, Vitrinde Olmak deneme kitabında muhtelif önemli mevzuya değinse de konu ve anlam bütünlüğünden taviz vermeyerek kaleminin kuvvetini bir kez daha ispatlamış desek yanılıyor olmayız sanırım. Bu mevzuları özetle saymak gerekirse; zamanın kıymeti, yeni hayat stilleri, çılgın tüketim, benlik bilinci, adalet, yardımseverlik gibi pek çok başlık sayılabilir. Bu denemeler topluluğunun bana göre asli amacı kendimizi ve yaşayışımızı (ya da yaşayamayışımızı) sorgulamamızı sağlamak. Eylemlerini sahiplenmeyi, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmeyi ve muhakeme yapmayı bu denli unutmuş hatta belki de hiç öğrenememiş bir nesil için birkaç denemeden daha fazlası lazım belki ama içimizde bir kıpırtı uyandırdığına, bir kıvılcım düşürdüğüne hiç şüphe yok. Gelelim kendimizi, kimliğimizi ve hayatımızı son derece etkileyen zihniyetimizi sorgulama aşamasına gelmeden evvel aşmamız gereken sıkıntılara: Sorgulama dediğimiz eylem nedir, nasıl gerçekleştirilir, insan başkalarını eleştirdiği gibi kendi benliğini de eleştirebilir mi, kendine tarafsız bir göz ile bakabilir, gözlemleyebilir mi kendi kendini? Hatalarını objektif olarak fark edebilir, bunları düzeltmek adına yol alabilir mi kolayca? Öncelikle, “sorgulamak” eyleminin, kendimizi ve hayat tarzımızı sorgulamak bağlamındaki anlamının farkındalık ve duyarlılık kazanmak olduğu kanaatindeyim. Birey kendini, özelliklerini ve hayatını oluşturan fiillerini sorgularken bütün bunların sebeplerini, sonuçlarını ve anlamlarını arıyordur aslında. Bu akıl yürütmenin onu bir sona yahut sonuca olmasa bile –çünkü bu oldukça zordur- bir hükme, neticeye götürmesini diliyordur. Zira kimse bilinçli olarak anlamsızlık içerisinde yaşamak istemez, bilincinin farkına varan kimse soru işaretlerinin peşinde koşar ve mutlaka bir veya birçok cevaba ulaşmayı arzular. Yıllarını verir belki de bu cevap uğruna... İnanıyorum ki şuurlu her insan, kalbine şunu inandırmaya çalışır: her şeyin bir sebebi var, hayır ya da şer her olayın hizmet ettiği bir bir amaç; ve her şey tek, mükemmel bir akışın parçası... Bu düşünceye inanan, bu bakış açısına sahip bir insan günlerini umutsuzluk içinde geçirmeyecek, kendisini değersiz veya manasız görmeyecek, bu da hayatının her alanına etki edecektir. Bir maksadının olduğunu bilen biri, hiçbir şeyin bir tesadüften ibaret olmadığı ideasıyla ömrünü daha verimli ve daha mutlu geçirecek, ruhsal boşluğunu bu şekilde doldurabilecektir. Öbür türlü, insanın kendini, kendi varlığının yokluğundan bir farkı olmadığına ikna etmesi işten bile değildir ve bu; içsel çöküntünün başlangıcı olacaktır. Kendini önemsiz, ehemmiyetsiz hisseden insan zorluklar ile baş edecek gücü ve motivasyonu hiçbir yerde bulamaz hatta aramak zahmetine bile girmez çünkü ona göre bu çabanın da bir anlamı yoktur, nasıl olsa yetersiz kalacak ve boşa gidecektir. İnsan böylesi bir mantalite, böylesi bir düşünüş ile ne kadar mutlu olabilir, yataktan nasıl duygularla kalkar, yaptığı işlerde ne kadar hevesli olabilir ki? Herhangi bir motivasyonu kalmamış biri, geleceğe ümit dolu gözlerle bakabilir mi? Heyecan, heves, sevinç, azim gibi duyguları tadabilir mi? Bu oldukça güç gözüküyor... Kim olursa olsun, her ferdin bir umuda, bir inanışa ihtiyacı vardır. Bu inançlar, değerler değişiklik gösterse de bu kritik ihtiyacın bütün insanlık için geçerli ve ortak olduğunu düşünmekteyim. Hepimizin bir şeylere inanmaya ihtiyacı var, bu dünyadaki varlığımızın ve tecrübe ettiklerimizin bir tesadüften veya rastlantıdan ibaret olmadığına,doldurduğumuz spesifik yerin bir önem arz ettiğine ve mevcudiyetimizin bu dünyada, etrafımızdakilerin hayatında bir değişikliğe sebebiyet verdiğine... İşte tam olarak bunlardır yaptığımız işi en iyi ve en güzel şekilde yapmamızı sağlayacak, güne gülücüklerle başlamamızı sağlayacak görüş tam da budur bana göre. Umarım bu fikir ile hayatımızı ve çevremizdekilerin de hayatını daha yaşanılır, daha güzel hale getirebilir, daha mutlu ve daha iyi insan olma yolunda ilerleyebiliriz. Kaynakça: Kutlu, Mustafa. Vitrinde Olmak. Dergah Yayınları, 2015. !
TEK TOPRAĞIN İNSANLARI Mülteci; Türk Dil Kurumu vasıtasıyla sözlüklere “sığınmacı” olarak geçmiş bir kelimeden ibaret çoğumuz için. Geçmiş yerine sığdırılmış demeliyim galiba çünkü tıpkı mültecilerin kaderi gibi kelimenin anlamını da sınırlandırmayı tercih etmişiz. Ona da kendi olabileceği bir alan vermemişiz. Şimdi diyeceksiniz ki bir insanın kendisi olabilmesi için illa bir mülkiyete mi ihtiyacı vardır? Benim alandan kastım başınızı sokacak bir ev ya da sahip olduğunuz her şeyden çok daha fazlası. Bir duygu, kendini bir yere ait hissetme duygusu… Yabancı olduğun ya da yabancıymışsın gibi davranılan bir mahallede bir evin olsa ne yazar? Yahut etrafında senin insanlarının olmadığı, sabahları bir günaydına hasret, tüm gün üzerinde suçlayıcı bakışları gezdirdiğin bir sokağın olsa… Kemal Siyahhan ile hiç yaşamadığım bir duyguyu en içimde hissettim; kimsesizlik... Uzun yıllardır Ankara’da yaşıyorum fakat bazen bu şehirden de buradaki insanlardan da bıktığım oluyor. İşte o zamanlarda başımı gökyüzüne çevirip koca bir “oh” çekiyorum. Zira biliyorum ki her zaman gidebilecek bir başka yerim, sığınacak insanlarım var. Bu zamana kadar yaşadığım şehirler, memleketim, oradaki insanlarım... Yalnız değilim ve bu dünyada ait olduğum bir yer var. Peki, hem havası hem de insanları son derece soğuk olan bu şehirde yürürken her gün gördüğüm yüzlerce eğik baş..! Bizler bu buruk bakışlara, eğik başlara alıştık ama onlar ne yeni zamana alıştılar ne de eskiyi unuttular. Çünkü buradan başka gidebilecekleri bir yerleri yok. Hatta bulundukları yerlerde bile kendilerine ait olan hiçbir şey, tanıdıkları hiçbir insan yok. Resmi olarak “oturma izni” olmayan biri aslında yalnızca kömür, yiyecek ya da sağlık hizmetleri gibi olanaklardan mahrum kalmaz, kendinden de mahrum kalır. Çoğu, ailesini ve arkadaşlarını savaşta yahut göç ederken ruhlarının takılı kaldığı tel örgüler ardında bırakmak zorunda kalmış bu insanlara, “Sen yoksun aslında!” demekten başka bir şey değil bu kaçak damgası. Hâlihazırda kimsesizleştirilmiş bu insanlara haymatlos* olduklarını bir kere daha hatırlatmak belki de. Bu kitap sayesinde mültecilerin yaşam koşullarına dışarıdan bakan birinden çok daha fazlası haline geldim diyebilirim. Anladım ki “acımak” ile “acı” aynı kökten türeyen kelimeler değilmiş. Acımak aşağılamaya eş değermiş aslında. Şimdilerde bu buruk bakışları görünce içimi yalnızca hüzün kaplamaz oldu. Çünkü o insanlara değil, o insanların maruz kaldığı bakışlara çevirdim bakışlarımı. Öfke ama en çok da utanç duyuyorum bu bakışlardan. Benim insanım oldukları için utanıyorum hatta. Hele birde aile üyelerimden bazılarının yaptığı çirkin genellemeleri duydukça yerin en dibine girmek istiyorum. Kitabı okurken kitabın başkahramanı Ezelhan’a, ona ve ülkesine basılan etiketlere karşı ağzını açıp tek bir kelime etmediğinden ötürü bir hayli kızmıştım. Kimsenin duymadığı bu düşüncelerimden utanıyorum şimdi. Sanırım kendi insanlarıma hatta kendime dahi yabancılaşıyorum ve yavaş yavaş kimsesizliği öğreniyorum ama daha ilginci kimsesizliğin öğrenildiğini öğreniyorum. Haymatlos*: Vatansız, yersiz yurtsuz.Mülteci bir çocuk, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 20 Kasım 2016. Kemal Siyahhan ve kitabında yerine geçtiği insanlar, yalnızca hislerimde değil insanlığa karşı bakış açımda da bir hayli değişikliğe sebep oldular diyebilirim. Başka bir kültüre uyum sağlamak zor bir durumken aşkı tutunacak tek dal haline getirmiş bu Afgan gençlerin, kendi coğrafyalarındaki kadın ile bu coğrafyadaki kadının yeri üzerine aralarında geçen konuşmalarına ve onların konuşmalarındaki tezatlıklara hayran kaldım. Bu tezatların kitaba kattığı gerçeklik hissinin yanı sıra bizlere genelleme yapmanın aslında ne kadar imkânsız olduğunu, herkesin bir başka düşünceyle var olduğunu göstermeye çalıştığı kanısındayım. Bunu bildiğimiz halde niçin hala insanları kâğıt üzerinde çizdiğimiz sınırlara hapsedip bir sınırın içindeki tüm insanlara aynıymış muamelesi yapıyoruz? Psikolojik analizler ve Afgan kültürüne dair öğrendiğim şeyleri geçip yalnızca bu farkındalık için bile bu kitabı kitaplığıma koyabilirim. Çünkü bizler sadece bu farkındalık ile sahip olduğumuz tek dünyada birbirimizi yargılamadan yaşamayı öğrenebiliriz. Her ne kadar bu kitabın son sayfalarını okuduktan sonra birçok felsefecinin aksine, insanın özünde iyi bir varlık olduğunu* reddetmeye başlasam da topraklara hatta insanlara sınır çizmemeyi öğrendiğimizde dünyamızın çok daha farklı bir yer olacağı konusunda hala umutluyum. Sanırım bir şeyler öğrenmenin vermiş olduğu keyiften ziyade sorgulayacak yeni konular bulmamı ve bu konuların beraberinde getirdiği yepyeni bakış açılarını fark etmemi sağlayan kitapları seviyorum, Mülteci gibi. Yazımın sonunu da Mülteci’ nin zihnime çengellediği sorularla bitirmek istiyorum. Çünkü son 1 haftadır sürekli kendime kim yerli kim göçmen?* diye sorar oldum. Kâğıt üzerinde çizdiğimiz sınırlara neden hapsoluyoruz? Neden alışkın olmadığımız şeylere karşın ilk izlenimlerimiz hep kötü yönde? Ne için en ufak terslikte önce en farklı olanı suçluyoruz? Neden öyle olmadığını bile bile basmakalıplara inanıp genellemeler yapıyoruz? Ne zamandan beri acımak ve acı gibi iki farklı duyguyu birbirine karıştırır olduk? En önemlisi bize, hiç yaşamadığımız bir duygu olan kimsesizliği başkalarına öğretmeyi kim zorunlu kılıyor? Hiç bir yere ait olmamaktan daha kötü ne olabilir ki? Umuyorum ki kafamdaki bu soruların cevabını insanlığımızı kaybetmeden çok daha öncebulmuş olurum zira onun daha ilerisini düşünmedim, düşünemiyorum. Kitabın son satırını okuduktan sonra söylediğim gibi; sınırsız, sürgünsüz bir dünya hayali bu kadar uzakta durmamalı ve kimse kimsesizliği öğrenmek zorunda kalmamalı. KAYNAKÇA  Siyahhan, Kemal. Mülteci. İstanbul: Sel Yayınları,2016. Baskı.  Mülteci bir çocuk, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 20 Kasım 2016.  Yıldırım, Ömer.” Felsefe Anarşizm (Kargaşacılık) Nedir, Ne demektir? Felsefe.Gen.Tr.y. Web. 2005.  Bandista adlı müzik grubunun Kim Yerli Kim Göçmen şarkısından bir söz. HİLAL ŞİMŞEK
Bahadır Yüzlü 21903504 ASLOLANIN ARAYIŞINDA Duyu organlarımız yaşadığımız dünyayı algılamamızı sağlayan en önemli yardımcılarımızdır. Onlar sayesinde görür, duyar, dokunur, koku alırız. Bunun yanında aramızdaki karşılıklı çıkar ilişkisinden bahsetmezsek olmaz tabii. Hizmetleri karşılığı onların her türlü ihtiyacını karşılamamızdan bahsediyorum. Peki ya duyu organlarımız bizi yaşamak uğruna yanıltıyorsa. Ya bütün duyu organlarımız bizi organize bir suç çetesi gibi sanal bir gerçeklikte yaşatıyorsa. Şu bahçede gördüğümüz çiçek gerçekte o renk değilse mesela? Ya da fırından yeni çıkmış ekmek gerçekte öyle mis gibi kokmuyorsa? Bunun farkında olabilir miydik? İnsan olmanın güzel tarafı bu işte. Hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olmamak, etrafında olup bitenlere kuşkuyla yaklaşmak… Sıradan bir güne uyandım bu sabah. Kafamın içinde birbiriyle çarpışan bin bir düşünce, sabah ritüelimi gerçekleştirmek için banyoya gittim. Gözlüğümü unuttuğumu fark etmem uzun sürmedi. Ama önemli değildi çünkü yüzümü yıkadıktan sonra odama dönecektim. Yüzümü musluktan akan serin suyla buluşturduktan sonra puslu görüntüme baktım aynada. Bir anlık dalgınlığım yeni kapılar aralamıştı zihnimde. Algıladıklarımızın gerçek olmama ihtimali zihnimi kurcalıyordu bir süredir. Kafamdaki paradoksu kısık sesle tekrarladım: Ya bu gördüklerim gerçek dünyaysa? Ya gözlüğü, görme bozukluğu olan diğer insanlarla aynı şekilde görebilmek için takıyorsam? Sonuçta duyularımız da beynimiz gibi aldatılabilirdi pekalâ. Bu beyin fırtınası aklıma son okuduğum kitap Pia Mater’deki sinestezi rahatsızlığı olan Alef’i getirdi. Alef düzenli bir şekilde gözleri başta olmak üzere bütün duyu organları tarafından kandırılıyordu. Onun için her rengin bir kokusu ve her kokunun da bir görüntüsü vardı. Örneğin, yeşili her gördüğünde havada süzülen belli belirsiz bir dumanı da yanında görüyordu (Karaismailoğlu 74). Duyu organlarının adeta büyük bir suç örgütüymüşçesine Alef’i kandırmasının adil olmadığını düşündüm. Sonuçta hepimiz insandık ve bu güzel dünyayı olduğu gibi tanımaya ve keşfetmeye hakkımız vardı. Ama atladığım nokta şuydu ki, asıl olan Alef’in gördüğü belli belirsiz bulutlar da olabilirdi. Yani kandırılan Alef yerine biz de olabilirdik.Bahadır Yüzlü 21903504 Giderek karmaşık bir hâl almaya başlayan zihnimdeki düşünceleri toparlamakta zorlanıyordum. Bir diğer duyu organı olan kulağı düşündüm. Kulak dışarıdan bakıldığında kendi halinde, aldığı uyarıları beyne ileten bir organdı. Gerçekten böyle miydi? Bu kadar basit miydi işlevi? Pia Mater’in yazarının Patrick Rothfuss’dan alıntıladığı o nefis söz aklıma geldi bu sırada. “Kelimeler onlara yaptırmak istediğiniz işleri her zaman beceremezler. İşte bu yüzden müzik vardır” (Karaismailoğlu 24). Bu yaklaşımı sadece sıfır ve birlerle çalışmak istemeyen kuantum bilgisayarlarına benzettim. Sanki besteciler basite indirgenmiş -analog- konuşma dilini bir kenara koyup kendilerini neredeyse sınırsız veri çeşidi taşıma özelliğine sahip melodilere bırakmış gibiydiler. Sahi neydi kulağı ve müziği böylesine eşsiz kılan? O da tıpkı diğer duyu organları gibi aldığı bilgileri beyne iletiyordu. Görünürde her şey olması gerektiği gibiydi. Acaba kulak kandırılamıyor olabilir miydi? Yazar, Alef’in duyularını birbirine karıştırırken herhangi bir işitsel karışıklıktan söz etmemişti. Üstüne üstlük işitsel verilerin beyinde ne kadar kalıcı olabileceğine değinmişti. Galiba sorunu kendi içimde çözmüştüm. Fakat yine de düşünmeden edemedim. Alef’in kulağının aldığı uyarılar yanlışlıkla beynindeki görme lobuna gitseydi ne olurdu acaba? Eğer bu olsaydı, gözünün önüne gelen her bir nota farklı bir renge karşılık gelir ve sesler şiddetine göre dinamik kazanıp bir renk cümbüşüne dönüşürdü muhtemelen. Duyu organlarımız neyi, nasıl algılamamızı istiyorsa öyle oluyor. Bu, şu ana kadar yüzleştiğim en can alıcı, en önemli gerçeklik… İşitsel duyunun bir yere kadar kandırılamaz oluşundan ise memnunum. Doğanın derinliklerinde duyduğum kuş seslerinin gerçekten o notalardan çıktığını bilmek duyu organlarıma –en azından kulağıma- olan güvenimi tazeliyor. Ve sonunda, kendi kendimi kandırmaktan ölesiye korkan ben, sahte olamayacak kadar güzel olan toprak kokusunu içime çekip bu konudaki nihai kararımı veriyorum. Kaynakça Karaismailoğlu, Serkan. Pia mater. 1. bs. Ed. İpek Erman. Ankara: Elma Yayınevi, 2019
Derin Deniz DİLAVER 22003445 21. Yüzyıl Sancısı Annem son günlerde ne zaman odama girse her yerin mumlarla dolu olduğu, tütsü kokusunun perdelere sindiği romantik bir senaryoyla karşılaşıyor. Hoparlörden buhranlı tınıların yükseldiği sırada, yatağa sırtüstü uzanmış ve tavanı izleyen beni gördüğünde bıkkınlıkla omuz silkiyor. Ne düşündüğünü çözemiyorum elbette ama az çok aklından geçenleri kestirebiliyorum. Ne yapıyor olduğumu sorsa cevabını alamayacağı için ağzını açmıyor. Nasıl olduğumu yokladıktan sonra çıkıyor sakince odamdan. Bunları yazarken oldukça depresif ve iç karartıcı bir manzara çiziyormuşum hissine kapılıyorum ancak durumun böyle olmadığını bilmenizi istiyorum. Kafamı kurcalayan pek çok şey var. Kaygılıyım, stresliyim, yaşlanacağıma ihtimal dahi veremiyorum. Şu anda içinde bulunduğumuz dünya ve onun gidişatı beni oldukça ürkütüyor. Düşünecek, kafaya takacak çok şeyim var fakat kimin yok ki? Eskiden bu soruyu kendime yönelttiğimde hep, “Başkalarının da sıkıntıları var hatta benden daha büyük sıkıntıları olanlar var. Eve ekmek getirme kaygım yok, bakmam gereken kimse yok, sağlıklıyım, ailemleyim, tek yapmam gereken derslerime çalışmak. Ne olmuş yani haberleri okuyunca, ülke gündemini takip edince geriliyorsam ve mutsuz oluyorsam. Şükretmem gerek.” diye düşünerek hiçe sayıyordum hissettiklerimi. Başkalarıyla kendimi bu bağlamda kıyaslamam, sıkıntılarımın beni usulca boğmasından ve karabasan gibi üstüme çökmesinden başka hiçbir şey yapmadı. Mutsuzluğumu küçümsemek bana sadece acı verdi. Tam da bu noktada Rabindranath Tagore’un “Güçlünün suç işlemesini önlemeye gücü yetmeyen adaletin, tek başına için için ağladığını gördüm. Genç çocuklar gördüm, koşup kederli başlarını acı içinde amansız taşlara vuran.” (30) sözü aklıma geliyor. Neredeyse her gün haberlerde duyduklarımı, okuduklarımı düşünüyorum; öldürülen kadınlar, tedavi olamayan hasta çocuklar, işkence edilen sokak hayvanları, iyi yönetilemeyen bir salgın, ekonomimizin ne kadar harikulade olduğunu söyleyen vatandaşlar, öğrencileri ellerinden geldiği her şekilde sindirmeye çalışan polisler, devlet büyükleri ve nicesi. Bunların hepsini düşündükçe başımı taşlara vurasım geliyor. Doğruyu söylemek gerekirse, benim gibi hisseden onlarca genç tanıyorum ve onlarcasının daha olduğunu biliyorum. Çoğu zaman hiçbirini görmek, duymak istemiyorum ama görmezden gelmemem gerektiğini de biliyorum çünkü ben de bu düzenin bir parçasıyım, ben de yaşadığım ülkenin bir yarasıyım. Bazı günler, nasıl bir geleceğe doğru ilerlediğimi düşünmek içimi yiyor. Öyle çok yiyor ki, annemin rahmine geri dönmeyi diliyorum. Diliyorum çünkü düşünüyorum ki biyolojik olarak çocuk sahibi olmanın bile bencillik haline geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Üzerinde ne kadar daha hayat sürebileceğimizi bilmediğimiz, yoksulluk içinde milyonlarca insana rağmen tüketimin ve sömürünün boyumuzu aştığı bir dünyada yaşıyoruz. Bir insan bu dünyaya çocuk getirmeyi nasıl düşünebilir ki? Ben bu dünyaya bir geleceği olduğuna güvenerek nasıl çocuk getirebilirim ki? Yine bazı günler, “Ne anlamı var?” diyorum. Sabah kalkmamla başlayan ve tüm gün süren, ruh emici bir akademik maratonu sürdürmenin ve uğruna hayattan alınabilecek en küçük zevkleri dahi feda etmenin ya da insanlarla ilişkilerimi kompleksleştirmenin, davranışlara, sözlere, hislere hatta eşyalara bir sürü anlam yüklemenin ne anlamı var? Ne için yapıyoruzbunları? Neyin uğruna bu mücadele? Yarın bu yarışa devam edip edemeyeceğimin bile garantisi yok diye düşünüyorum. Bazı günler ise yerimde duramıyorum. Kendim için, ülkem için, dünya için bir şeyler, işe yarar şeyler yapmak arzusuyla dolup taşıyorum. Bütün gençlere, kadınlara, çocuklara, bütün sokak hayvanlarına sarılmak, bütün üst makamlardaki insanları bir odaya toplayıp “Neden?” diye haykırmak istiyorum. Yapabileceğim şeyler sınırsız diye düşünüyorum. Kadın meclislerine üye oluyorum, sosyal medyada ilanlarını gördüğüm hasta çocuklar için bağış yapıyorum, hayvansal ürün tüketmeyi bırakıyorum. Sırayla iyiler mi diye arkadaşlarımı yokluyorum. Okuduğum bölümü dahi okuyacağıma, bir değişiklik yaratabilmek arzusuyla dolduğum bu anlardan birinde karar veriyorum. Yine de içimdeki bu coşkunluğu dindiremiyorum. Her şeyin anlamsız olduğunu düşündüğüm ve hayatımı üçüncü bir göz olarak izlediğim zamanların ardından Tagore’un başka bir sözünü düşünüyorum bu sefer: “Ölüm kapını çaldığı gün ona ne ikram edeceksin?” Bu soruya cevap veremeyişimin ıstırabını çekiyorum adeta. Ne ikram edeceğim gerçekten? Ne iz bırakarak gideceğim buradan? Bunları düşünmek beni yerimde duramadığım ve daima bir faaliyet halinde olmak istediğim o periyoda sürüklüyor. Yaptıklarımın tatmin etmediği noktada da korkunç bir umutsuzluğa kapılıp tekrar diğer periyoda girmiş halde buluyorum kendimi. Hep de böyle devam ediyor; iki uç noktada gidip geliyorum sürekli. Bu sırada bitkin düşüyorum ve kendi kendime diyorum ki “Bu kadar genç yaşta, bu kadar yaşlı ve yorgun hissetmeyi hak etmedim.” Yorgunluk hissi öyle gücüme gidiyor ki, en güzel yıllarımı geçirmem gereken zamanda ben, kaygı ve endişenin beni kemirmesine izin veriyor, üstüne bir de başkalarıyla kendimi kıyaslayarak halime şükretmeye çalışıyorum. Oysa biliyorum ki benim gibi hisseden, ne yapacağını, ne yapmak istediğini, ne olmak istediğini, bu dünyadan kim olarak gitmek istediğini bilmeyen ve bunun sancısını çeken bir sürü insan var. Benim ve diğer benim gibi hisseden bütün insanların bu son derece yoğun ve yorucu döngünün içinden çıkmak için atması gereken adım ise çok basit gibi görünen ancak bir o kadar da zor bir eylem olan nefes vermek. O kadar uzun süredir nefesimizi tutuyoruz ki sanki birazını bıraksak her şeyin yoluna gireceğine dair inancımız geri gelecek. Çünkü biliyorum; bazen bir yolda yürürken, durmak ve sakince nefes alıp vermek, belki de biraz etrafı izlemek gerekir. Yolu yürümeye değer kılan da budur. İnanıyorum ki biraz dursam ve kendimi bir şeyler yapmak zorunda olduğuma ikna etmeye çalışmasam veya her şeye anlam yüklemektense küçük şeylere küçük anlamlar yükleyerek dünyadaki vaktimi değerli kılmaya başlasam ve ne olacak diye endişeyle kıvranmaktansa ipleri biraz dünyanın eline versem her şey yolunu bulacak. Ben bunu keşfetmeden önce Tagore, adeta insan ruhuna dokunurcasına ifade etmiş bile; “Sakin sakin otur yüreğim, toz kaldırma. Bırak, dünya sana gelecek yolu, kendisi bulsun.” (66)KAYNAKÇA Tagore, Rabindranath. “Kimse Bize Ait Değildir”. Çev. Nabi Resuloğlu. İstanbul: Destek Yayınları. 2020, Baskı.
21903295 F.BetülKÜÇÜK TURK 102 Alternatif Gerçeklik Milattan önce305yılındayaşayanbir çiftçi olarakdünyanın düzolduğunainanmak,1983’te yaşayanmasumbir Amerikalı olupRambo’yubiraz fazlakaçırmaktandolayı Vietnamlıların şeytanolduğunainanmak, 2023’teyaşayıppolitikacılarınahlaklı insanlarolduğuna inanmak veyaWitzleben gibi pekhayırsızbir torun olupbaşarısızlıklarınıörtmek içinyalan söylemek gibi çeşitli tercihlerpektabi mümkündür. İnsanlartarihtevar olduğundan beri-henüz konuşmayıbilmeselerdahi- yalansöylemek vebuyalanlarainanmakmodasıhiçgeçmeyen durumlardanbir tanesiolmuştur.Avladığı hayvanı paylaşmamakiçin yalansöyleyenilkelbir insandan,vergi vermemek içinaz gösterilengelirlerekadaruzanan yalanlarıngeleceği de tarihi kadarumut vadedici.Peki insanlararasında yalan nedenbukadarpopülerolmuştur ve onlara inanmakgerçektenkötümüdür? Yalan söylemeninveyalanlarainanmanınüzerimizde sahipolduğu rahatlatıcıetki sadece yalanlarındeğil bizimdeişimizi kolaylaştırır. Yemektesebzeolmadığını iddia edenbir anne, hastaolduğu içinişe gelemediğini söyleyenbir çalışan,henüz tanıştığıinsanlarasana şu kadara olurdiyenesnaf, bilmediğiadresi yinede tarifeden yardımseverleriki taraf içinde işleri kolaylaştırabilirler.Bazen yalanlarınfarkındaolan sadecebir taraf olurkenbazeniki taraf daher şeyinfarkındadır. Yalanısöyleyentaraf söyledikleriyle başlıbaşınaalternatif bir gerçeklik yaratmaktır.Yalan söylenilenkişiler debuyalan hoşlarına giderseyalan olduğunu veyayalan olmaihtimalinin yüksek olduğubualternatif gerçekliklerekolaylıklainanmayı seçebilirler.Sevdiklerimizin-pekiyi insanlar olmasalarda- öldüktensonrahep iyiyerlere gideceklerinidüşünmek, VictoriaSecretürünlerini kullandığımızda meleklere dönüşeceğimize inanmak,iklim değişikliğiningerçek olmadığınısavunmakrevaçta olan örneklerdenbirkaçıolabilir. Butip yalanlarainanmakkendimizi dahaiyi hissetmemizeyardımcı olur. Tabiiaynı zamanda gerçeklerdenkaçmak olarakalgılanabilir olsa dabuaslındahayatlabaşa çıkmanın yollarından birisidir.İnsanlarınhayatlarıboyunca yüzleşmesi,üstesindengelmesi gerekenbir çok durumvardır.TıpkıWitzleben’in deiçindebulunduğudurumlar gibi; insanların beklentisineuymayak, onlarakendini kabulettirmeye, beğenilmeye,değergörmeye çalışmak Witzleben’inyalanlarıgibi kendinigösterebilir. Birçoğumuz onunkadarilerigitmesek de kendimiz olduğumuzkişidendaha çokolmak istediğimizkişi gibigöstermek için belirlibir çaba harcarızokumadığımız bir kitabıokumuşgibi davranmak,kötübir gündeki nasılsın sorusuna iyiyim cevabınıvermek, ufak başarılarızaferleredönüştürmek, insanlarınetrafında çoğu zamankendikarakterinidahi göstermemekgünlükhayatta zatenbirçoğu insanınusta hale geldiği durumlardır.Öbürtarafta dabunlardanbağımsız olanhayatındiğerzorlukları; ölümler,felaketler,dipsizkuyugibi hissettiren,sağlıklı bir biçimdeherkesinbaşa çıkmasının pek demümkün olmadığıdiğerduygular…Aynı zamanda bunlarıntam karşısındabizi bekleyenumutlar,istekler, beklentiler,daha iyigünlerin, insanların,dünyanınvarlığına inanmaihtiyacıve buihtiyacındoğurduğu yalanlarainanmagerekliliği. Gerçekliğin anlamınıngöreceliolduğuve herkesebaşka bir anlamifadeettiğifilozofların tartışmalarına dasıkçakonuolmuştur.Yaşadığımız ‘gerçek’hayatındagerçekliğisorgulanabilir,bunedenle‘gerçek’hayatlarımızdainanmayı tercihedeceğimiz,bize daha rahat vekonforlu gelentürlü türlü gerçekliklerde yaratılabilir.Kısacasımutsuz, memnuniyetsiz birşekildeyaşamak yerinebir kurguyuyaşamakbelki deinsanların kendileriniiyi hissetmek içinbaşvurduğuyollardan birisiolarakokadarda kötüdeğildir. Tabii kisüreklilikkazanıpgerçekliğintamamen reddedildiğibirdurumadönüşmesi deolası olabilir amabunungerçekleşmeyeceğineinanmayı seçipyolumuzadevamda edebiliriz. Kaynakça Zelther, Joachim.YalanınErdemi.Çeviri RegaipMinareci,İstanbul,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,2022.
ÖTEKİLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ? İlk ne zaman ağladığınızı hatırlıyor musunuz? Elbetteki hayır, yaşam denen bu maratonun başlama düdüğüyle eş zamanlıydı ilk ağlayışımız. Henüz çıkmışken anne rahminden -hatta doğmadan önce- bir kimlik sahibi oluveriyoruz. Nerede doğacağımız, hangi ailenin çocuğu olarak hayata merhaba diyeceğimiz bunun yanında hangi dine mensup olacağımız belirlenmiş oluyor. Kümeleniyoruz, bu “A” kümesi şu “B” kümesi gibi isimler takıyoruz kendimize ve “diğer”lerine. Daha sonra ortak kümeler yaratıyoruz ve “biz” oluyoruz fakat her “biz”in karşısında bir de “siz” yok mudur? Öteki, beriki, şucu, bucu, Doğulu ve Batılı etiketleri henüz ilkokul sıralarında çıkıyor karşımıza. Kendinin dahi kim olduğunu bilmeyen o tertemiz ruhlarımız hemen “öteki”ni görüyor, kendinden farklı olanı. İlk öğretilen şeydir belki de kendimiz gibisini bulmak ve başka olana sırtımızı dönmek. O masum yıllarımızdan sonra da bırakmaz peşimizi bu öğreti, vardık mı tadına bir kere düşmez yakamızdan. Hayatımız boyunca bizimle beraber gelir, yeni bir ortama girdiğimizde hemen bizim gibi olanı arar gözlerimiz. Biz yeni taşındık bu bozkır şehre ve açıkçası bir hayli gelenekçi bir aileyiz. Gelir gelmez hemşehri ya da ortak kültürden birilerini aradı bizim evdeki üç emekli. Aynı dilden konuşacağı -Türkçe’den bahsetmiyorum- ortak birkaç değerin olduğu eş, dost bulma telaşı içine girdiler. Buldular mı? Evet, lakin bulana kadar izole ettiler kendilerini, çekindiler. Bu arayış o sıralarda, yaşlarda aşılanıyor işte, duvara asılı olan harita bile yedi bölge. Babil Kulesi efsanesini bilir misiniz? Kadim bir efsaneye göre, bundan çok uzun zaman önce yeryüzündeki her insan tek bir dil konuşurmuş. Zaman sonra Babil Kulesi’nin yıkılmasıyla birlikte bu insanlar farklı dillere, bir rivayete göre yetmiş iki dile, kültürlere, inanışlara ve yeryüzünün farklı bölgelerine ayrılırlar. Artık kimse kimseyi anlamaz olur, ötekileşir, berikileşir. Herkes kendine dilinden, dininden, ırkından ve statüsünden yapabildiği en iyi kalkanı yapar. Çoğunluğu oluşturup azınlığa karşı yürür tabi yanına kalkanını ve zırhını almayı unutmadan. Herkes bir yandan sıkıştırır azınlığı fakat tarihin tekerrür tekerleğinde devran döndüğünde o azınlık da bir öncekiler gibi alır cephesini. Sonra da doğanın kanunu bu diyerek normalleştirilir bu döngü. “Hepimiz farklılıklarımızla özeliz, güzeliz” , “yaşasın kültürlerin mozaikliği” ve benzeri sloganları duymuşluğumuz çoktur. Evet bunlar klişedir fakat Murathan Mungan’ın da dediği gibi, klişe olmanın getirdiği yoğun kullanım, aşınmaya, içerik ve etki kaybına yol açsa da bazı klişeler güçlerini gerçekliğinden alır. Karşı karşıya koyulmuş iki ayna gibiyiz, farkında olmasak da ötekileştirme yaparken diğer yandan onlar için de biz öteki oluveriyoruz. Aynaya baktığımızda kendimizi gördüğümüzü zannediyoruz. Zannetmek filini kullandım çünkü aslında diğer aynadan bizim gibi olmadığını düşündüğümüz ve başkalaştırdığımız insanlar yansır gözümüze. Şunu unutmayalım, öteki yoksa biz de yokuz! Düşünelim, karanlık olmasaydı aydınlığı bilebilir miydik hiç? Yahut olmasaydı yokluk varlığın bir anlamı olur muydu? Her şey, her insan, her renk birlikte güzel.Bildiğimiz gibi beyaz, tüm renklerin bir araya gelmesiyle oluşur.Tıpkı çocukluğumuz gibi.masumluğun, temizliğin sembolü olan beyaz. Bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa insanlar el ele tutuşsa birlik olsa uzansak sonsuza... Bir zamanlar dillere pelesenk olan bu şarkıyla büyümüş nesillerin günümüzde sınırlarını bu denli çizmiş olması ne kadar üzücü olsa da insanlık tüm ilâve kimliklerinden kurtulup yalnızca insan kimliğiyle bakarsa birbirine Babil Kulesini yenideninşa edebiliriz. Aynı dili konuşabiliriz tekrar, insanca. Hepimizin eşit olarak yaratıldığı, hiç birimizin bir diğerinden üstün kılınmadığı bu dünyada başarmak zor olmamalı. KAYNAKÇA Mungan,Murathan (2015),Güne Söylediklerim.İstanbul: Metis Yayınları BÜŞRA ŞEBİN
Her Genç Kızın Hayali: Fındıkkıran Roma’nın devasa sütunlarını andıran giriş kapısıyla Ankara Devlet Opera ve Balesi, misafirlerini bir balinanın ağzına giren küçük balıklarmış gibi yutuyor. Herkesi bir telâş almış, herkes ayrı bir yöne koşturma derdinde. Yolu oradan geçen bir sinek, opera binasının önünde pinekleyen köpeğe bu hengâmenin ne için olduğunu soruyor. Gürültüden bıkmış köpek, “Bu akşam Fındıkkıran’ın prömiyeri var, biletlerin tükenmesi 3 saniye sürdü” diyor. Gerçekten de tüm çabamla ancak en arkadan bilet alabilen ben de hâla bu sinek gibi merak içerisindeyim, acaba içeride ne var? Gösteriden on dakika önce koridorlarda dolaşırken Dame Ninette de Valois heykeline rastlıyorum ve Türkiye’de balenin kurucusu olduğunu öğreniyorum. Fındıkkıran heykeliyle fotoğraf çekinen insanları geçerek salona döndüğümde Türkiye’de sanatın gelişmesi için başta Atatürk olmak üzere çok emek veren isimler geliyor aklıma ve minnet duyuyorum. Derken ışıklar kapanıyor ve aylardır beklediğim Fındıkkıran Balesi başlıyor. Dekorlar uzun bir uğraşın sonucu olduğunu belli edercesine görkemli ve Broadway’de izlediğim Les Miserables (Sefiller) müzikalinin dekorlarını anımsatıyor. Sahnenin buz üstüne kurulu olduğu izlenimi veriliyor, çocuklar ayaklarında patenlerle kayarken ilkokulda okuduğum Gümüş Patenler’i düşünüyorum. Adeta süzülüyor gibi kayıyor göstericiler ve Tchaikovsky bestesinin yetenekli balerinler ve baletlerle mükemmel bir prodüksiyonda birleşmesini büyük estetik haz duyarak seyrediyorum. Bir sonraki sahnede Noel gecesi tasvir ediliyor, herkes hediye alırken ben de acaba ne isterdim diye düşünüyorum. Ne isterdim bilmiyorum ama kesinlikle bir “fındıkkıran” istemezdim. Ancak Clara’nın Fındıkkıran’ı eline aldığında yaşadığı sevinç görmeye değerdi gerçekten. Oyuncağı sımsıkı tutup göğsüne bastırışı asla ayrılmama isteğinin fiziksel ifadesiydi. Okuduğuma göre Clara, Fındıkkıran’ı bir prens olarak hayal ediyor ve sahnede olaylar gelişiyor. Güçlü ve cesur Fındıkkkıran korkunç farelere karşı savaşıyor. Bilinçaltının sahneye akması gibi... Farelerin Clara’nın korkuları olduğunu düşünüyorum. Korkuları fare silüetine bürünmüş karanlıkta sinsice dolaşıyor, neyse ki Fındıkkkıran var. Her genç kızın hayallerindeki prens sahnede de tasvir ediliyor. Sonrasında Fındıkkıran yine oyuncak boyutuna dönüyor ve Fındıkkıran’ın başrol olduğu birkaç dakikayı geride bıraktığımızda farklı kültürlerden insanların danslarını sahneleyen birçok balet ve balerin geliyor sahneye. Çinliler, İspanyollar, Hintliler...Danslarda vücutlarını hiç zorlamadan kuğu gibi süzülmeleri beni çok etkiliyor. Herkes hangi notada nerede duracağını biliyor. Ahenk o kadar iyi oluşturulmuş ki bazen dünyaya ait olamayacak kadara güzel olduğunu düşünüyorum. Rengarenk elbiselerin içinde bir uçtan bir uca zıplayan, dönen, parende atan, yuvarlanan insanların müzik ve kareografiyle böylesine uyumlu bir pozisyona oturabilmesi balenin en inanılmaz yanı olmalı. Ne yazık ki bir şarkı dışında müziklerin ne kadar unutulmaz olduğunu söyleyemeyeceğim. Elbette dansla muazzam bir uyum içinde ancak Tchaikovsky’nin diğer baleleri Kuğu Gölü ve Uyuyan Güzel müziklerinin etkileyiciliği yok maalesef. Belki de sahnenin curcunası fazlasıyla gözümü aldığı için kulağımı ayırıp müziğe yeterince odaklanamıyorumdur. Ancak balerinin o bembeyaz eteğiyle solo performansını sergilediği sahnenin müziği her bir notasıyla zihnimde kalmış gibi hissediyorum. Notaların kelimelerle ifade ediliyor olabilmesini çok isterdim. O zaman belki de hislerim en berrak varlığıyla kağıtlarda vuku bulabilirdi. Fransız sembolistlerinin bu gizemi yakaladığını düşünüyorum çünkü Baudelaire, Rimbaud ya da Valery okuduğumda/dinlediğimde kulağıma gelen seslerin yalnızca harflertopluluğu olmadığı çok açık. Bu büyük sanatkârlar notaları harflerin içine gizleyerek yazıyor şiirlerini. Ahengi ister Tchaikovsky gibi anlatsın ister Valery gibi anlatsın, sanatçının yüce ruhu eserinde hissediliyor. Her ne kadar duyularımı yalnızca sahneyle sınırlandırmak istesem de estetik değeri çok yüksek olan performanslarda bir de bakmışım eserin bana çağrıştırdıkları içinde kaybolmuşum ve sahnede bir balerin dans etmiyor da Valery dans ediyor, Dame Ninette de Valois dans ediyor, Atatürk performans sonrası sanatçıları tebrik ediyor ve ben de kulise gidip orkestra şefiyle tanışıyorum. Sonra kendimi kaybedip tüm odağımı yitirdiğim için üzülüyorum ama bu durumun tuhaf yanı her eserde dalıp gitmiyor olmam. Ahenk çok etkileyici olduğunda bazen beni adeta kendimden geçiriyor ve hayallerimin içine sarılmış, koltuğumda uyuyorum. Oysaki tam tersi durumda genelde pek de beğenmediğim gösterilerde ne hikmetse pür dikkat ayaktayım. Gittiğim ilk klasik müzik konseri Borusan Filormoni Orkestrası’nın Cemal Reşit Rey salonundaki gösterisiydi ve çok beğenmeme rağmen uyuyakalmıştım. Zannediyorum buna güzelliğin uyutucu etkisi adını verebiliriz. Dalıp gitmeler, kendinden geçmeler, alkışlar, takdirler, tebrikler, iç çekmeler derken perde çekiliyor ve bir gösterinin daha sonuna geliyoruz. Biraz olsun ilgileneceğini tahmin ettiğim insanlara Fındıkkıran’ı mutlaka görmeleri gerektiğini söylüyorum. Evde ayaklarını kanepenin üstüne uzatıp kuruyemiş yerken seyredilebilecek hiçbir şey sahnenin karşısından dimdik oturarak seyredilenin yaşattığını yaşatamaz. Hele de mevzubahis olan Fındıkkıran gibi bir mucizeyse... Zeynep Ceren Şen 21703537
Damla Nur Parıltı 102­10 22.12.14 Sınır Tanımayan Beden Gregory House dünyanın en aykırı ve en iyi doktoru olarak birçok ülkede adından bahsettiren güçlü bir karakterdir. House dizisinin ana karakteri farklı bir kişiliğin ve güçlü bir zekânın birleşiminden ortaya çıkan üründür. İşte bu yüzden insanların dikkatini ilk bakışta kendine çekmektedir. Dizi her bölümde bambaşka bir noktaya parmak basıp olaylardan değişik anlamlar çıkarsa da aslında House ve çevresindekilerin göründüklerinden daha derin anlamları perdeledikleri çok aşikâr. House’un etrafındaki dokuz kişi; Foreman, Wilson, Chase, Cuddy, Cameron, 13, Taub, Kutner ve Amber, onun olmazsa olmaz üç eşyası ve “bacağı” onu tamamlayan olguların temsilcileridir. Yani House bir beden ise geriye kalanlar da onu tamamlayan parçalarıdır. Bedenin en çok ihtiyaç duyduğu, onun var olması için en çok gereken şey ruhudur. Foreman en başından beri ekibin içinde olan ve House’a en çok benzeyen karakterdir. House’un özelliklerini yansıttığı için Foreman bedenin ruhu olmuş, ona hayat vermiştir. House’un en yakın arkadaşı hatta anlaşabildiği tek arkadaşı Wilson’dır. Wilson; sadece kendi adına değil başka insanlar adına da çok uçuk kararlar veren House’un kararlarını sorgulayan, onun kafasında soru işaretleri yaratan kişidir. Yani Wilson vicdan rolündedir. Bedenin yaptıklarının sorumluluklarını hatırlatır, içinde bir yük yaratır ve onu sorgulamaya iter. Chase ise başından beri House’un yancısı olan, onun her istediğini yapan ve bu yüzden House’u daha da sınır tanımaz hâle getiren kişidir. House’u pohpohlayarak onun egosu hâline gelir. House’un Chase’i kovması da büyüyen egosunu tatmin etmek ve bastırmak içindir. Cameron ekibin belki de en zayıf halkasıdır. House yaratılan kişiliği gereği kararlarının doğru veya yanlış olmasını önemsemedeğinden Cameron’ı pek dikkate almamaktadır. Cameron, House’un verdiği kararların etik yanını düşünür, çoğu zaman bunların doğru olmadığını iddia eder. Doğruluk Cameron’ın içine gizlenmiş duygudur. 13 genetik olan ve çaresi bulunamayan hastalığı yüzden hızlı ve anlık kararlar vermektedir. House’un onu ekibe seçmesinde bu durum çok etkili olmuştur. Yeni şeyler denemeye açık ve fazlasıyla değişik kişiliğiyle cesaretin vücut bulmuş halidir. Taub ise 13’ün tam aksidir, genelde düşünerek hareket eder. Bazen duygularına yenilse de Taub’un bedenin mantığı olduğunu söyleyebiliriz. Kutner diğerlerinin aksine bir saflık örneğidir. Üvey bir ailenin elinde çok sıkı korunarak büyümüş ve bu yüzden insanların ya da olayların sadece iyi kısmını görebilmektedir. Ama House’un yanında çalışıp vakit geçirdikçe Kutner’ın da kötülüğün farkına vardığı görülüyor. En sonunda da intihar ederek hayatına son veriyor. Bunu küçükken insan bedenin saflıkla dolu olduğuna ve zaman ilerledikçe bu saflığın gittikçe kaybolmasına bağlayabiliriz. Amber ise bilinçaltıdır. Zaten dizinin belirli bir bölümünde de onu House’un bilinçaltının dilegelmiş hâli olarak görüyoruz. House’un kafasının bir köşesinde saklı kalmış en ufak bir bilgiyi bile ondan öğrenmesi bunun kanıtıdır. House’un en büyük zaafı Cuddy onun patronudur. House’un patronunun ve hastanenin kuralları çerçevesinde az olsa sınırlandırılması tıpkı bedenin aşk tarafından kontrol edilmesine benziyor. Aşkın gücü karşısında onun isteklerini yerine getirmekten başka şansı var mıdır bedenin? House’u en çok zorlayan, belki de onu olduğu kişi yapan sürekli ağrıyan bacağıdır. Agresif ve çekilmez biri olmasında bacağının büyük payı vardır. Bacağı insanların önüne çıkan engelleri temsil eder. Bedeni ve onun bütün parçalarını zorlayan engeller… House’un ağrısı yüzünden ekibi, Wilson ve Cuddy onun azizliğine uğrarlar. Laf sokmalara, küçük ama sinir bozucu şakalara ve hatta kavgalara bile neden olabiliyor bu bacak. Bunların hepsi engeller karşısında verilen tepkiler oluyor. Peki bu engellere karşı hiçbir çözüm yolu yok mu? Engelleri aşmak için alınan destek de baston oluyor. Bu destek arkadaşlar da olabilir, insanın kendi çabası ve istediği de. “Vicodin” yani ağrı kesici ise kesin çözümdür.. House ağrı kesici aldıkça bacağının ağrısı diniyor ve daha rahat bir şekilde vakaları çözüyor. Onun bu ilaca olan bağımlılığı da mutluluğu temsil eder. Engelleri aşan bir insanın hissettiği mutluluk gibi... İnsanlar rahat yaşamak ister ve hayatları boyunca hiçbir problemle karşılaşmamayı diler. Son olarak House’un masanın vazgeçilmez parçası olan kırmızı ve gri renkteki büyük topu onun zihninde yolculuk yaptığı zamanlarda onu rahatlatan şeydir. Hayal gücünü kullanarak meydana gelebilecek bütün olasılıklarını düşünür ve en uygun olasılığa göre hastaya tedavi uygular. Bu yüzden topun hayal gücü yerine geçtiğini söyleyebiliriz.
Ölümün Sübjektifliği Doğmak ,yaşamak ve ölmek. Hayat olarak adlandırılan döngünün temel adımları. Ama ilk ikisi o kadar tartışılmazken ölmek farklıdır. Hemnedir ki ölmek ? Soluğukesilip , son bir bakış atmak, tüm seslerinkesildiği anda sonsuzluğa veya boşluğa düşmek , sonvermek acılara , tüm yüklerden kurtulmak ; usulca hiçbir fark yaratmaksızın… Bu yüzden , ölüm insanlığın en büyük korkusudur ; ama herkes için değil çünkü ölümün anlamı , hayatın anlamınave yüküne bağlıdır . Bu yüzdendir ki yazarın aktarmak istediği gibi , ölüm aslında herkes içinkorkunç değildir; kimi içdi nd md udt dlu db idr sdo dn ddudr. d d d d d d d dd d d d dd http://www.hicbisey.com/wp-content/uploads/2016/02/%C3%B6l%C3%BCm.jpg İnsanların ölüm ve korkusu yüzünden çıldırması gerektiğini düşünüyorum. Oysa tüm insanlar bir şekilde ölüm düşüncesinden kendisi soyutlayıp, kendilerine türlü türlü uğraşlar buluyorlar; ölümü düşünmemek için.Bu yüzden ölümden sonra yaşamı icat ettiğimize inanıyorum. Böylece korkularımızı bir kapı ardına bırakıp kendi oluşturduğumuz gerçeklere inanıyoruz. Bu durumun nedeni olarak ; sonsuzluğu ve ölmeyi anlamlandıramadığımızdandüşünüyorum.Çünkü, insan bir şeyi hissetmeden gerçeği tam olarak kabullenemez , kabullenmek istemez, beyninin içinde yarattıklarıylabaş başakalır. İşte tam olarak bu yüzden, ölümün tanımı insandaninsanadeğişir; kimiiçin son, kimiiçinbaşlangıç, kimi için ayrılık ,kimi için kavuşma anlamınagelir. Buanlamlar sayesinde kendi silik hayatlarımızı değerli veeşsiz olduğu yanılgısına kapılıyoruz.Çünkü, aslındahayatlarımıza anlamkatan;anlamsız bir sonu olması. Aa aa a aa a a a a a a a a a aa a a aa a a aa a aa Öleceğinin bilincinde olan tek canlı insanolabilir, buyüzden derin bir hüzün ve dehşete sebepoluyor,inanılmazbir kaygı hissediyoruz ; bu kaygıyla başa çıkmak için kendimize uğraşlar buluyoruz ,hayatımızıboşa geçirmemeye çalışıyoruz . Hayatlarımız anlamlarını hiç bulamayacağına inandığımız için sonlu hayatlarımızda , sonsuz bir arayışa giriyoruz. Bu yüzden , daha büyük ve değerli bir şeylerin parçası olmaya çalışıyoruz . Mesela , dinlere mensup oluyoruz,Tanrı’dan bir parça olduğumuzu sanıyoruz. Çünkü , anlamsız ve boşbir hayat geçirmekistemiyoruz, hayatlarımızın anlamlarını daha büyük ve kudretli bir şeylere bağlıyoruz .Böylece ,bir hiç uğrunayaşamamış hissediyoruz ve “yaşadım” diyoruz hafif bir pişmanlık haliyle. Aslındabu tutumutemel mesele olarak görüyorum . Güçlü görünmek için ; kalıplaşmış düşüncelere ,dinlerimize ve dinsizliğimize , milletimize vecinsiyetlerimizinarkasına sığınıyoruz .Bu yüzden ,farklılıklarortaya çıkıyor. Buraya kadar sorun yok , sorun olan arakasına gizlendiğimiz bukimliklerle diğer insanlara ve de canlılarayaptığımızbaskı ve kötülük. Çünkü, her insan kendiyarattığıkimliğin daha yüce olduğuna inandığı için seçer ve savaşır . Her savaş gibi bu da yıkımyaratır. Sözgelimi , farklı dinlere sahip insanlar için , dünyadaki en doğru din kendisinin mensupolduğu dindir . Bu da bizi yeni düşüncelere ve anlayışlara kapalı yapıyor ve saldırganlaştırıyor.Çünkü, haksız olabilmenin ihtimalikor gibi yakıyor gönlü ve zihni , yine ve yeniden ölümünyarattığı büyük boşluğu düşüyor , hayat anlamını yitirmeye başlıyor. Bu yüzden ölümün hayata kazandırdıklarını tam olarak iyi veya kötü olarak ayıramıyorum. Hem anlam katıyor , hem de o anlamda insanı boğuyor. Ama şu nokta önemli ; ölüm kaçınılmaz ve doğal olandır , doğmak ve yaşamakgibi.
YILDIZLI BİR GECE Gece, zifiri karanlık… Eğer şehrin sönmek bilmeyen ışık kargaşasından uzaklaşma fırsatını yakalamışsanız görebilirsiniz yıldızları. Sonsuz, en koyusundan lacivert, dümdüz bir örtü üzerine serpilmiş gümüş toz tanecikleri…Kalp atışlarımla eş zamanlı bir parlayıp bir soluyorlar; sanki içlerinde yaşam gizli. Oysaki gördüğüm onların eski, havada asılı kalmış fotoğraflarından başka bir şey değil. Belki de çoktan sönüp evrenin sonsuzluğuna karışmışlardır. İşte böyle anlarda, hastane odasının dar pencerelerinden geceyi izleyip o ünlü tablosunu yapan van Gogh’un da benim gibi düşünüp düşünmediğini merak ederim. O da yıldızları benim gibi mi görüyordu? Zannetmiyorum. Zira onun yıldızları çok daha canlı, çok daha büyük ve parlak. Benimkiler gibi gecenin karanlığı tarafından yutulup gitme riskleri yok; onunkiler gecenin derin lacivertleriyle adeta dans ediyor, kendi etraflarında girdap gibi dönerek geceyi aydınlatıyorlar. Vincent van Gogh’u bu kadar olağan dışı yapan belki tam da budur. O, çaresizliğini, kederini ve ıstırabını aldı ve canlı, umut dolu eserler yaptı. O, benim için, yaşamış bütün ressamlar ve fikir adamları arasında en büyüleyicilerinden biridir bu yüzden. “Yıldızlı Gece” van Gogh’u çok iyi yansıtır, çünkü o umudun ve çaresizliğin birleştiği büyülü bir eserdir. Alt kısımda Saint-Remy kasabasını olanca kasvetiyle görmek mümkün. Renkler daha koyu, tek hareketlilik ise kasaba evlerinin küçük pencerelerinden aheste aheste süzülen ışık huzmeleri. Evlerin ve ağaçların hatları kalın bir siyahla belirlenmiş, resmin yukarısındaki akışın tam zıttı. Issız ve uzak dağlar ise aynı kasvetli havaya derinlik katıyor. Acıyla ağlayan o yalnız adama sırtını dönen kasaba, o anda ölümsüzleşiyor. Eserin yukarı kısmı ise apayrı bir hikaye. Koyu yeşiller yerlerini açıktan koyuya mavinin tonlarına bırakmış durumda. Fırça darbeleri daha özgür, belki de daha hareketli. Buna rağmen, renkler o kadar sakin bir biçimde birbiriyle bütünleşiyor ki bakanlar da o dinginliği hissetmekten kendilerini alamıyorlar. Bu kısımda keskin hatlar ve sert darbeler yok, akıcı bir hareket var. Her fırça izi, izleyicinin gözünü bir diğer izi takip etmeye itiyor ve insan bu hipnotik dansta kendini kaybediyor. Bu iki çarpıcı kontrastı bir köprü gibi birbirine bağlayan ise bir servi ağacı. Genelde mezarlara dikilen bir ağaç türü olması ise ilginç bir nokta, ama ressamın bilerek bu ağacı seçtiğini düşünmek çok da yanlış olmayacaktır. “Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer.” diyen van Gogh için ölüm, dışlanmışlıklarla dolu bir hayattan mutluluğa geçişin köprüsü olabilir mi? Bu sorunun cevabını ya da bu resmi yaparken van Gogh’un aklından neler geçtiğini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz, tahmin dahi edemeyeceğiz. Çünkü o, zamanının çok ötesinde bir beyindi. Zaten zamanının çok sonrasında keşfedildi. van Gogh’un “Ben çoğunlukla gecenin, günden daha canlı ve daha zengince renklendirilmiş olduğunu düşünüyorum.” sözü ise “Yıldızlı Gece”yi özetler bir bakıma. Gecenin soğuk renkleri arasından kendini gösteren yumuşak sarılar, onu alt etmeye adeta yemin etmiş yaşama karşı umudu simgeliyordur belki de. Vincent van Gogh, yaşamının acısını büyülü bir güzelliğedönüştürdü. Acıyı resmetmek zor değildir, fakat onu sevinci ve umudu göstermek için kullanmak sıra dışı bir yetenek ister. Ve van Gogh tam olarak buydu: sıradışı bir yetenek. Bazı tablolar içimizde anlık bir kıpırtı uyandırır. Bazıları ise içimize nüfuz eder. Çok azı ikisi arasındaki ince ipte bir cambaz gibi dengede yürür. “Yıldızlı Gece” de bunlardan biridir. Bu tablo, en karanlık ve ölü anların bile ne kadar parlak ve canlı olabileceğini gösteren bir belgedir adeta. Umudun ve güzelliğin, hüzün ve çaresizlik ile olan harmonik dansını göz alıcı renkler eşliğinde bize sunar. Kaynakça: “Vincent van Gogh.” Vincent van Gogh – Vikisöz, tr.wikiquote.org/wiki/Vincent_van_Gogh.
Çağla Durak 21301552 Ölümün Kıyısında Küçük Bir Umut Işığı Kaybetme korkusu her zaman içimizdedir. Bir sevgiliyi, anneyi, babayı, bazense bir dostu kaybetme korkusu. Ne yaparsak yapalım bu korkunun önüne geçemeyiz. Kalbimizin ortasına yerleşir elimizde olmadan. Gerçekten kaybetmekse belki de başımıza gelecek en kötü şeydir. Çünkü birini kaybetmek içimizdeki kaybetme korkusunu da yok eder. Ardında ise kocaman bir boşluk bırakır. En fenası da elimizde olmadan kaybetmektir sevdiğimizi. Hiçbir şey yapamayız bu durum karşısında. Ölüm, hem değer verdiklerimize karşı duyduğumuz kaybetme korkusunu hem de varlıklarıyla içimizi ısıtan o ışığı alır götürür ve geriye yüreğimize saplanan buzdan hançerler bırakır. Başkahramanımız Hazel’ın da hissettiği tam da böyle bir şey. Hazel kanser hastası, çok arkadaşı olmayan bir kız. Küçük yaşta başlayan hastalığına rağmen ailesinin yanında çok neşeli. Belki de ailesinin yaşadığı kızlarını kaybetme duygusunu hissettiği için böyle. Fakat Hazel yalnız kaldığı zamanlarda yalnızlığın derin sessizliğini kalbinin en derinlerinde yaşayan bir kız. Fakat bir gün her şey değişiyor. Annesinin zoruyla gittiği destek grubunda ona hastalığını dahi unutturacakbiriyle tanışıyor. İşte aşk ve kaybetme korkusu burada başlıyor Hazel için. Gus, kendi gibi kansere yakalanmış genç bir çocuk. Hayatı boyunca spor yaptığı halde bacağının birini kaybetmiş biri. İkisi de çaresizlik dolu hayatlar yaşarken umut ışıklarını birbirlerinde buluyorlar. Gus, Hazel’ın durumunun kendisinden daha ağır olduğunu, ölüme ondan bir adım daha yakın olduğunun bilincine vardığında kaybetme korkusu bütün vücudunu sarmaya başlıyor. Her fırsatta Hazel’ın daha iyi olması için çabalıyor ve hatta devletin ona verdiği tek dilek hakkını Hazel’la Hollanda’ya gitmeye, tek aşkının en sevdiği yazarla tanışabilmesi için kullanıyor. İkisinin bu mucize aşkı hayal bile edebileceğimizden çok daha güçlü oluyor. İster istemez kanserli bu iki gencin aşkına ve birbirlerini kaybetme korkularına özenirken buluyorsunuz kendinizi. Ölüm etrafta kol gezinirken, bu karanlıktan çıkmak için birbirlerine tutunmuş bu iki genci hayranlıkla takdir ediyorsunuz. Ne yazık, işler hiç planlandığı gibi gitmiyor. Bir anda Hazel kendini durumu bir anda ağırlaşan Gus için cenaze konuşması hazırlarken buluyor. Ölüm kapkaranlık bir perde gibi aşklarını gölgelemeye başlarken bu korkuyu siz de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Buna kader mi denir, şans mı denir bilinmez fakat Hazel bu korkuya yenik düşmeyerek aşkını son nefesine kadar yaşatmayı başarmış, hastalığına ve ölümün her daim ensesinde dolaşmasına rağmen gücünü hiçbir zaman kaybetmemiştir. Filmin bir bölümünde Hazel’ın kendi içinde hesaplaşmasına şahit oluyoruz. Hastalığının ağırlığı onu çok yorarken Hazel, Gus’ın onun için duyduğu korkunun ağırlığını daha fazla kaldıramıyor ve Gus’tan ayrılmak istediğini söylüyor. Bu kararı kalbiyle vermediği çok açık. Fakat şu bir gerçek ki insanoğlu mantığıyla, etrafına verdiği zararı en aza indirmek için istemediği kararlar verebiliyor. Hazel’ın da yapmak istediği tam da bu. Vermesi çok zor olan bu kararı Gus’a açıklamaksa onun için ayrı bir kâbus. Bu da kaybetme korkusunun filmde anlatılan bir diğer yüzü. Kaybetmek sadece ölüm demek değildir. Bir insanı hayatınızdan çıkarmak ya da bir insanın kendi isteğiyle sizin hayatınızdan çıkması da onu kaybettiğiniz anlamına geliyor. Hayatı hastalıkla geçmiş olan Hazel’ın bildiği tek korku ölüm olduğu için belki de bu kararın arkasında duramıyor. Bu da filmin bize gösterdiği bambaşka bir dram. Yüreğimizi parçalayarak biten Aynı Yıldızın Altında filmi bizi duygulandırdığı gibi aynı zamanda kendi hayatımızda var olan duyguları da fark etmemizi sağlayan etkileyici bir film.
Ceylaner 1 Ege Efekan Ceylaner 21501891 Alevler İçinde Bir Gül İçinde bulunduğumuz dünyada kadınlara yapılan eşitsizlikler her zaman sorun olmuştur. Her ne kadar günümüz kanunlarına göre içlerinde ülkemizin de bulunduğu birçok ülkede kadınlar ve erkekler eşit olarak görülse de, bu kanunlar tam anlamıyla uygulamaya geçirilemiyor. Belki işlenen suçların yaptırımları yetersiz olduğu için belki de dinin yanlış yorumlanmasından doğmuş inanışlarımızdan ötürü, kadınlar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür yaşayamıyorlar. Kanunlara rağmen sağlanamayan bu özgürlüğü düşününce yasaların kadınları desteklemediği ülkelerdeki durumu hayal bile edemiyorum. Asıl üzücü olan şey ise insanların bu durumu sanki doğal bir şeymiş gibi karşılayabilmesi. Birçoğumuzun da farkında olduğu gibi bu sorunu çözmek için atılabilecek en önemli adımlardan biri, daha iyi eğitilmiş bir nesil yetiştirmektir. Halkımız eğitimsiz olduğu sürece kültürümüzün getirdiği bu eşitsizlikleri aşmamız mümkün değil. Atalarımız ne güzel söylemiş “Ağaç yaşken eğilir”. Pek çok ülkede kanunlara göre kadın erkek eşitliği olsa da çocuklarımıza bu kültürü aşılayamıyoruz. Misafir geldiğinde hep kadınlar hizmet ediyor, evi hep kadınlar topluyor, hatta birçok ailede kadınların ne giydiklerine veya nerelere gidebileceklerine bile erkekler karar veriyor. Böyle bir ortamda yetişen bir nesilden kadınlara eşit davranmalarını veya bu kültürü elli yaşına geldikten sonra öğrenmelerini nasıl bekleyebiliriz ki? Özellikle ülkelerin kırsal kesimlerinde yaşanan eğitim sorununa acilen bir çözüm bulunması gerekiyor. Ne yazık ki bu bölgelerde eğitim genellikle erkeklere yönelik veriliyor. Hâlbuki yeni nesillere verilmesi gereken eğitim çift taraflı olmalıdır. Eğer erkeklerin yanında kadınlar da düzgün bir şekilde eğitilirlerse ilerde kendi başlarının çaresine bakabilecek hâle gelirler ve erkekler de ister istemez onları eşitleri olarak görmek zorunda kalırlar. Christina Lamb de Ben, Malala adlı kitabında diğer birçok ülkede olduğu gibi kadınlara adil davranılmayan Pakistan’da yaşayan Malala adlı bir kızın bu haksızlıklara başkaldırıp eğitim hakkını kullanmaya çalışmasını ve bunu yaparken başına gelen korkunç olayları anlatıyor. Bu kitabı okurken özellikle gerçek bir hikâye olmasından çok etkilendim ve bir yandan da sinirlendim. Herhangi bir insana sırf eğitim hakkını kullanmak istediği için bunlar nasıl yapılır aklım almıyor. Hâlbuki kadınlar hayatlarımızın en değerli parçaları değil midir? En başta bize can veren, hayatları pahasına koruyan ve bu gün olduğumuz insanlar olmamızı sağlayan annelerimizi nasıl kendimizden daha değersiz görebiliriz? Olaya bir başka perspektiften bakacak olursak, bu konuda umutsuzluğa düşmemiz için bir sebep göremiyorum. Bundan yaklaşık yüz yüz elli yıl önce kadınların sahip oldukları haklar ile şimdiki karşılaştırılamaz. Hatta o kadar bile geriye gitmeye gerek yok. Babam her zaman anlatır; daha otuz yıl önce halam, dedem başka bir meslekte çalışmasını istediği için, puanı tuttuğu halde hayalindeki üniversiteye gidememiş. Bu olay her ne kadar çok yakın bir zamanda gerçekleşmiş olsa da, bu süreçte dünya o kadar hızlı değişmiş ki şu an anlatıldığında inanmakta güçlük çekiyorum. Artık eskiye oranla çok daha fazla kadın eğitim görebiliyor. Birçok ailede kadınlar istedikleri kıyafeti giyebiliyor, istedikleri adamla evlenip istedikleri işi yapabiliyorlar. Eğer o dönemlerden bu dönemlere bu kadar hızlı bir geçiş yapabildiysek kısa bir süre içerisinde geriye kalan sorunları da geride bırakabileceğimize eminim.Ceylaner 2 Sonuç olarak, başta eğitim konusunda geri kalmış olan kırsal bölgeler olmak üzere bütün dünyada kadınlara ciddi haksızlıklar yapılıyor. Kadınların erkeklerle eşit görülmemesi kabul edilemez bir durum ve bu eşitsizliğe dur demenin vakti geldi de geçiyor. Bu sorunu çözmek için atmamız gereken en önemli adım ise halkımızın eğitim hakkından mahrum bırakılan kısmına bu olanağı sağlamak ve eğitim alabilenlere de bu bilinci kazandırmak. Umarım kısa bir süre içinde kadınlara hak ettikleri değeri göstermeyi öğreniriz ve bu sorun da tarihin tozlu sayfalarına, bir utanç kaynağı olarak karışır. Kaynakça Lamb, Christina ve Yusufzay, Malala. Ben, Malala. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2014. Baskı.
Gümrükçüoğlu
Can Utku Karadağ Hayatın Pas Tutmuş Zincirleri Sonsuzluk denizine bir rüya fırlatıyorum. Kimisi hayal diyor. Dinlemiyorum. Böylesine mantıksız, uçsuz bucaksız dilekler dizisi olsa olsa bir rüya olur, diyorum. Sonsuzluk denizine bin bir rüya fırlatıyorum. Onlara sıkı mı sıkı sarılıyorum. Kıyıdan okyanusa sürükleniyoruz. Dalgalar yükseliyor. Fırtına hiddetleniyor. Her su darbesiyle eksiliyoruz. Nelerle çıkmıştım yola, neler kaldı elimde? Tanımıyorum yolumu, yoldaşlarımı, savaşlarımı. Çığlıkları duyuluyor son serzenişlerimin, yakında batacağım. Vaveyla kopardığın kadar duyulduğun bu dünyada, sema sesimle inlese de duyanım yok. Atlas’ın göğü yüklendiği gibi bütün bir denizi sırtıma yükleniyorum. Yakında batacağım. Yine de fırtınanın gözüne yürüyorum. Kadere soracağım sorular susuyor, mezarlar yalnızlığıma küsüyor. Kara çok uzakta, hayat dediğin bu okyanusun tam ortasında, ilerliyorum. Edvard Munch’un Fırtına tablosunda, bütün bir felaketin içinde fırtınaya doğru yürüyen, beyazlar içindeki o kadını kendime bu yüzden yakın hissettim. Alabildiğine siyah diyarla zıt bir şekilde pirüpak elbisesini takınmış, yolunu herkesten ayırıyor ve insanlar onu şokla izliyor. Bu normlardan sıyrılmanın bedeli olsa gerek. Çok iyi biliyorum. Ağaçlar reverans ediyor, çatıları evlerin kanatlandı kanatlanacak. Her şey susuyor, sadece rüzgâr uğulduyor. Ne anlatmaya çalışıyor, dinliyorum. Herkes Edvard Munch’u Çığlık tablosundaki dışavurumuyla mimler gözünde. Oysa bu tablo bence daha büyük buhranları dillendiriyor. Öte yandan beyazlar içindeki kadının jestleri bana Çığlık tablosunu da anımsatmıyor değil. Peki neden herkesten ayrılmış, fırtınaya doğru yürüyor, diye soruyorum kendime. Cevabı tabloda bulamıyorum, kendimde arıyorum. Zihnimin dehlizlerinde tanımadığım bir insanla yolculuk yapmaya başlıyorum. İnsanın zihni anılardan çok, cevap aramayı bırakılan sorular labirentinden oluşur; beyaz elbiseli o kadınsa bilinçaltımın soru dolu labirentlerinde bana bir rehber oluveriyor. Önce ona soruyorum: “Neden fırtınaya doğru yürüyorsun?” Fırtına olmasaydı savaşım, hayata boyansaydı bu tablo yine de sorar mıydın aynı soruyu, diyor ve susuyor. Hak veriyorum. Dışavurumculuğun gerçeklerini hatırlıyor ve tabloyuCan Utku Karadağ zihnimde hayata boyuyorum. Evler, ağaçlar, tanımadığım diyarların kara bulutları... Birer deneyime dönüşüyor gözümde. Kulaklarını tıkayıp, feryat figan eden o kadınlar birer gözyaşına dönüşüyor. O beyaz kadınsa yanımda Çığlık’ın o tanıdık tonlarına evriliyor ve bütün bir hayat savaşını dillendiriyor. Annesini ve kız kardeşinin ellerinde ölmesini izleyen ve onun için ölüm dolu bir diyarı fırtınaya boyayan bir ressamı anlatıyor. Dinliyorum. Dinliyor ve anlıyorum. Zihnimin karanlık sularına bir soru daha fırlatıyorum: “Zaman ve mekânın gerçekliği duygularımızdan mı gelir, bir diyara duyduğumuz sevgi orada yaşanan güzel anların toplamına mı tekabül eder?” Bir ses daha yükseliyor tablodan: “Hayatı, mekânı, zamanı dillendirdiğimiz şekilde tasavvur ederiz. Dış dünyaya armağan ettiğimiz öyküler, iç dünyamızın beden bulmuş halidir.” Ardından yine derin bir sessizlik. Tabii ya! Fırtına diyoruz bir hayatın pas tutmuş zincirlerine, o zincirler birbirine geçip katlanılmaz uğultularla boğarken bizi. Bu tablo bir hayatı anlatıyor. Buhranı, ziyanı, dur durak bilmeyen bir kahroluşu... O beyaz kadın benim, sensin, biziz. Tertemiz niyetlerle, yeni doğma umutlarla tam gözüne yürüyoruz hayatın. Bazı diyarların rüzgarları bizden onları çalıyor, eksiliyoruz. O diyarlardan nefret eder oluyoruz. Bazı diyarlarsa bize yeni dilekler, yeni rüyalar bahşediyor; o diyarlara sıkı sıkı sarılıyoruz. “Fırtına olmasaydı savaşım, hayata boyansaydı bu tablo yine de sorar mıydın aynı soruyu?” Sanırım sorardım. Zira alışmışım hayatın denizinde rüzgarlarla bir oraya bir buraya savrulmaya fakat durup düşününce garipsiyorum. Hayatın zincirleri benden milyonlarca kat büyük çarkların etrafında dönüp dururken pas tutmuş. Onları ilk hallerine döndürmem mümkün değil. Fırtına olmasaydı savaşım, hayata boyansaydı satırlarım sanırım bugünü yaşıyor olurdum. Zincirler birbirine geçip durur, hayat çığlıklarını bir fırtınanın ardına saklardı. Yine de fırtınanın gözüne yürürdüm. Kadere soracağım sorular susar, mezarlar yalnızlığıma küserdi. Hayat dediğin bu okyanusun tam ortasında. Bin bir rüyaymış takmışım koluma, peki kaybettiklerimin kederi kazandıklarımın değeri ile gölgelenebilir mi? Bu soruyu cevaplamak dirayetini kendimde bulamıyor, satırlardan uzaklaşıyorum. Hayatın paslı zincirlerinin uğultusu yükseliyor, fırtına tenime çarpıyor. Hayat devam ediyor, yeni savaşlar beni bekliyor. Kaynakça Edvard Munch The Storm 1893. (tarih yok). MoMA: https://www.moma.org/collection/works/80644 adresinden alınmıştır
İcatlar, İnsanlık Tarihi ve Bedeller Arasında: Günümüzün Prometheusları Yunan mitolojisinin en meşhur efsanelerindendir Prometheus’un hikayesi. Özetle, Prometheus Zeus’u kandırarak onun insanoğlundan uzak tuttuğu ateşi alır ve bir kıvılcım halinde insanoğluna armağan eder. Efsane, Zeus’un dehşetengiz intikamının anlatımıyla devam eder: Prometheus Kafkas Dağları’na zincirlenir ve Zeus’un görevlendirdiği bir kartal Prometheus’un kendini her gün yenileyen karaciğerini aynı sıklıkta, her gün, yer. İnsanlığın bilim ve sanat ile tanışması, aydınlanma serüvenine başlaması, Prometheus’un akılalmaz fedakarlığı sayesinde olmuştur (Encyclopaedia Britannica, 2017). Daha adından bile okuyucudan hayranlık duymasının beklendiğini belli eden bir kitap Ioan James’in “Büyük Mühendisler”i, bunun sebepleri de ortada. Kolaycılığa kaçacak olursak ilk sebebin “büyük” insanlardan bahsediliyor oluşu olmasını söyleyebiliriz, nitekim James’in bu eseri ile “kapağına bakarak kitap alınmaz” düsturuna bir istisna oluşturduğu yazıdan da anlaşılacaktır. Bir diğer sebebe gelince: çok farklı kökenlerden ve bir o kadar farklı disiplinlerden de olsalar, birer “mühendis” bu insanlar. Zekalarına ve becerilerine duyulan hayranlık bir yana, geldiğimiz noktada ve ilerleyeceğimiz gelecekte bütün gelişmelerin arkasında olmuş ve olmaya devam edecek karar adamlarıdır bu insanlar. Daha gündelik bir dille anlatılacak olursa; bu yazının bilgisayarda yazılmasını, bu yazının internet üzerinden iletilebilmesini ve değerlendirilebilmesini bile borçlu olduğumuz insanlardır. Üstelik neredeyse bir kesinliktir, yapacağımız bir sonraki harekette bile onlara borçlu olduğumuz bir şeyin mutlaka kullanılacağı. Sözlük tanımları birbirini tekrar eder nitelikte “mühendis” kelimesi için, ama gerek de yoktur böyle bir resmi tanıma. Bir kişinin, bir soruna çözüm ürettiğini söyleriz, işte genel ve bir o kadar da eksiksiz bir tanım mühendisler için (James, XI). Tanım bir mühendisi anlatmayı amaçlamıştır, ama içinde sakladığı şey insanlığın tarihidir. Nedenine gelince... Kim bilir nasıl bir lükstü zamanında, birine ulaşabilmek için en iyi ihtimalle saatlerce beklemenin gerektiği tek renkli telefonlar; günümüzde ise metroda kablosuz internet bağlantısı sunulmaması bariz bir eksiklik. Şu anda anlamlandırmak ne kadar zor geliyor değil mi, bir yığın insanın “ateş”i bulduğunda deliler gibi sevinmesi? Örnekleri çoğaltmak çok kolay, ama konunun özü de en az örnekler kadar çarpıcı. Her mühendisin icadı, insanoğlunun sorunlarına çözüm olduğu kadar onun doğasındaki kolaycılık için de bulunmaz nimettir. Çözülen her sorun daha farklı ve daha kapsamlı sorunları getirir, bir an önce çözülmeyi bekleyen. Bu zaman içinde tekerrür eden süreçler, insanlığın tarihidir; ve bu tarihin hız kesmeden ilerleyebilmesini borçlu olduklarımız, doğalarındaki kolaycılığa karşı gelebilen bir avuç insandır. Bu kişiler, insanlara ilerlemenin ilk aracını armağan eden Prometheus’un günümüzdeki temsilcileridir. Onlar, mühendislerdir. Afilli duran bir benzerlik mühendisler ile Prometheus arasındaki, bir yandan eksiksiz de. Prometheus’un insanlara aydınlığı getirmesiyle mühendislerin sorunlarımıza çözümgetirmesi arasındaki benzerlik hepimizin malumu, peki ya diğer bir benzerlik? Hani Prometheus’un bu iyiliğinin karşılığında özgürlüğünü kaybetmesine ve her gün bir kartalın karaciğerini yemesi ile cezalandırılmasına dair özelliğiyle ilgili bir benzerlik de var mıdır? Kitap, bu karanlıkta kalan benzerliği de olanca sertliğiyle yansıtıyor; bu benzerliklerin çoğu birer “ortak özellik” olmak üzere: “Birçoğu, doğdukları ülkeden ayrılıp, kariyerlerinin büyük bir bölümünü sürdürecekleri başka bir ülkeye göç etmişlerdi.” (James, XIV). Sayılamayacak kadar çok örnekte en azından eğitim yıllarında parasızlık ve imkansızlıklar var, mesleki başarılarının ayakta kalma mücadelelerindeki tek şansları olduğu gerçeğiyle yaşamak durumunda kalmış hemen hemen hepsi. Yalnızlık, Joseph Henry gibi birkaç istisna haricinde adeta bir zorunluluk (James, 92). Sosyal hayat, hatta John Ericsson örneğinde olduğu üzere bir evlilik, biraz daha başarılı olmak uğruna feda edilenlerin ilk sıralarında (James, 99). Makine mühendisleri Thomas Telford (James, 38) ve George Stephenson’ın (James, 66) meslektaşlarını tarihten bile silmeye itecek kadar derin hırsları, onlar için sıradan bir hayatın olanaksızlığının belki de en büyük delili. Thomas Alva Edison için işitme duyusunun kaybolmaya başlaması, “işine yoğunlaşmasını kolaylaştırdığı” için bir “avantaj” olarak görülüyor, eski müdürünün “(Edison’un) vicdanının olmasının gerektiği yerde bir boşluk olduğuna inanmaya başladığını” söylemesine hiç girmemeli (James, 145). Fikirlerinin çalınması korkusunu taşıyan Nikola Tesla ise kusursuz bir çözüm bulmuş: “Sırlarını korumak adına en önemli buluşlarını kağıda dökmemiş, onları şaşmaz belleğinde saklamıştı.” (James, 186). Yukarıdaki sorunlar yumağı mühendisler için Prometheus alegorisinin son halkasını oluşturduğu kadar, bizler ve hayatlarımız için de görülmeye değer bir gerçeği gözler önüne seriyor: bugün başvurduğumuz her yeniliğin, her ilerlemenin ve her kolaylığın ardında gözünü budaktan sakınmayan, acımasız bir disiplini yaşamı edinen ve insanlara sağladığı kolaylıklardan birazını bile kendisine hak görmeyen “büyük mühendislerin” güle oynaya çektiği çileler gizlidir. Onlardan geriye kalan ise, çektikleri çileler sayesinde geçen her saniyede farklı bir yenilik ile gelişimine devam eden insanlık tarihinin ta kendisidir. Kaynaklar: “Prometheus, Greek God”. Encyclopaedia Britannica. İnternet. https://www.britannica.com/topic/Prometheus-Greek-god . Erişim tarihi: 19 Kasım 2017. James, Ioan. “Büyük Mühendisler: Riquet’den Shannon’a”. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2017.
Erdoğan Yağız Şahin Kripto Para: Yeni Bir Neslin Başlangıcı 1 990’larda ortaya çıkan cypherpunk hareketi tarafından temelleri atılan özgür, merkezi olmayan dijital para fikrinin uzun bir sessizlikten sonra, 2009 yılında anonim kişi veya kişiler tarafından yeniden doğuşu ile başlayan süreç giderek büyümekte ve dünyayı etkilemekte. Fakat bu gidiş iyiye bir gidiş mi? Terör, suç ve benzeri faaliyetleri düzenlemek için kusursuz bir çevre mi hazırlanıyor yoksa dünyanın dört bir yanından tüm insanların faydası için, tüm insanların özgürleşmesi için bir mücadele mi veriliyor? Banking on Bitcoin filminde belirtildiği gibi paranın aslında sadece bir muhasebe sistemi olduğunu ve daha da gelişebileceği fikrine katılıyorum. Bu sistem, yıllardır insanların kendi paralarını kendi isteklerince yönetememelerine yol açıyordu ve hiçbir alternatif olmaması yüzünden şimdiye kadar basit işlemler yapmak için dahi üçüncü bir partiye yüklü miktar para ödemek zorunda kalıyorduk. Artık bu devrin kapanması için işaret fişeğinin atıldığını düşünüyorum. Merkezi olmayan dijital para birimi fikri hakkında insanların çeşitli görüşleri - olumlu veya olumsuz - oluşmaya başladı. Bitcoin’in çıkışıyla giderek artan bağımsız elektronik marketleri ve şirketlerin ürünlerini veya servislerini kripto paraları kullanarak sunmalarını sonuna kadar destekliyorum, Silk Road benzeri marketler de buna dahil. Şu anki birçok kripto para marketi yasa dışı amaçlarla kullanılmasa da ilk Bitcoin marketi Silk Road, yalnızca uyuşturucu satışı yapılan bir platformdu, daha sonra kapatılsa da halen benzeri amaçla kullanılan marketler bulunmakta. Uyuşturucu vb. maddelerin internet üzerinden satılmasının genel halk sağlığını olumlu olarak etkileyeceğini ve bu maddelerin kullanımını azaltacağını düşünüyorum. Ürün satmak için okul önlerinde bekleyen satıcılar, sokakta tehlikeli kişiler olması yerine kullananların sadece kendileri için alacağını ve bunun sonucunda da halk huzurunun, güvenliğinin ve sağlığının artacağını düşünmekteyim. Kripto paraların giderek büyük şirketlerin ürünleri için kullanılabilmesinin en faydalı yanının, sınırları, üçüncü partileri ve diğer unsurları etkisiz kılarak küresel bir dünya yapılanması için büyük bir adım olduğunu düşünüyorum. Bir öğrencinin veya dünyanın ekonomik olarak güçsüz bir yerinde yaşayan insanların kredi kartı veya banka olmadan alışveriş yapması mümkün. Benim de kripto paralar ile tanışmam bu şekilde oldu, bir oyun alarak. Birçok kişinin ve kurumun kripto paraların kullanımının artması ile duyduğu ortak bir endişe bulunuyor, para aklama ve terörizm alanında para aktarımını kolaylaştıracağı ve hepimiz için bir tehdit olduğunu düşünüyor bazı kişiler. Banking on Bitcoin filminde bahsedildiği gibi bunun paranoyadan, özgürlüğü engelleme çalışmasından veya bilgisizlikten kaynaklandığı fikrine katılmaktayım. Günümüzde birçok terör saldırısında nakit para hatta ve hatta arabalar ve kamyonlar bile kullanılıyor. Bu endişelerin tamamen yanlış olduğunu düşünüyorum; tam tersine işlemlerin alıcı ve verici tarafları belli olmasa da tüm işlemlerin halka açık olduğu biliniyor. Bu yüzden Bitcoin bu tip faaliyetlerde asla tercih edilen bir para olmayacak, olursa da benzeri faaliyetlerin takibine fayda sağlayacak.Bitcoin, blockchain teknolojisi ve diğer kripto paralar halen çok genç ve şu an bankalara, çevrim içi ödeme sistemlerine ve diğer ‘güvenilir’ üçüncü partilere karşı bir özgürlük savaşı veriyor. Ne olacağını şimdiden kestirebilmek mümkün değil fakat her geçen gün gelişen teknoloji, küreselleşen dünya ve getirdiği olanakları göz önünde bulundurunca gelişmesi ve yaygınlaşması için bulunduğu ortam gayet iyi. İnsanların son 10 yıl içerisindeki ekonomik krizleri değerlendirmesi, enflasyon ve devalüasyon kavramlarına aşina olması sonucunda küresel tek bir para birimine geçmek isteyen insan sayısı az olmayacaktır. Bu süreç şu an devam ediyor, Yunanistan ve Venezuela’da olanlar ve bunun kripto paralara katkısı en güncel ve bariz örneklerden yalnızca biri. Küçük bir proje olarak başlayan Bitcoin’in bu kadar kısa sürede böyle bir yol kat etmesi kesinlikle inanılmaz bir şey. Yakın gelecekte aktif olarak kripto paraları kullanacağımızı düşünüyorum.
AKDENİZ HEYKELİ İstiklal Caddesi’nde yürürken her geçen gün grilere daha da çok bürünen bu şehirde ne yaptığınızı sorabilirsiniz kendinize, karşınızda yaşama sevincini kaybetmiş, asık suratlı yüzlerce insan dururken. Kendinizi kalabalık içinde kaybolmuş gibi hissedebilirsiniz, zira attığı her adımda hayatının bir adım daha eksildiğini bilen her insanda olur bu. Derken camdan bir kafesin ardında kollarını iki yana açmış, ay gibi parlayan bir kadın görürsünüz; duygulardan arınmış bu şehirde size kucağını açan ve sevgiyle bakan bir kadın… Şerit şerit dokunmuştur sanatkârı tarafından; ilk bakışta biraz var, biraz da yoktur bu yüzden. Onu gördüğünde kimileri eski bir dosta bakıyor gibi hisseder, ancak kim olduğunu çıkaramaz ve yoluna devam eder. Derin bakmayı bilen gözler ise onu hemen tanır; o, yani Akdeniz Heykeli insanın ta kendisidir. İlhan Koman yıllar önce Akdeniz’in hayalini kurarken diğer eserlerinde yaptığı gibi seyircisini de eserine katmak ister, ancak bu sefer seyircisinin yorumlarıyla anlam kazanacak bir eser değildir inşa ettiği, yaptığı bu güzide sanat eserine onların bir parçasını katar: herkesin karşısında görmeyi arzuladığı, kendisine kucak açan sevgi dolu bir insanı. Heykelini yapraklardan oluşturur, kıvrım kıvrım olan bu yapraklar yanından geçenlere dalgalanıyormuş hissi verecektir. Büyüklüğü, sevgide sınır tanımayan cömertliği ve dalgalarıyla bu eser bir denizi hatırlatmaktadır; İhsan Koman ona bizden olan, sıcaklığı ve cömertliğiyle bizi kuşatan Akdeniz’in adını verir. Onu Akdeniz kenarına yerleştirmek ve mavinin her tonuna boyayarak gökyüzü ve denizle bir bütün hâline getirmek ister. İster ki Akdeniz Heykeli kuşlarla sohbet etsin, gemilerle selamlaşsın ve dalgalarla oynayabilsin; böylece adına yaraşır bir şekilde yaşayabilsin, mutlu olsun ve mutlu etsin. Ne var ki hayatın da Akdeniz Heykeli için bazı planları vardır…Çoğu zaman karşılaştığımız sıkıntılardan şikâyet ediyor olsak da bizi biz yapan çektiğimiz mihnetler ve içinden geçtiğimiz zorlu süreçlerdir. Yoğrulan bir hamur gibidir insan, aldığı darbeler onu güçlendirir ve kıvama getirir, işte hayat insanları o zaman yaşamaya layık bulur. Hayat, Akdeniz Heykeli’ni sevmiş olacak ki onun da önüne tıpkı biz insanlara yaptığı gibi zorlu sınavlar koyar, bu sınavları geçip gerçekten bizden biri olabilsin diye. Akdeniz Heykeli masmavi olacakken beyazlara bürünür; deniz ve gökyüzünü âdeta birleştirecek ve özgürlüğü simgeleyecekken beyaz bir kundak içinde ağlayan bebeği, gelinliği içinde mutluluk gözyaşları döken bir gelini ve dünyadaki süresi dolan kefenlenmiş bir insanı temsil eder. Akdeniz’in kenarında gemileri selamlayacağını, türlü eğlencelerinin olacağını sanırken kendini bir insan deniziyle çevrelenmiş bulur; gemileri selamlamak yerine önündeki buz tutmuş binalara bakakalır. Yalnızlığı ve uğradığı düş kırıklığı yetmez çevresindeki insan denizi ona en sert dalgalarını gönderir. Tıpkı bir deniz gibi evrensel olan sevgiyi, barışı ve özgürlüğü temsil etmesi gerekirken farklı ideolojilerin konak noktası olur, kimi zaman da hedefi. Onu kırmaya, parçalamaya çalışırlar, direnir. Tüm bu olanlardan sonra insanlar onu koruyacaklarına söz verirler ve camdan bir kafese hapsederler. Oysa Akdeniz’in fırsatı olsa kendine ait olan heykeli koruyacaktır; ona kuşlar gönderecek, onu okşayan dalgalarıyla etrafına bir set çekecek, zinde rüzgârlarını heykelin yaprakları arasına gönderecek ve onu olası tüm tehditlerden himaye edecektir. Ancak kimse Akdeniz’e bir şans vermemiştir. Karşılaştığı tüm zorluklara göğüs geren Akdeniz Heykeli’ni hayat kendine layık görür ve onun insanın özünü simgelemesine izin verir. Ne zaman ki sanatseverler Akdeniz Heykeli’ni anlamaya çalışacak, o zaman Akdeniz Heykeli bir aynaya dönüşecektir. Bakan kişi onda “insan”ı görecektir; sevinciyle, acısıyla ve güçlü duruşuyla ilk insandan bu zamana kadar gelen ve “insan”ı temsil eden her şeyi. Akdeniz her boşluğunda bir acıyı, kırgınlığı, terk edilmişliği ve ait olamayışı temsil eder; heryaprağında da insanı insan kılan barışı, özgürlüğü, mutluluğu ve cömertliği. Her şeyden önemlisi ona bakan insanlar heykelin gözlerinde İlhan Koman’ın çok sevgili eserine verdiği değeri görürler; bir insanın hayatta sahip olabileceği en özel şeyi, Akdeniz Heykeli’nin dünyadaki en kıymetli varlığını… HATİCE KÜBRA ÇAĞLAR KAYNAKÇA Fotoğraflar https://www.teget.com/akdenizinhikayesi/’den alınmıştır.
Mehmet CUMAOĞLU 21102355 TURK 102- Sec. 021 Gönenç Tuzcu 2 Aralık 2014 SENDEN ÖNCE BEN / JOJO MOYES- ROMAN 2 TEK ÇARE ÖLÜM MÜ? İnsan hiç ölmek ister mi? İnsan kendi ölümünü planlar mı? Ölmek için ailesiyle bir antlaşma yapar mı? Kendi ölümü için gün belirler mi? Bir insanı bu duruma düşüren, bu kararı almasında etkili olan süreç ne olabilir? Senden önce ben, insanı ağlatan, hüzünlendiren, düşündüren bir roman. Jojo Moyas’in okuduğum ilk kitabıydı. Elden ele dolaşacak, herkesin herkese tavsiye edeceği bir kitap olduğuna inanıyorum. Kitabı okurken farklı bir dünyanın içinde, sorgulamalarınız başlıyor. Hep ben olsaydım ne yapardım? Diye düşünüyorsunuz. Aslında herkesin başına gelebilecek, herkesin bir anda engelli olabileceği gibi bir gerçeğin farkına varıyorsunuz. Evet,doğuştan engelli değilsiniz, şu anda engelli değilsiniz ama biraz sonra yaşayacağınız bir olayla engelli olabilirsiniz. “Her insan bir engelli adayıdır” sloganı aslında doğru bir slogandır. Belki bir gün ben de engelli olabilirim diye düşünmektense şu an için engellilerin sorunu nedir diye düşünmek daha da doğrudur. Kitabı okurken bunu da düşünüyorsunuz. Will’in yaşadığı sorunları okudukça şöyle bir durup etrafınıza bakıyorsunuz. Gittiğiniz restorana, okuduğunuz okula, işyerinize, caddelere, yollara, otobüslere, otobüs duraklarına, hatta evinize çıktığınız merdivene bir bakıyorsunuz ve düşünüyorsunuz. Eğer tekerlekli sandalyede olsaydım bu engelleri nasıl aşardım. Düşünün hayatınızın büyük bir bölümünü geçirdiğiniz eviniz, apartmanın ikinci katında, evet asansör var fakat asansöre ulaşmak içinde çıkmak zorunda olduğunuz küçücük bir merdiven var. Sizin için küçük gözüken o merdiven bir engellinin, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir insanın gözünde bir dağ gibidir. Sizin iki saniyede çıkacağınız o küçük merdiven, bir engelli için büyük bir sorundur. Kitabı okurken bu konularda farkındalığınızı artıyor. Artık etrafınıza bakarken daha dikkatli bakıp, daha sağduyulu olmaya çalışıyorsunuz. Basit bir hayatı olan, hayatın detaylarıyla boğuşan biraz sakar, biraz saf bir kız olan Lou, Will’in hayatında neleri değiştirebilecekti? Will ‘in bakıcısı olarak işe alındı ama Will’in, onun hayata bakış açısını değiştirebileceğini hiç tahmin etmedi. . Aslında O Will’in hayatında bir fark yaratmak istedi ama Will onun hayatında birçok şeyi değiştirmesine sebep oldu. Maalesef yanlış bir zamanda, yanlış bir aşk yaşandı. Ama ikisi de yaşanan bu aşktan pişman olmadılar. Çaresizlik herhalde insanoğlunun yaşadığı en kötü duygudur. Belki çözümler vardır ama bu çözümler çaresizliğin ve acizliğin karşısında yeterli değildir. Ya da bazı insanlar için bu çözümler yeterli değildir. O insanı, bu çözümler mutlu etmeyecektir. Willi’de mutlu etmediği gibi. Bu çaresizliğin içinde insan kendine en doğru gelen çözümü üretmeye çalışıyor. Kendi için bu çözüm doğru olabilir ama ya etrafındakiler. Annesi, babası, kardeşive sevgilisi ya da bakıcısı, nasıl dayanacaklardı. Will, bir karar vermişti, tek istediği etrafındakilerin bu karara saygı duymasıydı. İnsan yaşamaktan nasıl vazgeçebilir? Nasıl bir anda her şeyi bitirmek isteyebilir ki? Ötenazi… Hayatını normal bir şekilde devam ettirebilen insanlar için bu düşünce anlaşılmayabilir belki ama gene de zor bir karar olsa gerek. Basında bazen bu haberlere rastlıyoruz. Ötenazi doğru mu yanlış mı diye hala tartışılmaktadır. Bazı ülkelerde ötenazi isteği yasal olarak kabul edilmekte. Olaya dinler açısında bakıldığında, din olgusunda bu istek günah olarak değerlendirilmektedir. Ötenazi isteyen insanların yaşadığı şartlar düşünülünce, bu isteklerinde haklı olup olmadıkları belki tartışılabilir ama kendi istekleri olduğu içinde saygı duymak gerekir. Will bir karar vermişti, tek istediği sevenlerinin bu karara saygı duymasıydı. Çünkü o bu şekilde yaşamak istemiyordu. Hayatın akışı içerisinde hep kararlar alırız, nerede okuyacağımız, nerede çalışacağımız, kiminle evleneceğimiz, bu yaz tatilimizi nerede geçireceğimiz ile ilgili bir dolu kararlar alırız ve aldığımız kararları da bir şekilde uygulayıp hayatımıza devam ederiz. Ama Will’in kararı devam etmek değildi, bitirmekti. Bizler okurken belki ağladık ama Will ölürken çok mutluydu.KAYNAKÇA Moyes, Jojo. Senden Önce Ben: Pegasus Yayınları, 2013
Helin Kalkan 21902125 HAYATI BEKLEMEK İnsanoğlu çoğu zaman kaygıyla yaşar. Kendisi, sevdikleri, hedefleri, hayalleri için endişelenir durur. Kafalarda soru işaretlerine yol açar bu endişeler. Her daim neden, nasıl, ne zaman diye düşündürür. Asıl cevaplanması gereken ve merak uyandıran soru ise çok basittir esasında: Bu koca ömür nasıl geçecek? Hele ki sizler de benim gibi daha yolun başındaysanız bu soru kafanızda dönüp durur. Cevap biraz ürkütücü olsa da gerçeklerin suratımıza çarpmasından başka bir şey değildir aslında. Beklemek, hayatın belki en korkunç belki de en güzel yanı, yanıt olarak karşımıza çıkmaktan geri durmayacaktır. Küçüklüğümden beri en sevdiğim şeylerden biridir, gözlem yapmak. Son zamanlarda daha da sık yaptığım bu eylem bir noktada kafamdaki o esas soruya cevap bulmamı sağlıyordu aslında. Geçen cumartesi sabahı da babamı gözlemleyerek başladım güne. Saat daha yedi olmadan yatağından fırlamıştı, işe gitmek için hazırlanıyordu. Önce duşunu aldı daha sonra tıraşını oldu ve dişlerini fırçaladı. Banyodaki işi bittikten sonra özenle kıyafetlerini dolabından çıkardı ve üstünü değiştirdi. Aynada kendine bakarken nasıl bu kadar enerjik ve mutlu olabildiğini sordum babama. Aldığım cevap ise şuydu: ‘’ Yarın günlerden pazar, kızım.’’ Şaşırmamıştım dersem yalan olur. Yani altı gün boyunca babamın şevkle yatağından kalkmasını sağlayan şey, televizyonun karşısına geçip keyif yapabildiği pazar günlerini heyecanla bekleyişinden başkası değildi, öyle mi? İşte tam da o an ömrümüzün her daim bir şeyleri beklemek ile geçeceği ve bunun bir döngü olduğu gerçeği aniden kafama dank etti. ‘’Bu herkeste böyle midir acaba?’’ diye bir korku sardı içimi. Babamı yolcu ettikten bir süre sonra kitap okumak için salona geçtim. Haydar Ergülen’in Meğer isimli deneme kitabını okuyordum. Sayfayı çevirmemle beraber ‘’ Beklemek Olmasaydı’’ adlı bölümü gördüm. Bugünkü düşüncelerim ardından böyle bir denemeye denk gelmem son derece manidar bir olaydı. Yazar, tam da düşüncelerime tercüman oluyor ve içimdeki korkunun ne denli haklı olduğunu açıklığa kavuşturuyordu kitabında. Şöyle diyordu yazar ilk paragrafta: ‘’Ömrüm beklemekle geçti. Hep bir şeyleri bekledim. Sevgilinin dönmesini, çocukların büyümesini, savaşın bitmesini, baharın gelmesini…’’ (Ergülen 90). Tam o esnada annemçarptı gözüme. Televizyonun karşısına geçmiş gündüz kuşağı programlarından birinin başlamasını büyük bir heyecanla bekliyordu. Program bittikten sonra ne yapacaktı peki? Bu sefer de akşam olup babamın eve gelmesini, hep beraber sofraya oturup yemek yememizi bekleyecekti. Ertesi sabah belki abimin telefon etmesini bekleyecek, istediği telefon gelmeyince üzülecekti. Hafta içi olduğunda ise faturaları yatırmak için bankaya gidip orada sıra bekleyecekti belki de. Bekleyecek bir şeyi kalmadığında ne olacaktı peki? Bu sefer kendimden pay biçmeye çalıştım. Ben ne yapıyordum? Bekleyecek bir şeylerim kalmadığında bu sefer de canım sıkılıyor, bekleyecek işlerim olsun diye âdeta yalvarıyordum Allah’a, beklemeyi bekliyordum. Tıpkı Haydar Ergülen’in kitabında söylediği gibi: ‘’Bazen de yalnızca bekledim, neyi beklediğimi bilmeden bekledim yalnızca. Çünkü hep bir şeyleri beklemekle geçen hayat, sonunda beklenecek hiçbir şey kalmayınca, yalnızca beklemekle geçiyor. Beklemeyi beklemekle geçiyor.’’ (90). Esas sorunun cevabını almıştık; kısa ya da uzun fark etmez, neredeyse tüm ömürler beklemekle geçiyordu. Doğru durakta bekler isek ne güzeldir beklemek ama ya yanlış durakta isek? Ya gelmeyeni bekliyorsak? Sanıyorum ki o zaman cehennemden farksız olurdu beklemek. Ancak güzelliği ve kötülüğü bir kenara bırakacak olursak, kabul etmemiz gereken bir şey vardır ki o da hayatın ve zamanın beklemek ile anlam kazandığıdır. Haydar Ergülen’in de yazısında bahsettiği gibi: ‘’Bugün zaman her şeyin üstünde ve ötesinde, adeta göksel bir ulaşılmazlığa sahipse ve hakkında söylenenler, düşünülenler, yazılanlar bir nehir gibi durmadan akıyorsa, zamanın önünde akan sular duruyorsa bunun ilk nedeni bekleyiş, ikincisi ise umuttur.’’ (97). İşte böyleydi hayat, beklemeyi âdeta başrol yapmıştı kendi hikâyesinde.KAYNAKÇA Ergülen, Haydar. Meğer. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018. Baskı.
Hasna Gül Dülgeroğlu BAŞKALARININ GÖLGESİNDE Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk hepimizin aşina olduğu bir konuyu derinlemesine işliyor. Okumadan önce yazarı hakkında çok fazla bir fikrim yoktu, bir kitapçıda gezinirken sadece ismi dikkatimi dikkatimi çektiği için aldığım bir kitaptı ki isminin hakkını da fazlasıyla veriyor diyebilirim. Son yıllarda hepimizin mustarip olduğu sıradanlaşma olgusunu o kadar güzel anlatıyor ki kendi hayatımıza dönüp, şu an ben gerçekten istediğim yerde miyim? Hayallerime ne kadar yakınım? Ya da en kötüsü, benim bir hayalim var mı? Sorularını tekrar tekrar sormanıza sebep oluyor. Bazen hayatın akışına kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki, rüzgar bizi nereye savurursa oradan yaşama tutunmaya devam ediyoruz. Ne sorguluyoruz ne de sitem etmeye vakit bulabiliyoruz. Günlük telaşlarımıza o kadar kaptırıyoruz ki kendimizi, bir gün bir yerlerde bir hayal kurmuş muyduk onun bile ayrımına varamayacak hale geliyoruz. Özetle, hayal kurmanın bile bir hayale dönüştüğü bir dünyada kurduk kendimize, farkına bile varmadan sadece nefes alıp veriyoruz. Halbuki, biz güzel hayalleri olan çocuklardık. Büyüyünce şunu olacağım, diye başlayan cümlelerimiz vardı bizim, hala sonunu getiremediğimiz. Hayallerimizi de kendimize benzettik, tek tipleştirdik. Ulaşamayacağımız hayaller kurmamayı o kadar iyi öğrettiler ki bize, hayal kurmayı unuttuk. Bize verilen hayat şartlarının en iyisi olduğuna o kadar iyi inandırdılar ki bizi, daha iyisini yapabileceğimizin farkına bile varamadan yaşlandık. O kadar çok insan var ki neden yaşadığını unutan, en başında bu yola neden çıktığını unutup başka bir yola sapan. Sahi benim en büyük hayalim neydi? Bir zamanlar sahip olmak için yanıp tutuştuğum. Ne kadar uzağındayım şimdi onun, unutmuşum. En güzel meyveleri sıkmıştı annelerimiz güçlenelim diye, büyüyüp hayallerimize kavuşalım diye, şimdi posaları hepimizin boğazına dizildi.Kimi durdurup sorsan şimdi yolda, acelesi, yetişeceği bir yeri, belki geç kaldığı bir işi vardır hatta bazıları durmazlar bile. Hepimiz o kadar meşgulüz ki, sormayı unuttuk kendimize şuan istediğin şeyi mi yapıyorsun diye. Belki de o kadar uzun süre sormadılar ki bize, sorgulamak aklımızın ucundan bile geçmez oldu. Ana karakterimiz Gerhard Warlich işte tam da böyle bir zamanda sorgulamaya başlıyor hayatını. Hayalleri elinden alınan bir adam olduğunu, aslında bir gün ölmek için yaşadığını, belki de ölmesinin hayatını anlamlı kılacak tek şey olduğunu böyle bir zamanda fark ediyor. Yalnızlaşıyor sonra, çünkü ondan başka kimse sorgulamıyor bu düzeni. Sınırlarını başkalarının belirlediği bu hayatı o sınırlara yaklaşmadan kimse fark edemiyor çünkü. Aslında mutlu değiliz hiçbirimiz, ama mutluluk aramayı da bırakmışız zaten, ufak memnuniyetler yetiyor bizi hayatta tutmaya. Sorgulamaya başlarsak mutsuz olmaktan korkuyoruz o kadar korkuyoruz ki hatta, o sınırlara yaklaşmaya bile cesaret edemiyoruz çoğu zaman. Çünkü mutlu değiliz ama en azından mutsuz da değiliz, hele heyecanlı hiç değiliz, sıradanız, normaliz, ortalama bir ruh halinde yaşayıp gidiyoruz. Belki de artık birilerinin durun demesi gerekiyordur. Belki de birilerinin bize hatırlatması gerekiyordur, yaşamanın bu olmadığını. Belki birinin bize ilham olması gerekiyordur. Belki de bir cevabı olmasından korktuğumuz ama asıl verebilecek bir cevabımız yoksa korkmamız gereken o soruyu sormamız gerekiyordur kendimize: Benim bir hayalim var mıydı? Sonra, Gerhard kadar şanslıysak bir cevap buluruz bu soruya, ve artık korkularımızı bir kenara bırakıp kendimiz için çabalamaya başlarız. Sonunda mutsuz da olsak, gerçekleştiremesek de hayalimizi, en azından denemiş oluruz, en azından bu bizim başarısızlığımız olur, en azından kendimize ait bir şeyimiz olur. Hepimiz kendimize bunu borçluyuz.
Yeşim AYDIN DOYUMSUZLUK Günümüz dünyasının yaşam temposuna kendini kaptırmış olan insanoğlu, ne yazık ki doyumsuzluk noktasına ulaşmış durumda artık. Kimisi kendi ekmeğinin peşinde; herkesle aynı standartları paylaşan, mutlu bir aile ile hayat yaşarken, öte yandan bazıları ise lüks içinde; herkesten farklı olan o imrenilesi hayatı yaşıyor. Hayatın bizi sunduğu olanaklar ve içinde bulunduğumuz yaşam şartları ne kadar farklı olursa olsun, insanlığın tek bir problemi var artık; sürdürülen hayat biçiminden memnun olunmaması. İşin ilginç tarafı; deyim yerindeyse dünyalara bedel parası, mutluluğu, sağlığı veya hepsine birden sahip olan insanların yine de doyumsuzluk noktasında olmalarıdır. Bu memnuniyetsizliğin ve doyumsuzluğun aşk teması üzerine konu edildiği Aldatmak kitabı ile hayatımızın ilerleyişine ve içsel dünyamızdaki iniş çıkışlara benzer örnekler bulabiliyoruz. Gerçek hayatta örneklerine rastlayabileceğimiz bu tür kitaplarda, aynı veya benzeri durumları yaşayan tek insanın siz olmadığınızı düşünür ve yalnız olmadığınızı hissetmenin rahatlığını duyarsınız içinizde. Okurken içe dönük bir sorgulama yapar ve düşünmeye başlarsınız; benim hayatımda neler oluyor veya ben bu durumu yaşadığımda nasıl hissetmiştim gibi. Her insanın başına gelen veya gelebilecek olan “aldatma” durumunun ele alındığı bu kitapta; aldatma süresince bireyin hayatındaki iniş çıkışlar, yaptığımız eylemler sonucu ruhsal durumumuzda meydana gelen depresyon ve bireyin bu kötü durumdan kaçma isteği, herkesin kendinden bir parça bulabileceği türde yazılmış. İhanet etme durumunun çiftler ve evlilikler üzerindeki yıkıcı etkisi herkes tarafından bilinirken, birey bu davranışı sergilemekten kendini alıkoyamıyor. Bu durumun sebebi olarak zannediyorum ki içimizdeki sönmüş ve tekrar alevlenmeyi bekleyen duygular etkin rol oynuyor. Hayatımızda eksikliğini hissettiğimiz bu duygular bizi yanlış yapmaya itiyor. Kendi içsel dünyamıza psikanaliz yaparak sorunu saklandığı yerde bulup çözmek, kendimizi kaybetmiş bir şekilde dışarılarda bir yerlerde çözüm yolu aramaktan aslında daha kolay bir iş. Bir insana duyduğumuz aşkı, sevgiyi, tutkuyu her zaman ilk günkü seviyede tutmak çok zor bir iş belki ama istenildiğinde tüm bu sönmüş duyguları tekrar alevlendirip hayatlarımıza dâhil edebilmek mümkün. Yeniden aşık olmayı istemek ve mutluluğu başkasında tatmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm olmayacaktır birey için çünkü elbet bir gün bu yeni heyecanlarda içimizde bir yerlerde sönüp gidecektir. Bir zamanlar sevdiğiniz, deyim yerinde ise uğrunda ölmeyi göze aldığınız insanları ruhsal veya fiziksel yolla aldattığınızda, öncelikle fark etmeniz gereken şey şudur ki siz öncekendinize ihanet etmişsiniz. Aldatma eylemenin kökünde bireyin kendi iradesinin var olduğunu düşünürsek bu durum zaten hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Tam da bu noktada, yani bireyin kendi iradesi ile kendisine ihanet ettiği noktada insanın aslında ne kadar nankör olduğunu ve ben merkezli düşünerek hareket ettiğini görürüz; ne kadar bencil olursak o kadar da doyumsuz olacağımız olgusu da yadsınılamaz bir gerçek haline gelir. Kendi irademiz doğrultusunda yaptığımız eylemin etkisi, sefası veya cefası ister küçük ister büyük olsun; birey her zaman hayattan ne istediğini, ne beklediğini ve kendini hayata karşı hangi yollarla ispat edeceğini bildiği sürece asla yanlışa düşmez. Öncelikle kendi içimizde sağlamamız gereken istikrar durumu, daha sonrasında elimizde olanlar ile yetinmeyi de bize öğretecektir. Para, kariyer, aşk, tutku veya aklınıza gelebilecek olan her türlü maddi ve manevi konularda bizi hata yapmaya iten doyumsuzluk faktörü içimizdeki nankörlük duygusunun evrimleşmiş bir halidir ve kendi içimizde çözmemiz gereken bir olgudur. Elimizdekilerin kıymetini bilmeyerek onlara ihanet etme durumu, kendimizi kandırmak ve çevremizdekileri de bu yönde etkilemek adına yapılmış bir yanlıştır aynı zamanda. Hırslı olmak ile doyumsuz olmak arasındaki farkı anlamakta güçlük çeken veya bildiği halde bu farkı göz ardı eden bireyler olduğumuz sürece hiçbir zaman sağlıklı bir toplum yaratamadan varlığımızı sürdürmeye devam edeceğiz.
ELMA BİZİ SEVİYOR DİYE BİZ DE ELMAYI SEVMELİ MİYİZ? İnsan, doğası gereği toplumla birlikte yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Bir takım ihtiyaçlarını gidermek için toplumla birlikte yaşamaktan başka çaresi yoktur. Hiçbir insan yalnız yaşamaktan hoşlanmaz. Yalnız yaşadığında duyguları, fikirleri kendinde saklı kalır. Oysaki iletişim, insanın en temel ihtiyaçlarından biridir. İnsan, bu temel ihtiyacı toplum sayesinde diğer insanlarla karşılayabilir. Duygu ve düşüncelerini birilerine aktarmak ister. Bunu da toplumdaki insanlarla iletişim kurarak yani onlarla paylaşarak karşılar. Bu paylaşımı yaparken bazen karşısındaki insanı çok büyütebilir kafasında. Karşısındaki insanın düşünceleri daha çekici gelmeye başlar ve o düşüncenin peşine takılır. Hatta artık kendi düşüncesini unutur, peşine takıldığı düşünceyi kendi düşüncesiymiş gibi benimser. Karşısındaki insanın doğrusunu kendisine doğru edinir. Artık kendisi olmaktan çıkmış, kendi benliğini unutmuştur. “Kendisi olarak” nasıl hissettiğini, ne düşündüğünü hatırlamamaya başlar. İşte bu noktada artık insan kendi yolunu kaybeder ve bunun sonuncunda da insanın başkasına bağımlılığı başlamış olur. Fakat insan başkasına değil kendisine bağımlı olduğunda daha mutlu olur. Dünyada sayısız kötülük ve çirkinliğin bulunduğu bir devirde bunu söylemek belki biraz tuhaf gelebilir fakat insan özünde duygusal bir varlıktır. Sürekli birileri tarafından sevilmek, onaylanmak, beğenilmek ister. Toplumdaki insanlar onu sevsin diye kendi benliğinden bile vazgeçebilir. Halbuki bu hayatının en büyük hatasıdır. Toplum içinde yaşıyoruz, diğer insanlara ihtiyacımız var fakat her ne kadar toplum içinde yaşasak da biz ‘bir birey’ olarak toplumda bulunuyoruz. Bir birey demek bir düşünce, bir renk, bir şarkı veya bir şiir demek. Bir toplum demek binlerce, milyonlarca birey dolayısıyla milyonlarca düşünce, renk, şarkı ve şiir demek. Benliğinden vazgeçmek ise bunların her birinden vazgeçmek demek. Bu şekilde davranan insanlar yalnızca benliğine değil topluma da zarar vermiş, toplumu tek düzeliğe itmiş, farklılığı ortadan kaldırmış oluyorlar. İnsan unutmamalı ki, her insan toplum için ayrı önemlidir. Kendisi için önemli olan bir insan toplum için de önemlidir. Kendisine saygısı ve inancı olan insana toplumdaki insanların da saygısı ve inancı vardır. Eğer insan kendisinin önemini fark edip kendisine inanırsa gerekli durumlarda kendisine yetebilmeyi de öğrenmiş olur. Başarabileceği bir işi yapamam düşüncesi ile başkasına yükleyip sorumluluktan kaçan ya da sonunda üzüleceği için sevmekten korkan insan mutsuzlukla yüzleşmek zoruda kalır. Fakat insan kendisini üzecek şeyin farkına varıp bu durumu kontrol altına alabilmeyi öğrendiğinde kendini mutlu hisseder. İnsan kendi hislerini, düşüncelerini, kendisini neyin üzeceğini ya da neyin mutlu edeceğini herkesten önce kendisi farkına vardığı zaman daha güçlü bir birey haline gelir. Kısacası insan, benliğine sahip çıkarak ve kendisinin farkında olarak yaşamayı öğrenmelidir. Bu şekilde yaşarken yapacağı çok önemli ve bir o kadar da basit bir kural vardır: “İnsanın toplum içinde yaşadığını unutmayıp diğer insanların özgürlük haklarını ihlal edecek davranışlardan kaçınması.”İnanıldığının aksine aynı renkleri ya da şiirleri sevmek değil farklılıklara saygı gösterebilmek toplumda birlikte huzurlu yaşayabilmenin temel anahtarıdır. Karşımızdaki insan maviyi seviyor diye biz de maviyi seveceğiz diye zorlamamalıyız kendimizi. İnsanlara kendimizi sevdirmek için sevdiğimiz şiirden ya da şarkıdan vazgeçmemeliyiz. İnsanların bizi sevmesi için önce kendimizi sevmeyi bilmeliyiz. Bunun için de kendimizi keşfetmeyi bilmeliyiz öncelikle. Yeni yerler görüp yeni insanlar ve kültürler tanıyıp nelerden hoşlanabileceğimizi keşfedebiliriz. Sürekli okuyup hayal gücümüzü genişletip, ufkumuzu açmak kendimizi keşfetmenin adımlarındandır. Okuduğumuz her cümlenin bize bir şeyler katmasını umut ederecek okuduğumuzda, tanıdığımız her insanın bize farklı açılardan bakmamızı öğreteceğini düşünerek insanlarla tanıştığımızda toplum içindeki çeşitliliklerin farkında olarak kendi benliğimizle yaşamayı öğreniriz. Yargılamadan dinlemeyi öğrendikten sonra yargılanmadan dinleneceğimizi hatırlamalıyız. Biz de kendimizi paylaşmaktan korkmamalı, utanmamalıyız. Kırmızıyı seviyoruz diye utanıp maviyi seviyormuş gibi davranmak bize mutluluk değil mutsuzluk getirecektir.
Mehmet Berk Gülen Çocukluktan Yetişkinliğe Bir Hüzün Hikâyesi Bir çocuğun en çok istediği şey nedir? Havalı bir oyuncak mı, yoksa sabahtan akşama kadar televizyon seyredebileceği rahat bir koltuk mu? Bu sorunun cevabı her çocuğa göre değişir ancak çoğu çocuğun ortak bir isteği vardır: anne ve babası gibi yetişkin olabilmek: onlar gibi araba kullanabilmek, onlar gibi konuşabilmek ve onlar gibi para kazanabilmek… Kısacası anne ve babalarının yaptıkları her şeyi yapabilmek. Ama büyümek iyi midir? İnsan büyüdükçe hayat daha mı kolaylaşır? Bu sorular daha on yaşındayken soramayacağımız sorular. Hangi çocuğun aklına büyüdükçe sorumluluğun arttığı gelir ki daha doğru düzgün bir sorumluluğu olmamışken. Gözlerinizi kapatın ve beş yaşınızdaki halinizi düşünün. Dünya ne kadar renkli ve güzeldi değil mi? Küçük yaşın verdiği saflıkla her şey gözlerinize daha güzel ve daha renkli gözüküyor. Üstünde koştuğunuz o çimler daha yeşil, sırt üstü uzanıp baktığınız o gökyüzü daha mavi geliyor gözlerinize. Her şey bu kadar güzel olmasına rağmen hepimizin hayalini kurduğu bir şey var: büyümek. Oysa biz o saf çocuklar bilmiyoruz ki büyüdükçe üstünde koştuğumuz çimlerin daha sarılaştığını, gökyüzünün daha grileştiğini, daha doğrusu biz büyüdükçe her şeyin daha kötüleşmeye başladığını. Bence bunun nedeni ise insan büyüdükçe onun üstündeki baskının artması: insanlar sizden daha fazla şey beklemeye başlıyor, insanlara karşı sorumluluklarınız artıyor. “ Ne kadar iyi bir şey bu, büyüyorsun işte” diyebilirsiniz ama bence hiç güzel değil, hatta şansım olsa on beş yıl geriye, beş yaşıma, giderim. Hatta, bütün gün boyunca oturup düz duvara bakacaksın deseler yine giderim. Çünkü küçükken, boş duvara bakarak bile hayaller dünyasına dalabiliyorsunuz ama büyüdükçe hayal kurmaya bile zamanınız olmuyor... Her çocuk hayatında bir kere bile olsa da anne ve babasının günlük rutinini taklit etmiştir. Her kız çocuğu, annesi makyaj yaparken onun yanına geçip kendine makyaj yapmaya çalışmış ya da her erkek çocuğu, babası her sabah tıraş olurken kendi yüzüne sabun sürüp “babaaa, ben ne zaman tıraş olucam?” gibi sorular sormuştur. Açıkçası ben yaptım, hatta bu olayı o kadar abartmıştım ki babam bana Ulus’tan plastik ustura bile almıştı. Şimdi, o günleri düşündükçe yaptıklarım çok çocuksu geliyor ama keşke büyümek için bu kadar çok dua etmeseydim diyorum. Çünkü o günler daha güzeldi ve daha mutluydum. Tek derdim bir sonraki çizgi filmin ne olacağıydı. Bana sorarsanız insanın büyümesi, daha doğrusu algısının gelişmesi, ona bahşedilmiş bir lanet. Nasıl bu kadar iddialı konuşuyorsun diyebilirsiniz ama bir düşünün: çocukken dünyada olup bitenler hiç umurunuzda mıydı ya da çocukken geleceğiniz hakkında hiç endişelenmiş miydiniz? İşte bunlar, insan büyüdükçe insanın aklına gelen şeyler ve belki de o çimleri solduran ve gökyüzünü grileştiren şeyler bunlar. İnsan, çocukken gelecekte ne olacağını hiç düşünmez hatta o sırada ne hoşuna giderse onu olmak ister (ben bir keresinde benzinlikte pompacı olacağım demiştim). Ama o çocuk büyüdüğünde “gelecekte ne olmak istiyorsun?” sorusunun cevabı diğer çocuklar gibi avukat ve doktora dönüyor. Neden? Çünkügelecek kaygısı başlıyor ve ailesi ondan bir şeyler beklemeye başlıyor. Ailesinin yüz üstü bırakmamak isteyen çocuksa prestijli bir meslek istiyor yani üstündeki yük daha da artıyor. Bu kadar yazdık,peki nereden geldi bu düşünceler? Geçenlerde Hayao Miyazaki’nin 2001 yapımı animesi Ruhların Kaçışı’nı (Spirited Away) izlerken geldi. Çünkü filmin ​ ​ ​ ​ başkahramanı Chiro’nun çocukluktan yavaş yavaş bir yetişkine dönüşü bana kendimi hatırlattı. En küçük şeyden bile mutlu olabilen bir çocuk, yavaş yavaş etrafındaki kötülükleri fark eden ve geleceği hakkında endişelere kapılan bir insana dönüştü. Keşke o çocuk hiç büyümeseydi, o renkli dünyasında mutlu bir hayat sürseydi ama ne yazık ki bu mümkün değil çünkü zaman durmadan işliyor.
NE İLK NE SON KATLİAM Tarihi romanları okurken nedense kendimi bir senaryoyu okuyormuş gibi hissederim. Senaryo, başı belli, sonu belli, sıra dışılıkların nadir olduğu kurgu... Sanıyorum ki bunun sebebi romancılarımızın bu tür romanları yazarken tarihin aslında spontane gelişen bir süreç olduğunu unutmaları ve karakterleri belirli kalıplar içerisine hapsetmeye çalışmalarıdır. Tarihin bilinen kesin gerçekleri kadar bilinmeyen karanlık noktaları da var ve kurguların bu karanlık noktalar üzerine yapılmasının okuyucuda spontanelik hissini kuvvetlendireceği ve tarihi karakterlere daha geniş bir hareket alanı kazandıracağı kanaatindeyim. Örneğin Kayıp Gergedanlar romanında yazar Cem Kalender, hem konu olarak tarihin en karanlık noktalarından birini, Maraş Katliamı'nı, ele alarak hem de bu hazin olayı 'isimsiz' karakterlerin ağzından 'isimsiz' mekanlarda anlatarak kendine, hikayeye gergedanları bile dahil edebilecek kadar geniş bir hareket alanı açmış. Bu durum da bende romanın tamamen spontane geliştiği hissini uyandırdı. Tabii olayın kendisinin, Maraş Katliamı'nın, üzerinde başlıca durulması, düşünülmesi gereken bir olay olduğu da elbette unutulmamalı. Belirttiğim gibi Maraş Katliamı, Türkiye'nin yaşadığı en karanlık en acı tecrübelerden sadece birisi. Olaylarla ilgili ne zaman bir habere, bir anekdota rastlasam bu insanlarda hiç vicdan yok muydu diye düşünürüm. Böyle zamanlarda, ideoloji, inanç ve manipülasyon kavramlarının önemini daha ciddi bir şekilde kavrarım. ''İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı.'' diyor Cemil Meriç. Öyle ya, hangi güç bir insana, karnında daha doğmamış bir bebeği olan anneyi öldürme kararını verdirtebilir? Eğer bunu yaptıran şey ideoloji, inanç ve manipülasyon üçlüsünden biriyse ya da hepsi birden bu kararda rol oynuyorsa bu kavramların insanlara yaptırabileceklerinden gerçekten korkmak gerekir. Albert Einstein mesela, tarih böylesine mükemmel zekaya sahip bir insanın ABD'ye atom bombası üretmesi için bir tavsiye mektubu yazdığını söylüyor.Niyeti belki iyiydi ama sonuçları göz önüne aldığımızda bu dalaletin savunulacak bir tarafı yok maalesef. Benzer şekilde Türkiye tarihi de mahşerin bu üç atlısının getirdiği yıkımlara birçok örnek teşkil ediyor. Bu acı hadiseleri tek tek yâd etmektense Maraş Katliamı ve roman bağlamı üzerinde biraz daha durmak isterim. 1978, Kahramanmaraş. Kaynak: www.cnnturk.com Kitap bir isimsizler romanı. Ne isimler ne milletler ne de mekanlar tarihle alakalı. Tüm bu kurgusal ürünleri değerli kılan şey üzerlerine yüklenen semboller zannımca. Suna Hanım mesela, çocuklarını dış dünyadan tamamen izole ederek onların saflığını koruyabileceğini düşünen bir anne. Suna Hanım bu yönüyle geleneklerini göreneklerini içine kapanarak, içinde azınlık olarak yaşadığı toplumdan korumaya çalışan, asimile olmamaya çalışan bir Alevi toplumu bence. Sümer Bey bir arayış, belki bir kaçış... Kayıp Gergedanlar ise aranılan mutlak değer. Masumiyet belki... Belki barış, belki huzur... Herkesin istediği halde hiç bir zaman tam olarak gerçekleşmeyenin sembolü gergedanlar. Romandaki dört çocuğun neyi simgelediği ise aşikâr. Maraş katliamı yıllarına ait en bilindik hikayelerdendir bu dört çocuğun yaşadıkları. Annelerinin ölümü üzerine onu bulabilmek adına intihar eden dört masum çocuk... Evet, belkiKayıp Gergedanlar romanında içlerinden bir tanesi kurtuluyor ve bu da gelecekte hâlâ güzel şeyler olabileceğine dair, yazarın içten bir inancı olduğu kanısını uyandırdı bende. Bu noktada yazarla aynı umut tomurcuklarını beslediğimi söylemeliyim. Bu tomurcukları yeşertmek, gövde atmasını sağlamak bilinçli nesillerle mümkün. Bilinçli nesillerse Kayıp Gergedanlar gibi ruha dokunan kitaplarla... Maraş Katliamı'nın üzerinden 38 yıl geçmesine rağmen hâlâ gereken dersi almış gibi durmuyor ülkemiz. Çeşitli ideolojilerin, sloganların ve inançların ardından akıntıya kapılmış bir yaprak edasıyla gidiyoruz. Sorgulamıyoruz, kendi rotamızı çizemiyoruz. Hâl böyle olunca toplum akıntı içinde bir birinden kopuveriyor, farklı yerlere yöneliyor. Farklı şeylere üzülmeye, sevinmeye, farklı değerleri benimsemeye başlıyor. Alevilerin yaşadığı acıları kendimiz yaşamışçasına hissetmememiz, üzülmememiz bunun açık bir göstergesi değil mi? Artık bu akıntıda istediğimiz yöne doğru kürek çekmeye başlamamız lazım. Ve tabii o kayıp gergedanları aramak ve bulmak... Kalender, Cem. Kayıp Gergedanlar. İstanbul: Alakarga, 2013. Baskı Kazım KARTKAYA
Oğuz Karabay 21502734 “Alçak ruhlu olanlar para arar yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar”. Nikolay Ostrovskiy Maskelerden Uzaklaşın Daha önce sizler de benim gibi defalarca bir şeylerinizi kaybettiniz değil mi? Anahtarlarınızı, cüzdanınızı belki çok önemli evraklarınızı vs. Bu olay hepimizin başına gelen gündelik hayatın adeta bir rutini haline gelmiş bir durumdur. Ya peki aradığımız şey bizim olsa dahi bulmamız oldukca güç ve hatta neredeyse imkansız bir şeyse? Bu üzüntü bana kalırsa o kadar da basit bir şey değildir. Kaybettiğimiz şeylerin varlığı belki elle tutulur gözle görülür değildir. Hatta belki o kaybettiğimiz şeyi daha önce görmemişizdir veya yaşamamışızdır. Bu satırlarım sizlere kendi içimde tezata düştüğümü düşündürebilir lakin, kabettiğimiz şey mutluluk ve huzursa? Belki etrafimizda değişik maskelere bürünmüş insanların samimiyetsiz hareketlerinin olduğu bir dünyadır aradığımız. Bizimdir içimizdedir o hayat ama belki sadece hayallerimizde. Ayhan Geçgin’in kaleminden çıkmış Uzun Yürüyüş adlı romanda olduğu gibi bizim olan sadece bize ait olan gerçek anlamdaki huzuru ve dinginliği bulabileceğimiz bir yer olabilir o aradığımız şey. Hayali bile yüzünüzde bir tebessüme oluşturabiliyor değil mi? Düşünün sadece bize ait bir yer, gündelik hayatın karmaşıklığı, yoruculuğu ve uğraştırıcılığından eser de yok. İstirahate çekiliyorum. Bir dağın eteklerinde buz gibi rüzgarların estiği bir yerdeyim. Sadece ben var evet sadece ben ve sesleri adeta bir senfoniyi anımsatan kuş toplulukları. Hayatımda samimiyetsizlikleri ve adeta bir hatamı arayan tavırlarıyla yer etmiş o insanların hicbiri yok. Kendime ait bir yer arayışımda böylesine bir hayal gezip gördüğüm yerler göz önünde bulunduruldugu takdirde beni huzura kavuşturuyor. Çünkü orda sadece ben varım bir de hayal dünyam. Herhangi bir baskı, zorbalık, gündelik koşuşturma asla yok. Şimdi bütün bunları bir kenara itelim ve asıl olarak “Neyi, Neden?” aradığımızı ve bu kadar istekli olduğumuzu sorgulayalım birazcık da. Geçgin’in anlattığı gibi yok olma arzusunun tetiklemesi ile yokluğun, var olmamanın arayışı mı? Yoksa birazcık daha ılımlı bir bakış açısıyla bu kargaşadan, insanlardan ve daha geniş bir deyiş ile kent yaşamından mı kaçmak kurtulmak istiyoruz? Yani bu arayışımız daha rahat hissedebileceğimiz bir yer için mi? Yok olmayı bu derece arzulamamızın su götürmez bir nedeni ise bana kalırsa samimiyetsiz insanlar ve artık sırtlan panayırına dönen yaşam döngümüzdür. Charlies Darwin’in bahsinde geçen yapay seleksiyon kuralları gelişen dünyamız ile beraber hayatımızdaki en temel olgu haline gelmiştir. İnsanlar sadece kendi çıkarları doğrultusunda kararlar almak da ve hareket etmektedirler. Evet bu itici çevre ve dünya düzeninden uzaklaşmak istememiz kendimize ait yeri bulma arayışımızın temelinde yatan en büyük faktör olabilir bence. İnsanlar karşılaştıkları problemleri çözebilmek için iki tip çıkar yolu bulur birincisi geçici çözümlerdir. Yapması kolay olanıdır bu. Hemen kaçıcak bir yol bulup problemden uzaklaşırız. Bu çözüm kısa bir süre için geçerlidir. Genel mutsuzlukhalimize pek de etkisi olacağı savunulamaz. Diğer çözümleri ise uzun süreli çözümlerdir. Problemin çıkış kaynağındaki faktörlere karşı alınan kararlardır. Bu tür kararlar yürek ister. Zorunlu olan bu kargaşadan uzaklaşıp huzuru, kendine ait olanı aramak için bir yolculuğa çıkmak yalnız cesur insanlara has bir karar olabilir. Bu yolculuğun sonunu bilenimiz yok bana kalırsa, zira bu yolculuğa “Haydi ben gidiyorum!” diyip bu önemli adımı atan bir insan dahi tanımıyorum. Lakin bunu diyebilen insanlar olsaydı şu hayatta eminim ki daha mutlu bir hayat idame ettirirdik. Pek tabii herkesten bu tavrı sergilemelerini bekleyemem, cesurca yola çıkıp kendi huzur ve mutluluklarını aramalarını beklemek normal bir davranış değil. Yola çıkanların kendilerini sorgulamaları veyahut bizlerin daha hicbir şeye başlamadan nasıl olacak acaba diye içimizi yavaş yavaş kemirmemiz yaşamımız içeriside en yıpratıcı sorgulamadır. Hayat bizim hayatımızdır. Söz sahibi olan tek kişi biziz kendi hayatımızla ilgili. Esas olan huzurlu bir hayat idame etmemizdir. Tekrardan bir noktaya değinmek istiyorum, bu yolculuğun sonunda elle tutulur gözle görülür bir şey olacak diye bir kural yok elbette. Soyutluğun içerinde soyutu aramak için çıkılacak bir yolculuk olacak bu. En önemlisi kendi içimizde yaptığımız yolculuklardır. Esas olmazsa olmaz olan insanların bu arayışı benliklerinde yapmaları ve asla pes etmemeleridir. Bu sayede hayatın kurtlar sofrası olması niteliğinden uzaklaşmış olunur ve iç huzurlarına kanaatimce ulaşabilirler. Kaynakça Geçgin, A. (2015). Uzun Yürüyüş. İstanbul: Metis Yayıncılık ( Ayhan Geçgin, Metis Yayıncılık, 2015)
Beyza Kurtulmuş 21502981 GÜNAHKAR, İNANANVEŞAŞKIN Hiç kendi içinize yolcuğa çıktınız zamanlar oldu mu? Eğer olduysa daha iyi hayatlar yaşamak için hangi sınıfa koydunuz kendinizi bu yolculuktan sonra? Hayatımı istediğim gibi akıl ve mantığımla yaşıyorum, Tanrı'ya aldırmıyorum yani ben bir günahkarım mı dediniz kendinize? Yoksa Tanrı'nın mükemmelliğine ve varlığına kefilim ben inananlardanım mı dediniz? Havva'nın Üç Kızı romanındaki kızlar, Şirin, Mona ve Peri, gibi ''Bir günahkar, bir inanan, bir de şaşkın.'' (Şafak 2016, 356) diye kendinizi sınıflara koyarken şaşkın tarafınızı unuttunuz mu yoksa? Eğer unuttuysanız eksik hissetmediğiniz mi hiç? İçinizde avaz avaz sessiz çığlıklar atan, o şaşkın tarafınızı henüz fark etmediniz miyoksa? Şirin gibi günahkarlardanım ben, hayatın beyazını kaçıranlardan, çünkü bir yanım Tanrı'nın sadece insanların kendi kendilerine yarattığı bir fetişten ibaret olduğuna ve daha iyi hayatlar yaşamamıza bir katkısı olmadığına inanıyor. Genelde fetişleri insanlar yaratır ve inançlarını onlara bağlarlar peki ya Tanrı mı insanı yarattı yoksa insan mı Tanrı'yı? Hayatı boyunca acıyı ve sevinci, tüm duyguları tadar insan. Bazı anlarda bu duygular o kadar aşırı noktalara ulaşır ki, insan bilinçaltında bu duygularla nasıl başa çıkacağının yollarını arar farkına varmadan. Mesela insan ölümün kendisine verdiği o tarif edilemez, içine sığamayan kederi, üstünü yırtıp, saçını başını yolarak içinden atmaya çalışır. Bu yaşadığı travmadan kurtulmak için bazı semboller yaratır.Yani insan başa çıkalamayacak duyguları sembolize edip, basitleştirir ve böylece duygularıyla baş eder. Tanrı adını verdiği sembol ise bu kederle başa çıkabilecek gücü kudreti olan bir varlıktır. İnsan artık her üzüntülü anında Tanrı'yı hatırlar, biraz olsun ferahlatıcı düşüncelere kavuşmak için. Tanrı' ya sığınarak gerçekleştirilen her eylem aslında duygularla başa çıkmak için bulunan çözümlerin bir simgesidir. Benzer şeyler sevinç duyguları içinde geçerlidir. Mesela insan içine sığmayan sevincini sembolize edip, basite indirgeyerek adaklar adar, kurbanlar keser böylece içine sığmayan duygularla başa çıkar. Başka bir deyişle, Tanrı insanın kendisi için yarattığı bir yardım kaynağıdır. Yani başa çıkma eylemini gerçekleştirende, Tanrı'yı yaratanda insan olduğundan O'nun varlığının hayatı daha iyi yaşamamızabirkatkısı yoktur. Diğer yanımsa Mona gibi inananlardan, hayatın siyahını kaçıranlardan, kusursuz olan Tanrı'ya ve O'nun eğer biz düzgün olursak bize mükemmel hayatlar vereceğine inanıyor. Her gün vücudumuzun, dünya ve evren düzeninin ne kadar mükemmel yaratıldığına fakat mükemmel işlemediğine tanık oluyoruz. Bu mükemmel işlemeyişte Tanrı’yı suçlamaktan ve yok saymaktan vazgeçmeliyiz. Descartes'ın tanımındaki gibi etrafımızda mükemmel bir şey görmediğimiz halde bizde mükemmellik kavramının var olmasının nedeniTanrı'nın varlığının ispatıdır çünkü Tanrı mükemmel olan tek valıktır. Biz mükemmel olmadığımız için yaptığımız işler ve yaşadığımız hayatlarda mükemmel değil fakat Tanrı mükemmel olduğu için tasarladığı evrenin ve içine koyduklarının yaratılışı mükemmel. Eğer kusursuz Tanrı'nın yarattığı kusursuzluğa karakterimizle, hayat tarzımızla uyum sağlarsak, kendimizi düzeltirsek bizdedaha iyi hayatlar yaşayabiliriz. Günahkar ve inanan taraflarımın arasında, bana hem siyahı hem beyazı yakalatarak daha iyi bir hayat vaat eden üçüncü bir yanımın varlığını farkettim geçenlerde; ne Tanrı'sız ne de Tanrı ile yapabilen şaşkın yanım, içimdeki Peri. Sürekli vicdanınızın ve merakınızın ortasında kalmak, hayatınızı bir kargaşaya çevirir. Ben bu kargaşaya, kararsızlığa tahammül edemediğim için artık zar atarak yaşıyorum hayatımı. Eğer çift sayı gelirse akıl ve mantık yani merak kazanır, eğer tek sayı gelirse kalp kazanır, yani vicdan. Mesela geçenlerde yolda mendil satan küçük bir kız gördüm. Hemen çıkartıp para verecekken sokağın başında bizi izleyen, yüzünde meymenet olmayan bir adamı gördüm. Sonra anladım ki eğer ben bu parayı bu kızcağıza verirsem parayı bu adam alacak. Önemli olan adamın parayı alması değil, önemli olan para verenler var diye adamın bu kızı bu halde yaşamaya zorlamaya devam edeceği. Aklım ve mantığım dedi çek git ama vicdanım rahat vermedi. Zar attım bende tek sayı geldi. şimdi ben günahkar mıyım o parayı verip o kızı o hayatı yaşamaya mahkum edenlerden biri oldum diye? Yoksa ben inanan mı oluyorum yoksul ve muhtaç birine yardım ettim diye? Ben nerdeyim, hangi taraftayım yani? Siyahın ve beyazın, günahın ve sevabın tam ortasındayım, bugüne kadar içimde hiç farketmediğim bir diyarda ; Araf'tayım, tıpkı Peri gibi. Ama rahatsız değilim bundançünkühayatı iyi yaşamak, siyahıda beyazıda yakalamak, farkındaolmaktır. Uzun sözün kısası, ben herkesin, bana yardım eden bensem Tanrı ne demeye var diye isyanlarda bulunan bir günahkar, Tanrı'm sen bana mükemmelliği verdin, kendimi düzeltip buna uyum sağlayacağım diye dualarda bulunan bir inanan, bir de günah ve sevabın ortasında kalmış bir şaşkın tarafı olduğuna inanıyorum. Henüz birçoğumuz farketmesek bile hepimizin birAraf'ı var. Hayatı tam ayarında, günah ve sevabın arasında yaşayabilecekken, kendimizi ben günahkarım ben inananım diye kısıtlayıp hayata at gözlükleriyle bakmak niye? Belkide bu sınıflandırmayı yapmak yerine akıl-mantık ve vicdan arasındaki bu kargaşayla nasıl başa çıkabileceğimiz bulup ve ortada bir yerde yaşamayı öğrenirsek mükemmel olmayan hayatlarımızı biraz daha iyileştirebilir, siyahsak beyazı,beyazsak siyahı, gri olarak yakalayabiliriz. Kaynakça : Şafak, Elif. Havva'nınÜç Kızı.İstanbul:Doğan Kitap, 2016. ReneDescartes, bilinmeyen kaynak. Morris, R. C. ve Leonard D. H. (2017). The Returns Of Fetishism: Charles De Brosses AndTheAfterlives OfAn Idea [Elektronik Sürüm].
HAYALLERİ ÖRTEN KIRMIZI KARANLIK Merhaba! Size bu yazımda Sweeney Todd’un müzikali hakkında bilgi vereceğim. Tam ismi Sweeney Todd: Flet Sokağı'nın Şeytani Berberi olan 2007 yapımı filmin başrollerinde Johnny Depp ve Helena Bonham Carter bulunuyor. Tim Burton’ın yönetmenliğini yaptığı bu müzikal tarzındaki film, korku ve gerilim sevenler için bulunmaz bir fırsat. Aynı zamanda her rengin, melodinin, sözün arkasında başka anlamlar arayan sembolistlerin de Sweeney Todd’a bayılacağına eminim. Film, izlediğinizde haftalarca aklınızda kalacak, hayatınıza anlam katan bazı fikirler aşılayacak kadar güçlü; o nedenle herkese öneririm ancak izlemeden önce kanlı ve ürkütücü sahnelere hazır olmanızı da tavsiye ederim. Peki, bu Sweeney Todd’u diğer filmlerden farklı kılan nedir? Öncelikle müzikal olması! Şiirsel konuşmalar, karakterlerin ruh hâllerine göre hızlanan, vahşileşen veya durulan melodilerin yerini ne tutabilir ki? Müzikallere özgü danslara ne demeli! Sadece bunlar bile filmi, günümüz filmlerinden ayırıyor. Eşi benzeri görülmemiş kıyafetler ve ağır makyajlar da filme kendine özgü bir hava katıyor. Karanlık, gotik havasıyla ilk izlenildiğinde klasik bir Tim Burton filmi olarak yorumlanabilir; ancak, bu eserde Burton havasından çok daha fazlası var. Bu, müzikalin 1846-47 yıllarında yayımlanan “The String of Pearls” adlı edebi eserden gelmesinden kaynaklanıyor olabilir. The String of Pearls diğer bir deyişle Sweeney Todd: Flet Sokağı'nın Şeytani Berberi, güçlü ve zalim bir hâkimin haksız yere sürgün ettiği saf Benjamin Barker’ın hayatından bir kesit sunar. Benjamin Barker yıllar sonra Londra’ya dönünce kızına hâkim tarafından el konulduğunu, karısının ise kendini zehirleyerek intihar ettiğini öğrenir. İntikam ateşiyle tutuşan Barker işte böyle Sweeney Todd’a dönüşür. Onun her şeyi olan ailesi elinden alındığında Benjamin Barker ölmüş, yerini kızının ve eşinin hayalinin yanısıra Yargıç Turpin’in ölümünün hayaliyle yaşayan Sweeney Todd almıştır. Zaman geçtikçe nefreti onu kör etmiş ve sadece ailesinin dağılmasından sorumlu olanlardan değil, tüm insanoğlundan nefret etmeye başlamıştır. “Herkes ölmeyi hak ediyor.” diyerek genç yaşlı demeden tıraşa gelenleri kesmeye başlamış, acımasız Bayan Lovett'in böreklerine et sağlamıştır. Genel olarak konuyu da ele aldığımıza göre şimdi bu mükemmel sanat eserini daha detaylı inceleyebiliriz. İlk olarak filmdeki renkleri göz önüne alalım. Film boyunca duyguları, karakterleri ve düşünceleri yansıtan renkler filmi incelerken belki de en çok dikkat edilmesi gereken unsur. Renkler ve duygular arasındaki bağlantı filmin en başında, Sweeney Todd’un geçmişini anlatırken,eşini ve kızını düşünürken görülebilir. Filmin geneline hâkim olan puslu, gri havanın aksine sarının ve turuncunun yani güneş ışığının yoğun olduğu bir sahne görüyoruz. Hatıralarındaki canlı renkler, bize sadece umut aşılamıyor aynı zamanda ana karakterimizin o zamandaki mutluluğunu ve iç huzurunu da sembolize ediyor. Renkler ve karakter yapısı arasındaki ilişkiye ise en iyi örneğin Adolfo Pirelli olacağını düşünüyorum. Kıyafetleriyle filmin gri havasını bölerek göz kamaştıran Pirelli, tam bir gösteriş meraklısı. Sweeney Todd ile iddiaya girdiklerinde bile insanlara şov yapmaktan, işini doğru düzgün bitiremeyen bu karakter belki de renkler sayesinde filmin en dikkat çeken simasıydı. Filmde renklerden sonra dikkat edilmesi gereken ufak tefek semboller de bulunuyordu. İlk izleyişte gözden kaçabilecek bu detaylar da filme ayrı bir değer katıyordu. Mesela, Sweeney Todd’un hatıralarında bir tane bile fare görmememize rağmen filmin geri kalanında şehrin her yerinin farelerle dolu olduğunu görüyoruz. Bu belki de Sweeney Todd’un geçmişte, dünyanın kötü taraflarını değil de sadece güzelliklerini yani ailesini gördüğünü ima ediyordur. Benim diğer bir yorumum ise Todd’un ailesinin elinden alınması, onun için dünyayı çürümüş ve kokuşmuş insanlarla dolu bir mekan haline getirmiş olmasıdır. İlgi çeken başka bir sahne de Bayan Lovett’in, Todd’a acele etmemesini söylediği sahneydi. Şarkı boyunca Sweeney Todd’un usturalarına bakması onun tek düşünebildiğinin intikam olduğunu anlatırken, Bayan Lovett’in de durmadan Todd’a bakması ona karşı bazı hislerinin olduğunu açıkça ifade ediyordu. Diğer bir detay ise Todd’un kızı Johanna’yla tanıştığımız sahnede yer alıyordu. Kuşların orada ötmediğini, şarkı söylemediğini anlattığı sahnede Johanna’nın yanında bulunan kafesteki kuş, Johanna’nın da aslında özgürlüğe hasret bir kuş olduğunu sembolize ediyordu. “Hayat yaşayanlar içindir.” (Sweeney Todd:Flet Sokağı'nın Şeytani Berberi,Tim Burton,2007) Yazımızın sonuna gelmeden önce filmin en sevdiğim ve duygulandığım kısmı hakkında da yorumda bulunmak istiyorum. Müzikal boyunca herkesi uyarmaya çalışan fakir, evsiz kadının ölüm sahnesi… Sweeney Todd’un, berber dükkânında yakalayarak boğazını kestiği hiçbir suçu olmayan bu kadının ölümü, filmdeki dönüm noktalarından biri. Bu sahne, bir zamanlar tek hayali ailesini bir arada görmek isteyen bir adamın nasıl kendi hırsına düşerek kör olduğunu gösteriyor. Kendi eşini, hayatının anlamını tanıyamayacak ve öldürecek kadar şeytana dönüşmüş bir adam. İntikam ateşiyle yandığından kendi hayallerini de geleceğini de yakan adam. Bir berber dükkanı düşünün. Bir koltuk, usturalar ve bir sandıktan oluşan. Koltuğun önünde fakir,üstü başı perişan, boynu kesilmiş bir kadın. Tam karşısında kana bulanmış bir şeytan. Sandığın içinde ise saklanan, erkek gibi giyinmiş bir genç kız. Bu sahnedehangisi daha korkunçtu bilemiyorum. Eşinin Sweeney Todd’a son sözünün “Sizi tanımıyor muyum bayım?” olması mı yoksa Todd’un Johanna’yı, kızını sandıkta bulduğunda öldürmeye kalkması mı. Nefreti ve intikam ateşi Todd’un gözlerini her gün kullandığı o önlükler gibi örtmüş, hayalinin gerçekleştiğini göremeyecek kadar kör etmişti. Korkutan, hüzünlendiren ama aynı zamanda da gülümseten bu müzikal bana çok güzel dizeler, düşünceler kattı. Ben çok beğendim. Sizin de beğenmeniz dileğiyle. Deniz KIZILELMA
Hayaller ve Gerçekler / İlayda Canaz-21201505 Kitap okurken soluğu kesilen, gözyaşlarına boğulan veya kalp atışı hızlanan insanları duydukça ve gördükçe anlam veremezdim. Okuduğum bir şey beni ne kadar etkileyebilirdi ki? Çoğu insanın da bunları yaparken çevrelerine gösteriş yaptığını düşünürdüm çünkü çoğu insana göre kendilerini topluma mükemmel tanıtma ve pazarlama isteği, bir işten gördükleri yarardan daha ağır basar. Evet, her şeyin istisnası olduğu gibi, bu düşüncemin de istisna durumu vardı. Bu kanıya varmam John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar romanını okumamın peşi sıra oldu. Kitaba başladığım ilk sayfadan, son sayfaya kadar nefesimi tuttum ve zaman zaman sesli tepkiler vererek, gözyaşlarım eşliğinde kitabın son sayfasını kapattım. Anladım ki, kitaplar insaları etkileyebiliyormuş ve insan kitabın içerisindeki bir karaker gibi duygularını dışarı yansıtabiliyormuş. Çok sevdiğim bir arkadaşım, kah heyecanlı bir şekilde kah üzülerek bir romanın sayfalarını çeviriyordu. O kadar davranışlarının kitaptan olduğuna inanamıyordum ki, bir probleminin olup olmadığını sordum. O kadar yoğunlaşmıştı ki kitaba, sorumu dahi duymadı ve belki birkaç seferde cevap alabildim. Kitabın çok akıcı olduğunu ve yer yer yüreğimin cız edeceğini söyleyerek, şiddetle okumamı tavsiye etti. En yakın arkadaşım kitap okumayı sevmediğimi bildiği için bu kitabı bana önermesinde bir bildiğinin olduğunu düşündüm ve kitaba başlamam uzun sürmedi. İlk önce, kitabın adı Fareler ve İnsanlar olmasından yola çıkarak bağlantı kurmaya çalıştım ve ardından Burns’un “İnsanlar ve fareler hiçbir zaman hayallerinigerçekleştiremezler.” sözünden yola çıkarak bu ismin verildiğini öğrendim. Ve şu gerçek ki, kitaba başladıktan sonra bırakın aklıma takılan şeyleri araştırmayı, kendi günlük hayatımdan bile fedakarlık ederek, kitabı okumaya devam ettim. Kitap daha çok George ve Lennie adında iki karakter üzerinde geçiyordu ve bu iki karakterin birbirinden tamamen zıt ve farklı olmasına rağmen aralarındaki kuvvetli dostluk bağı insanın gözlerini doldurmuyor değil. Lennie iri yapılı, aşırı saf ve olağanüstü gücü olan bir adam iken, George tam aksine sıska fakat zeki bir adamdır. Hayatlarını devam ettirebilmek için çıktıkları yolda Lennie’nin özel durumu nedeni ile bir kadını istemeden ve farkında olmadan öldürmesi bu iki dostun planlarının önüne beton döker. Evet, bundan sonra iş George da biter. “Lennie onu arayan silahlı adamlar tarafından acı çekerek mi ölmeliydi?”. Özellikle kitabın sonu olan bu sahnede gözyaşlarını tutabilen olduğunu sanmıyorum çünkü insan empati yaptığında gerçekten bu işin içinden çıkamıyor ve ölümlerin içinden ölüm beğenmek bir insanın ömrü boyunca karşılaşabileceği en zor durumdur. Evet, o hazin son gerçekleşmişti ve Lennie en yakın arkadaşı George tarafından vurulmuştu. Bu vurulmanın peşi sıra hıçkırıklara boğuldum ve kendimi tanıyamıyordum bile. Özellikle de, Lennie’nin tüm bu olup bitenlerden habersiz oluşu insanın üzerinde aşırı duygusallık yaratıyor çünkü Lennie saftı, Lennie her şeyi farkında olmadan yaptı ve Lennie cinayet işlese bile o ölümü hak etmiyordu. Hele ki, konu George’a gelince, onun durumu Lennie’den daha zordu çünkü o yol arkadaşı, can dostunu kendi elleri ile öldürmek zorunda kalmıştı. Onların tek amacı vardı, o da hayatlarını sürdürebilecek kadar para kazanmaktı. Hiç şühesiz ki, hayat biz planlarımızı gerçekleştiremeyelim diye elinden gelen ne varsa yapar fakat önemli olan yılmamak ve doğru bildiğinin arkasında sonuna kadar durmaktır. Dahası, George, arkadaşını vurarak belki de hata yapmıştır. Evet, daha kötü öldürülme ihtimali yüksekti amasavaşmadıkça, direnmedikçe ve hemen pes ederek hangi ihtimalin gerçekleşeceğini ve bizi neyin beklediğini asla öğrenemeyiz. Fareler ve İnsanlar her insanı düşüncelere sürükleyebilecek bir kitaptır. Çünkü ben bu kitapta kesin bir hükme varamadım. Ortada haklı olarak karısının ölümüne sebep olan adamı vurmak isteyen bir koca, elinde olmayan sebeplerden dolayı kadının ölümüne sebep olan saf bir adam ve arkadaşının acı çekerek öldürülme ihtimali yüzünden onu kendi elleri ile vuran bir adam var. Her bir olay kendi içerisinde mantıklı sebepler barındırıyor fakat benim kitaptan kendime çıkardığım dersler ve anladıklarım; bu dünyaya gelen bizler asla pes etmemeliyiz ve kendimizi bizi nelerin beklediğini öğrenmekten mahrum bırakmamalıyız. Kaynakça: Fareler ve İnsanlar, http://kitapozettanitim.blogspot.com.tr/2013/01/fareler-ve-insanlar-john- steinbeck.html, ET: 12.12.2014
06.12.2023 Mariam Musaj 22302590 Ördek Olmak Çocukluk ilk sarhoşluktur. Yaşamdan bihaberlik ya da safça bir algılayıştır. Bazen kelimeleri bir araya getirememek bazen de harfleri yanlış telaffuz etmektir. Ben çocukken üst üste dizip kulübeler yaptığım kocaman kare minderlerim vardı. Yatağım çok yüksekti, korkuyordum yere inmeye. Çay çok sıcaktı, elimi yakıyordu. Dondurma da çok soğuktu ve ağzıma sığmıyordu. Dilim minicik olduğu için külahtaki çilekli dondurmam ben onu bitiremeden eriyordu. Kaldırımda insan bacakları göğe yükselen ağaçlar gibiydi. Aralarında ezilmemek; o desenli, desensiz, çıplak, giyinik bacaklar arasında kaybolmamak için annemin elini tutuyordum. Ben çocukken yaşama aşağıdan bakıp nesnelerin büyüklüğü karşısında şaşırıyordum. Yaşam, hassas gözlerime fazlasıyla parlak geliyordu. Ben çocukken bir kere uçak görmüştüm. Devasaydı. Yıllar geçtikçe bir şeyler küçülmeye başladı. Önce en sediğim toz pembe, siyah puantiyeli elbisem küçüldü. Onu son kez giyerken yırttım, bir daha da görmedim. Sonra dedemin kucağı küçüldü ve bir gün dedem bana “Bu sefer kendin yürü,” dedi. Sonra kıyafet dolapları küçüldü, içlerine giremez oldum. Yetişkinlik ikinci sarhoşluktur. Etrafıma bakıyorum da galiba insanlar alkolik. Müfettiş Ding Gou’er içinden inliyor: “İçki ve yiyecek tuzağına düştüm! Güzel yüzlerin tuzağına düştüm!” (Yan 79). Burası bir İçki Cumhuriyeti. Güzel yüzler, alkolün yarattığı yanılsamadan ibaret. Kimsenin gözünde ışık kalmamış. Gün doğunca onları yataktan kaldıran sebep yalnızca yaşam dürtüsü. Leş gibi bir sarhoşluk kokusu yayılıyor kalabalıklardan. Sanki yürümüyorlar da birbirlerinin ardından düşüyorlar merdivenlerden. Bilinçsizce yürümeye düşmek derim ben, tutunamayıp yaşamın ucundan düşmek. İçki göze çekilmiş buzlu bir cam, algıyı bulandıran bir sis. İçki Cumhuriyeti’nin soğuk sabahlarında insanlar aç karnına alkol alır, bir yerlerde düşmek üzere evden çıkar. Ayaklarına hâkim olamayan sarhoşlar... Üç beş kuruş kazandıkları iş yerlerinde ellerindeki ve nefeslerindeki alkol kokusu gidene kadar çalışır, akşama yakın düşe kalka evlerine dönerler. İçki Cumhuriyeti’nin sarhoş demokrasisini bu insanlar korur. Seçim günleri içip içip oy verirler. Seçilen her kimse içip içip İçki Cumhuriyeti’ni yönetir. Yaşamayı öğrendikleri için sarhoşlardır. Nasıl taşın sert olduğunu taşa çarparak öğrendilerse, yaşamın sert olduğunu da yaşama çarparak öğrenmişlerdir. Taşın da yaşamın da sertliğini unutmak için içerler. Ben insan olmak istemiyorum artık. Ben, dünya üzerindeki ilk alkolik ördek olma şerefine erişmek istiyorum. Yuvarlak ve yere yakın ördek bedenimi perdeli, turuncu ayaklarımla paytak paytak her yere taşımak istiyorum. Çamurlu toprakta, orada burada vaklamak istiyorum. Şapşal suratımı su birikintilerinde izleyip dümdüz gagamla su içmeye çalışırken kendimle öpüştüğümü zannetmek istiyorum. Yuvarlak bedenimin arkasından koşup beni iki eliyle yakalamaya çalışan insanlardan ve çocuklardan, paytak paytak koşarak uzaklaşmak istiyorum. Bira ve şarap fıçılarındaki ince girinti ve çıkıntıları çıtırt, çıkırt ve tırklamak, içlerindeki alkole damla damla ulaşmak istiyorum. Sonra da alkolik bir ördek olarak çamurda dengesizce vaklamak ve paytaklamak istiyorum. Varlığımın kodlarındaki tek korkunun bir insan tarafından pişirilmek olmasını diliyorum. Hiç ördek olmadım ve hiç ördeklerle yaşamadım. Yine de ördeklik yapmanın kolay olduğundan neredeyse eminim. Bir ördek çıkıp bu iddiamın tersini ispat edene kadar da söylediklerimin arkasındayım. İki paytak yürüyüp arada bir su içince, bir de vaklayınca ördek olunabiliyor. Fakat insan olmak öyle kolay mı? İnsan olmak için var olur olmaz sayısız savaş, üstüne de iki tane dünya savaşı çıkarmak gerek. İnsanolmak için huzurdan huzursuzluk duymak gerek. Ördekken de içmekte fayda var. Tanrı korusun, ya ayık bir şekilde paytaklarken günden güne bilinçlenirsem? Ya bilinçlenip gerisin geriye insanlaşırsam? Eğer bir gün bu yazdıklarımı bir ördek okursa lütfen beni yanlış anlamasın. Nitekim, hiçbir ördeği incitmek istemem. Bana kalırsa ördek olmanın basitliği kıskanılacak bir şey. Korkuyorum insanlığımdan. Beni bir gün rezil edecek. Uzun insan bacaklarımda bir gün, güç kalmayacak. Yere daha yakın olmalıyım. Toprağın yumuşaklığını çimlerin ıslaklığını bitli, beyaz ördek tüylerimin arasında hissetmeliyim. Gün ağarırken turuncu gagam parlamalı, minicik gözlerim şapşal bir heyecanla canlanmalı. Ördeğim ben. Bütün insanca kaygılarımdan arınmış, kabarık tüylerimin üzerine oturmuş, yaşamın akışına bırakıyorum saf özgürlüğümü. Kimse ördekliğime laf edemez. VAAAAAKKKKK! Kaynakça Yan, Mo. İçki Cumhuriyeti. Çev. Erdem Kurtuldu. İstanbul: Can Yayınları, 2021. 2. Baskı.
NORMALLİĞİN ANORMALLİĞİ Normal olmak nedir? Kime ve neye göre normal olunur? Toplumun normlarına en iyi sağlayan mı en normaldir, yoksa kendi insanlığını henüz kaybetmemiş olan mı? Bu soruların hepsi Meursault’ un hayatının son anlarına tanıklık ederken ki düşüncelerim. Toplumun insanı duygularına göre değil de belli kalıplara göre hareket etmeye yönlendirmesinin yine toplum tarafından garip karşılanması durumu Meursault’un ki. Duygular ve mantık arasında sıkışıp kalırız çoğu zaman. Örneğin, çok fakir bir çocuğun ailesindeki hasta biri için ilaç çaldığını düşünelim. Yasalara göre bu bir suç ve cezalandırılmalı. Duyguları olan (şu anda garip olarak nitelendirilen) insanlar içinse çocuğun hiçbir suçu yok, bilakis çocuk haklı. Ama çocuk ailesine olan sevgisinin ve yardım etmek istemesinin kurbanı. Şimdi bir de Meusault’u değerlendirelim. Nedensiz yere bir adamı öldürmesiyle hapse giren Meursault, mahkemede annesinin cenazesinde gösterdiği duygusuzluk ve işlediği suçtan hiçbir pişmanlık duymamasından dolayı idama mahkûm edilir. Yargıçlara göre o en kötü ve affedilmez bir suç işlemiştir. Ölüme bile bu kadar umursamaz tavır takınan bir adam nasıl olur da karşılarında durabilir. İki kişiyi karşılaştırdığımızda hangisi masum? İdeal bir insan olarak düşünülen duygusuz adam mı daha kötü, yoksa tamamen duygularıyla hareket eden mi? İşte bu ikileme dikkat çekmek için yazmış Albert Camus Yabancı romanını. Toplum insanı makineleştirmeye, sorgulamayan, hissetmeyen ve boyun eğen tek tip robotlara çevirmeye çalışıyor. Bu toplumun ne olduğu da ayrı bir konu. Bizimde bugün bu kitaptaki karakter olduğumuz bir gerçek. Bizi yargıçlar yargılamıyor davranışlarımızdan dolayı ama bugün bu dünyada o kadar çok acı yaşanıyor ki, bazılarımız farkındayız ama umursamıyoruz, bazılarımız bu sorunun bir parçası olmamak için olaylarla ilgilenmiyor bile. Onlarca insan açlıktan ölüyor, doğa katlediliyor. Hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam ediyoruz. Yani bir problemin ucu bize dokunmuyorsa yaşamaya devam ediyoruz. İşin ilginç tarafı Meursault ölüm cezasına çarptırıldıktan sonra düşünmeye ve bir şeyler hissetmeye başlıyor. Korkuyor. Oradan çıkamamaktan ya da bir anda onu hücresinden alıp götürmelerinden korkuyor. Gökyüzüne bakıyor. Dışarıda yaşayabileceği hayatı hayal ediyor. Hapishanenin papazıyla görüşmek istemiyor. Çünkü o hiçbir şeye inanmıyor. Umudu yok. Umut etmekten korkuyor. Toplumun yarattığı robotu terk etmekten yani insan olmaktan, pişman olmaktan yani belki kendi kendinin canını yakmaktan korkuyor düşüncelere ve duygularıyla. Umut etmeyen, düşünmeyen, sadece çalışan, yemek yiyen, duygusuz bireyler. Peki, neden bu görevleri yerine getiren insanlar yine de toplum tarafından kötü görülüyor. Hâlbuki onlar sadece normal olmaya çalışıyorlar. Ve kitapta “normal” olmayanın en uç noktası anlatılmış. Bir köpek ve bir adam. Adı Salamona. Köpeğiyle beraber yaşıyor ve sürekli bağırıyor, ona hakaretler ediyor; yani dışardan bakılınca çokmemnuniyetsiz bir hayat yaşıyor. Köpeğin tüyleri dökülmüş yani hasta. Ben bunları okurken köpeğe çok acıdım. Bir gün adam köpeğini yürüyüşe çıkartıyor ve onu elinden kaçırıyor. Meursault’ tan köpeğini bulmasına yardımcı olmasını istiyor ve tüm bu okuması ıstırap dolu olaylar o zaman açıklığa kavuşuyor. Adam köpeğini karısı ölünce almış. Eskiden çok güzel bir köpekmiş ama hastalandıktan, bütün tüyleri döküldükten ve yaşlandıktan sonra aynı bir insan gibi aksi ve huysuz birine dönüşmüş. Köpek adamla sürekli kavga ediyormuş aynı karı koca gibi. Salamona karısının yerine aldığı küçük köpeği koymuş ona bebekler gibi bakmış, hastalandığında derisine merhemler sürmüş. İnsanların sevgiye ne kadar aç olduklarının bir göstergesi. Biri annesinin ölümünü umursamazken diğeri karısını yerini doldurmak için tüm hayatını değiştiriyor. Birbirlerine yabancı olan bu insanları sadece bir kapı ayırıyor. İşte toplumun bize yaptığı bu. İrem Beşe
Ege Aksoy 22302522 İnsanın Keşif Yolculuğu Bazen hayatın anlamını sorguladığım günler oluyor. Bu günlerin bir kısmında işin içinden çıkamadığımı hissederim. Böyle durumlarda genelde kitaplara sığınıyorum, benimle aynı şeylere kafa yoran başka insanlar da olduğunu düşünerek rahatlatıyorum kendimi. Bu sadece kendimi avutmaktan ibaret değildir, elbette vardır böyle düşünen insanlar. Hatta benim hayatın anlamını sorgulayacağımı tahmin ederek bu konu hakkında yazmıştır Ozan Bahar, Nasıl Mutlu Olurum? adlı kitabında. Bu kitabı okurken, kendimi tanıma ve anlam arayışıma dair birçok düşünceye daldım. Her sayfada, içimde bir yerlerde var olan duygularla yüzleşmem gerektiğini hissettim. Hayatın anlamını sorgularken, Bahar’ın yazdıklarından ilham alarak, mutluluğun ve tatminin dışsal faktörlerden çok daha derin bir yerde yattığını anladım. “Gerçek mutluluk, başkalarının gözündeki başarıyla mı ölçülüyor, yoksa kendi içimdeki huzurla mı?” sorusu zihnimde dolaşıyordu. Belki de mutluluğu kendi içimizde aramamız gerekiyor diye düşünürüm sonrasında. Sonuçta her zaman yanımızda olan, her anımıza tanık olan, bizimle beraber büyüyen başka biri yoktur kendimizden başka. Nasıl dış faktörler bizi kendimizden daha iyi tanıyıp daha çok mutlu edebilir ki? Şöyle demiştir Ozan Bahar bu konu hakkında: “Dünyanın en önemli keşfi, hiç kuşkusuz insanın kendini keşfetme yolculuğudur.” (99). Bahar, mutluluğun kendini keşfetmekle mümkün olabileceğini savunmuştur bu sözleriyle. Bu sözler, mutluluğun köklerinin içsel bir yolculukta yattığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Dış dünyanın sunduğu tüm başarılar ve maddi kazanımlar, bir süreliğine mutluluk hissi yaratabilir diye düşündüm. Fakat kalıcı bir tatmin arıyorsam içime yönelmem gerektiğini anladım. Kendi içsel dünyamda yapacağım keşifler, gerçek benliğimi anlamama ve özgün potansiyelimi ortaya çıkarmama yardımcı olur gibi hissettim. Bu nedenle kendime diğer insanlardan daha çok zaman ayırır ve kendimi tanımaya ne istediğimi ne istemediğimi anlamaya daha çok önem veririm. Benim keşif yolculuğum, kendime sorduğum “Gerçekte kimim? Neyi arıyorum?” sorularıyla başladı ve bunlara cevaplar buldukça hayatın karmaşasında kaybolmuş gibi hissettiğim anlarda bile içsel huzurumu bulmak için gereken dengeyi sağlamaya başladım. Kimi zaman hayatın anlamını sorguladığım gibi tatmin olma duygumu da sorgularım. Gerçekten bu hayatta beni ne tatmin eder bunu düşünürüm. Etrafımdaki olaylarla veya nesnelerle kendimi bağdaşlaştırmaya çalışırım. Kendimden bir parça bulma umuduyla yaparım bunu. Bu sayede kendimi daha iyi tanımaya başlayacağımı düşünürüm. Ozan Bahar’ın da dediği gibi : “Kendini tanımaya başlayan bir insan, olayları ve resmin bütününü çok daha iyi idrak eder. Yaşamının anlamını keşfetmesi kolaylaşır. Her şey bilmekle başlamıyor mu zaten?” (243). Yazarın bu cümlelerini okur okumaz derin düşüncelere daldığımı hatırlıyorum. Uçsuz bucaksız düşünceler… Bilmek, insanın kendine ve evrene dair anlam arayışında derin bir yolculuktur. Bu yolculukta öğrendiğimiz her şey, aslında ne kadar az bildiğimizi gösteren bir ayna gibidir. Bilgi, sınırları zorlamamıza olanak tanısa da, bilmenin sonsuzluğu içinde varoluşumuzun sınırlarını da kabul etmek gerekiyor. Böylece bilmek, yalnızca cevapları bulmak değil; aynı zamanda soruların içinde var olabilmeyi de öğrenmektir. Asıl önemli olan da budur aslında. Soruların içinde var olmayı öğrenip onlarla bütünleştiğimiz zaman varlığımızın sınırlarına bir adım daha yaklaşmışız demektir. Ancak bu şekilde çevremizi ve kendimizi tamamıyla keşfedebiliriz. Bu uzun ve sıkıcı bir süreç olabilir. Bazen istediğimiz sonuca da ulaşmayabilir. Zaten kolay olsaydı herkesin filmlerdeki gibi bir hayatı olmaz mıydı? Zorluklara ve engellere göğüs gerip sabırlı bir şekilde mücadele edebilenler en sonunda mutlu sona ulaşabilir. Her şey güzel giderken herkes devam edebilir. İşler beklendiği gibi gitmediğinde sabırlı olup zorluklara göğüs gerenler mutlu sona ulaşacaktır. Ve mutluluğun asıl kaynağı da tam olarak budur. KAYNAKÇA Bahar, Ozan. Nasıl Mutlu Olurum, İstanbul. İnkılap Kitabevi. 2022. Kitap